01 Ekim 2016

Denizin dibinden yükselen felaketin filmi

The Girl with All the Gifts: Bir tür zombi filmi çeşitlemesi

 

BÜYÜK FELAKET                     X  X  X  ½

(Deepwater Horizon)
 

Yönetmen: Peter Berg
Senaryo: Matthew Michael Carnahan, Matthew Sand
Görüntü: Enrique Chediac/ Müzik: Steve Jablonsky
Oyuncular: Mark Wahlberg, Kurt Russell, Gina Rodriguez, John Malkovich, Douglas M. Griffin, James DuMont, Joe Chrest, Brad Leland, Kate Hudson

Amerikan filmi.

   

 Kendi adıma felaket filmlerini severim. Bir yandan önemli bölümü doğayla ilişkili olduğu için… Ki doğa benim de en büyük ilgi ve kaygı konularımdan biridir.

   Öte yandan, bu filmler ister gerçek olaylardan alınsın, isterse düşsel  senaryolara dayansın... İnsanoğlunun en sıkıştığı, zora düştüğü durumlarda en yaşamsal kararları vermek ve seçimleri yapmak zorunda kaldığı olaylar, bana hep çok ilginç bir konu ve soylu bir tema gibi gözükmüştür.

  Ve bu türün San Fransisco’dan Yağmurlar Gelince’ye, Yangın Kulesi’nden Deprem’e, Unutulmaz Gece’den Titanik’e, The Swarm’dan Dante’s Peak’e, Volcano’dan Meteor’a, Deep İmpact’dan Twister’e, Armageddon’dan 2012’ye unutulmaz örneklerini de severim. Sinemasal düzeyleri çok yüksek olmasa da…

   Bu yeni film bir kez daha “gerçek olaylardan yola çıkıyor.” Üstelik çok yakın: 2010’da ABD’de Venice kıyı kasabasının açıklarındaki bir denizin dibinde petrol arama tesisinde yangın başlıyor, tam 87 gün sürüyor. Ve 105 kişilik çalışandan 11’i can veriyor. Denize gömülen yüzmilyonlarca dolar da cabası… ABD tarihinin bu türdeki en büyük kazası.

   Film ‘doğa kazası’ olayının bu az bilinen örneğine sanırım ilk sinemasal yaklaşım. Bunun için, Amerikan sinemasında (ve sadece onda) görülen bir senaryosu var. Ben buna ‘içerden yazılan’ diyorum. Yani çok özel bir olayı öylesine bu işi bilen, sanki o çevreden, o meslekten gelenlere yazdırmak. Ve böylece o filmleri gerilimin yanısıra olaya sağlam biçimde göz atan son derece öğretici bir seyirliğe, sanki bir belgesele dönüştürmek. 

   Burada da öyle. Olay hakkında saygın bir gazetede çıkan geniş bir yazıdan yola çıkılmış. Tüm kimlikler gerçek (sonda en azından kayıplar tanıtılıyor), tüm olaylar aynen olmuş, tüm konuşmalar tanıklıklardan derlenmiş. 

   Ve böylece, bu gerçek felaket tüm boyutlarıyla beliriyor. Ünlü BP- British Petrolium’un malı olan platform ve üzerindeki kulede uzmanlar, özellikle de denizüstü tesisler baş sorumlusu Jimmy Harell ve tesis başteknisyeni Mike Williams tarafından saptanan tüm eksikler, zaaflar ve bunların getirdiği riskler, BP sorumluları tarafından kabul görmüyor. Onların tek  derdi, gecikmiş üretimin bir an önce başlaması.  

   Ve öyle yapılıyor. Ama sonrası felaket… ’Negatif basın testi’nin sonrasında patlayan metan gazı, petrolü tutuşturuyor. Ve olay okyanusun ortasında yanan dev bir meşaleye dönüşüyor. Nasıl denizin dibi –sık sık gösterildiği gibi- bir denizaltı cehennemiyse, yüzeyde de onun bir başka çeşitlemesi yaşanıyor. 

     Başrollerde formda bir Mark Wahlberg ve kaç zamandır görmediğimizi, iyice yaşlanmış bir Kurt Russell var. Ama ne iyi oyuncu olmuş!.. Ayrıca ‘kötü adam’da yine özlediğimiz John Malkovich ve Mike Williams’ın evde bekleyen eşi rolünde Kate Hudson da ilginç. Russell’ın Goldie Hawn’dan olma kızı Hudson, ilk kez babasıyla ayni filmde oynuyor. Ama hiç karşılaşmıyorlar!... Bu da bir magazin notu. Meraklılarına!...

 

Bir tür zombi filmi çeşitlemesi

TÜM SIRLARIN SAHİBİ KIZ   X  X  ½
(The Girl with All the Gifts)

Yönetmen:
Colm McCarthy
Senaryo: Mike Carey
Görüntü: Simon Dennis
Müzik: Cristobal Tapia de Veer
Oyuncular: Gemma Arterton, Glenn Close, Paddy Considine, Sennia Nanuna, AnaMaria Marinca, Dominique Tipper, Anthony Welsh

İngiliz filmi.

   

   M. R. Carey’in şugünlerde bizde de çıkan romanı tipik bir distopya (geleceğe karanlık bakış) havası içeriyor. Gerçi film parlak değil, belki romanı okumak daha ilginç olabilir.

   Bu karamsar bakışa göre gelecekte insanlar bilinmeyen bir mantardan zehirlenerek ‘zombiye dönüşmekte’ ve durdurulmaz bir kan dökme/kemirme ihtiyacı duymaktadır. Ve çabucak yayılan bu salgına karşı insanlık çaresizdir.

  Bunların küçükleri bir kapalı mekanda bir araya getirilir: Okulla  hapishane arası... Ve saldırmamaları için yüzlerine şeffaf birer maske geçirilir, kolları da sandalyelerine  bağlanır. Bu ortamda genç kadın öğretmen Helen de onları eğitmeye ve anlamaya çabalar. 

  Aralarından biri özeldir. 10’lu yaşlarındaki Melanie. Çünkü o bir insanla bir zombinin birleşmesinden olmuş ve ikisinden de birşeyler almıştır:  hem ete ve kana açtır (zaten bu yaratıkların adı “hungries- açlar”dır!), hem de akıllı ve yaratıcı.

  Ne var ki salgına karşı çare arayan bilim kadını Caroline, gözünü ona dikmiştir. Tam da bu ikili kimliği yüzünden, onu alıp beynini incelemeyi düşünür.. Ama bu arada zombiler harekete geçer.

    Bu yeni zombi ya da bilim-kurgu masalı, görsel olarak fena değil. İngiliz TV’sinden gelen ve Sherlock Holmes, Dr. Who gibi dizileri yönetmiş Colm McCarthy göz doyuran bir korku estetiği yakalıyor. Özellikle filmin çocukları gerçekten ürkünç. Son Locarno festivalinde açılış filmi olarak o devasa meydanda sunulduğunda, birçok ailenin çocuklarını alıp gitmesi basının diline düşmüştü. Ama haksız değillermiş!....

   Ancak hikayenin sayısız boşluğu var. Ve sağlam bir dramatik yapı kurulamıyor, akıcılık sağlanamıyor. Üstelik final de hiçbir soruyu  yanıtlamıyor, hiçbir açıdan doyurucu olarak gelmiyor.     

    Ve aklımıza gelen türün birçok filmi (Yaşayan Ölülerin Gecesi’nden  28 Gün Sonra’ya) hala zirvedeki yerlerini koruyor. ‘Çocuklu’ olanlarındansa Alfonso Cuaron’un Children of Men’i hala açık ara önde sayılır.

   Ve ne doktorda rolüne iyice asılmış bir Glenn Close, ne de Melanie’de gencecik Sennia Nanuna durumu kurtarmaya yetmiyor. Ancak çok  meraklılarına...

Yazarın Diğer Yazıları

Son günlerdeki siyaset ve ülke sorunları üzerine birkaç düşünce

Bir ortak vicdan yaratmaya bir küçük katkısı olabilir umuduyla...

Ringlerde görülegelmiş en zalim maçların öyküsü

Asıl soyadları Adkisson olan bu garip ailenin öyküsü usta biçimde anlatılmış. Oynak bir kamera, ABD'nin Texas'taki Spectatorium gibi gerçek büyük salonlarında çekilmiş sahneleri etkileyici biçimde verir

İmamoğlu gelirse…

Belki İstanbul'u da kurtarma şansı doğar...