Hem büyük bir yazın klasiğini, hem de biraz unutulmuş bir büyük yönetmeni anmak için de eşsiz bir fırsat...
DON KİŞOT’U ÖLDÜREN ADAM
X X X ½
(The Man Who Killed Don Quixote)
Yönetmen: Terry Gilliam Senaryo: T. Gilliam, Tony Grisoni Görüntü: Nicola Pecorini Müzik: Roque Barios Oyuncular: Adam Driver, Jonathan Pryce, Stellan Skarsgaard, Olga Kurylenko, Joana Riberio, Sergi Lopez, Jordi Molla, Rossy de Palma
Ne talihsiz bir eser bu Don Kişot...Yani sinemayla ilişkileri açısından söylüyorum!.. Yoksa İspanyol yazarı Miguel de Cervantes’in 1615 yılında yazdığı ve edebiyat tarihinin ilk romanı sayılma onuruna sahip bu ‘pikaresk’ maceranın o açılardan hiç şanssızlığı yok!..
Ama sinemayla öyle olmamış. Dahi yazar-yönetmen-oyuncu Orson Welles 1955’den başlayarak kendi yorumunu yaratmaya kalkışmış. Ama bitirememiş. İspanyol aktör Francisco Reigueria’nın Don Kişot, Rus kökenli unutulmaz karakter aktörü Akim Tamiroff’un ise uşağı Sanço Pança (veya Panza) rollerinde oynadığı filmin bir tür kurgusunu 2012 Cannes şenliğinde gördüğümüzü hatırlıyorum.
Sonra işe İngiliz Terry Gilliam el atmış. 1970’lerden beri Jabberwocky, Brazil, Baron Munchausen’in Maceraları, Balıkçı Kıral, 12 Maymun, Vegas’ta Korku ve Nefret, Sıfır Teorisi gibi birbirinden ilginç filmlerin yaratıcısı, bugün 80’ine merdiven dayamış (1940 doğumlu) Gilliam, 1989’dan itibaren bu proje için hazırlığa girişiyor. Ve ancak 2000’lerin hemen başında, İspanya’nın La Mancha yöresinde çekimler başlıyor. Başrollerde bu iş için İngilizce öğrenen Fransız oyuncusu Jean Rochefort ve de Johnny Depp olduğu halde... Ama çekimde aksaklıklar olmuş, sonra Rochefort ölmüş. Ve proje de yatmış.
Ama Gilliam pes etmemiş. Arada Lost In La Mancha adlı bir belgesel yapmış: Çekilemeyen film üzerine... 2006’dan itibaren ise yeni bir filmin düşlerini kurmuş. Bu kez çok daha modern bir yorumla: Sinema öğrencisiyken romanın bir uyarlamasını yapan, yıllar sonra ünlü bir reklam yönetmeni olduğunda bu projeye yeniden ilgi duyan Toby adlı kişiliği odak noktası alarak...
İşte karşımızda bu yeni Don Kişot çabası var: Birçok kez oyuncu değiştirdikten sonra Toby’de Adam Driver, yıllar sonra filmin baş karakteri olma onuruna erişiyor. Hırslı, dünya nimetlerine düşkün, ama yine de bir nebze hayalperest bir adam. Ki zamanımızın en iyi oyuncularından saydığım Driver’in bu rolde kusursuz olduğunu hemen söyleyeyim.
Sonra yeni hikâyeye göre, Toby’nin o gençlik filminde Don Kişot’u oynayan ve ondan sonra kendisini hep o zanneden ayakkabı tamircisi Javier. Ki adam yıllar sonra karşısına çıkan Toby’yi Sanço Pança sanmakta ısrarlı!.. İşin içine Toby’nin eski sevgilisi, yeni yapımcısı ve de filme para yatıran bir Rus Mafya lideri de çıkıyor. Ve macera yeniden başlıyor.
Gilliam kuşku yok ki sinemanın hâlâ en büyük görsellik ustalarından biri. Bu film bunu bir kez daha kanıtlıyor. Birbiri ardına dizilen ve kimi zaman mantıksal veya dramatik bir devamlılığı olmayan sahneler öylesine görkemli, öylesine fantezi yüklü ki...
Zaten hemen tüm filmlerinde fantastiğe dek uzanan bir fanteziye yer veren ve insanoğlunun çılgınlığa dek giden aykırı serüvenlerine düşkün Gilliam için, edebiyat tarihinin bu belki en ünlü ‘kaçık’ karakterine, hayallerini gerçek sanan ve yeldeğirmenlerine savaş açan bu deliye dönüş, gerçek bir fırsat olmuş. Belki de son filmi olabilecek bir çaba sonunda...
Yönetmenle tam üç filminde çalışmış emektar İngiliz aktörü Jonathan Pryce beklendiği gibi gayet iyi.
Eskilerden Stellan Skarsgaard, Sergi Lopez; kadınlar cephesindeyse Olga Kurylenko, Joana Riberio, Rossy de Palma gibi isimler görevlerini yerine getiriyorlar.
Bu değişik ve özgün film gerçi seyirciden biraz katılım çabası talep ediyor. Ama bunu yapabildiğiniz anda sizi alıp götürüyor. Hem büyük bir yazın klasiğini, hem de biraz unutulmuş bir büyük yönetmeni anmak için de eşsiz bir fırsat...
Teşekkürler, Sean Penn!
Geçen pazartesi gecesi NTV’nin Pasaport programında Mete Çubukçu’nun konuğu olup Sinema ve Siyaset konusunu konuştuk. Ben orada Hollywood’un siyasal konuları filme alma tutkusundan söz ettim. Ve yakında Kaşıkçı cinayetini ele almak için harekete geçeceklerini ve 4. Levent’de Amerikalıları görmemizin gecikmeyeceğini söyledim.
Sen misin söyleyen? Hemen ertesi gün ünlü ve Oscarlı yazar-yönetmen-oyuncu Sean Penn İstanbul’a ayak basmış. Ve 4. Levent’teki Suudi konsolosluğuna gidip çekimler yapmış. Dün tüm gazetelerde okuyup TV’lerde gördüğünüz gibi... Bakar mısınız!..
Bu elbette benim için hoş bir rastlantı. Her gazeteci söylediklerinin gerçek çıkmasını ister. Bu olayda bu şans hiç gecikmeden ayağıma geldi. Teşekkürler, Sean Penn!..
Filmin gayet hareketli bir kamerası var. Drew Daniels’in elinden çıkma...Sean Baker yönetimle senaryoyu gayet iyi kotarmış. Son haftaların en iyi filmi bence...
Film görkemli bir melodram tadı içeriyor. Konuşmalar oldukça edebi; yani yer yer suni (yapay) kaçıyor. Ayrıca dünyamızın gidişi üzerine de ahkam kesiliyor. Ama belki en önemli yanı, iki kadının o inanılması zor ilişkisi
Başlarda oldukça ilginç gözüken bu film, sonunda insanı neredeyse boğar!.. Ve sanki zaman zaman yönetmen finalde kullanılan ‘ucube’ lafını üzerine giyer. Kanlı-bıçaklı, her türe el uzatmış, ama en büyük özelliği zırvalık olan bir film...