30 Mayıs 2015

Deprem denen felaket üzerine etkileyici bir film

Ortada sanat yok, ama zanaatkarlığın böylesine de can kurban!...

 

SAN ANDREAS FAYI           X X X 1/2

Yönetmen: Brad Peyton
Senaryo: Carlton Cuse
Görüntü: Steve Yedlin 
Müzik: Andrew Lockington
Oyuncular:  Dwayne Johnson, Carla Gugino, Paul Giamatti. Alexandra Daddario, İoan Gruffud, Kyla Minogue, Archie Panjabi, Hugo Johnstone-Burt, Art Parkinson, Will Yun Lee/ Warner Bros filmi.

 

 

Festival, Altın Palmiye, Oscar, sanat filmi, bağımsız sinema...Vs. vs. Ama tüm bunların saygınlığı bir yana, tipik bir Hollywood kitle filminin de tadı başka. Hele bu ‘felaket filmi’ dediğimiz özel türün sayısı pek de çok olmayan filmlerinden biriyse...

Aslında star oyunculara dayanmayan ve fazla gösterişi olmayan bu deprem filmi de öyle. Cilası az, ama öylesine beceriyle gerçekleştirilmiş ve insanı perdeye öylesine bağlıyor ki, helal olsun dememek elde değil!...

Film çağımızın ve aslında insanlık tarihinin en büyük ortak korkularından biri olan deprem olayının yeniden ele alınışı. Bu konuda başta Mark Robson’un Earthquake- Deprem filmi (1974) olmak üzere filmler çekildi. Ama olay hep var, hala biryerlerde yaşanıyor. Kestirilemez, önlenemez ve hemen hemen kaçınılamaz bir büyük felaket, doğanın insana yönelttiği en büyük tehdit.

Ve geri kalmış ülkeler kadar, gelişmiş ülkelerde de var. Örneğin ABD’nin California yöresinin deprem kuşağında olduğu biliniyor. Film, bu eyalette kıyı boyu uzanan ve Las Vegas’a ulaşan bir fay hattında oluşan seri depremleri ele alıyor. 7’leri aşıp 8’lere ulaşan, hatta bir ara yaşanan 9.6 nokta bir depremle bu konuda rekora erişen bir facia.

Ön planda yine bir avuç kahraman var. Özellikle bir aile. Baba Ray dev yapılı bir pilottur ve eşi Emma’dan boşanmıştır. Bir kızları yakın zamanda ölmüştür, öbürü Blake annenin yanıbaşında kalır. Üstelik Emma zengin bir adamla evlenmek üzeredir.

Gerilim hemen başlar. Ve genç bir kız, çatlayan otoyolda otomobiliyle bir uçurumun diplerine düşer. Ray’in kullandığı bir kurtarma helikopteri, o son derece dar uçuruma inerek kızı kurtarabilecek midir? Gerçekten nefes kesen bir bölüm!..

Sonra depremler başlar. San Fransisco’nun büyük-küçük yapıları birer ikişer devrilir. Özellikle gökdelenlerin ufalıp yere inmesi gerçekten ürkünçtür. Olay Los Angeles’de yıkıma ve ölümlere yol açar, giderek ABD’nin Doğu kıyısında bile hissedilir. Ray ise ayrı yerlerde olan karısını ve kızını kurtarma çabasındadır.

Doğrusu filmin gerilim duygusuna, özel efektlerine ve özenli kurgusuna diyecek yok. Ortada sanat yok, ama zanaatkarlığın böylesine de can kurban!...Gelişmiş bir ofiste, zengin teknik imkanlarla olaya teşhis koyup öngörülerde bulunan bilimsel kurumun çalışması kadar, çeşitli mekanlarda, yıkıntılar arasında ölüm-kalım savaşı veren, yok olan dev bir kentte canları için koşuşan insanların görünümü de unutulacak gibi değil.

Başrollerde sinemanın yeni dev adamı Dwayne Johnson ve dilber Carla Gugino, görevlerini yapıyorlar. Özlediğimiz usta karakter oyuncusu Paul Giamatti, deprem uzmanında yine harika. Ünlü şarkıcı Kyla Minogue ve geleceğin parlak oyuncusu olmaya aday gencecik Art Parkinson da dikkate değer.

Peki, hikâyenin asıl kötü adamı kim dersiniz? Kente en yüksek binasını armağan etmiş bir mimar!.. Elbette o binanın da kağıt gibi yırtıldığını görüp altında kalarak...

Ben, bilirsiniz, İstanbul’u bir beton mezarlığına çeviren o sayısız gökdelenleri ve onları yapanları sevmem, onlara sempati duymam. Ama bu yüksekliksever mimarı ben uydurmuyorum. Gökdeleni keşfedip insanlığa armağan eden Amerika’dan gelen tipik bir filmin yapımcıları böyle uygun görmüşler!...

Bunun bir anlamı yok mu dersiniz? Umarım güzel kentimiz, günün birinde bunun faturasını ödemek zorunda kalmaz...

 

İki ayrı zaman, iki büyük aşk…Ve tam bir klişeler toplamı!...

 

 

SENİNLE BİR ÖMÜR   (The Longest Ride)     X X 

Yönetmen: George Tillman
Senaryo: Craig Bolotin/
Görüntü: David Tattersall
Müzik: Mark İsham 
Oyuncular:  Scott Eastwood, Britt Robertson, Alan Alda, Jack Huston, Oona Chaplin, Lolita Davidovich, Melissa Benoist/ Fox filmi|

 

 

Çok satan yazar Nicholas Sparks’ın bir romanından uyarlanmış bu film için ne söylenebilir? Galiba öncelikle şu: Yıllardır gördüğümüz en görkemli klişeler toplamı!..

Gerçi Umberto Eco’nun ünlü Kazablanka yazısında da o film için benzer bir tanımlama vardı. Ama bu, Eco’nun da kabul ettiği gibi, filmin bir başyapıt olmasını engellememişti. Ancak Seninle Bir Ömür için bunu söylemek imkansız!...

Film kabaca 70 yılın ayırdığı iki aşk öyküsünü koşut biçimde anlatıyor. İlk tanıdığımız güncel olanı. ABD taşrasında, hayatını rodeo denen tipik ve son derece tehlikeli spora adamış Luke, bir yarışın öncesinde Sophia’yla tanışır. Ve aralarında bir kıvılcım oluşur. Ancak genç sporcuyla sanat düşkünü kentli kadın arasında öylesine bir uçurum vardır ki...

Bu arada genç çift, kaza yapıp arabasında sıkışıp kalmış çok yaşlı bir adamı, İra Levinson’u kurtarırlar. Anılar, özellikle mektuplar içeren kutusuyla birlikte... O mektuplarda ise, İra’nın 1940’tan başlayarak sevgilisi, sonra karısı Ruth’la ilişkilerinin dökümü vardır. Ve mektupların okunuşuyla birlikte, iki aşk öyküsü ilginç biçimde çakışmaya başlar.

Film seyircinin, özellikle de kadınların hoşuna gidecek sayısız şey içeriyor. Önce geçmişte kalmış ve yavaş yavaş ortaya çıkan bir büyük aşk. İki kadının da göçmen olması ilginç: Ruth savaşın eşiğinde ailesiyle birlikte, doğduğu Viyana’dan kalkıp ABD’ye gelmiş bir Yahudi’dir. Sophia’nın ailesi ise Polonyalıdır ve yıllar önce göçmüşlerdir. Böylece hem Yahudi, hem de göçmen kökenli olan geniş bir kesime sesleniyor film...

Ayrıca hikayede iki erkeğin de tam birer taşralı (hödük dememek için!) olmalarına karşın kadınların çok daha ince, sanat aşığı birer kültür insanı olması da, kadın seyirciye uzatılmış bir armağan!...

Neyse, işte böylece akıp giden bir film. Ama çok hoş bir finale sahip olduğunu söylemeliyim. Öylesine hoş ve de sürprizli ki, öyle kolay anlatılamaz. Ve sanat denen uğraşa ve tutkuya yapılmış en büyük komplimanlardan biri de sayılabilir!

Oyunculara gelince... Clint Eastwood’un oğlu, bir süredir küçük rollerde gördüğümüz Scott Eastwood ilk kez bir başrolde. Fena da değil... Ünlü yönetmen John Huston’un torunu, Angelica Huston’un yeğeni Jack Huston da öyle.

Kadınlarda ise Cake ve Tomorrowland’de tanıdığımız Britt Robertson, ilk kez büyük bir rolde oynuyor. Ve başarıyor. Ruth kişiliğinde, bu hafta ikinci kez karşımıza gelen Oona Chaplin etkileyici. Yaşlı İra’da ise özlediğimiz bir oyuncuyu, özellikle MASH TV dizisi ve ondan uyarlanan filmle zirveye çıkan Alan Alda’yı bulmak tam bir sürpriz oldu: tam 80 yaşında olduğu halde...

Yazarın Diğer Yazıları

Roma tarihine ‘Güç ve Onur’ sloganı eşliğinde yolculuk

Film, belki çok uzun (148 dakika), çok karmaşık, aşırı dramatik gözüküyor. Ama yine de görmeye değer...  

İstanbul güzellikleri önünde özel bir motorla tanışmak

Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

"
"