CAROL X X X X X
Yönetmen: Todd Haynes
Senaryo: Phyllis Nagy
Görüntü: Edward Lachman
Müzik: Carter Burwell
Oyuncular: Cate Blanchett, Rooney Mara, Sarah Paulson, Kyle Chandler, Jake Lacy, John Magaro
Amerikan filmi
|
Çok sevdiğim Amerikan polisiye yazarı Patricia Highsmith’in bilmediğim bir romanından (The Taste of Salt) uyarlanan bu film, Cannes 2015’de dünya galasını yapmış, sonuna dek eleştirmenler tablosunun tepesinde yer aldığı halde ödül listesinde kıyıda-köşede kalmıştı.
Ama kimseyi suçlamıyorum. Ben de o kargaşa içinde filme çok da ayılıp bayılmamıştım. Ancak burada yeniden izlerken şunu anladım; bu yılın en iyi filmlerinden olduğu gibi, sinema tarihinin en iyi aşk filmleri arasında da zirvede olacak ve kalacak bir film.
Highsmith’in kara-romanları içinde aşkın odak noktası olduğu tek örnek olmalı bu… Gerçekten de, bir ara görülen bir tabancanın sınırlı rolü dışında, filmde polisiye olay yok.
Peki ne var? 1950’lerin New York’unda, herşeyin ayırdığı (yaşlarından sosyal mevkilerine, zevklerinden hayata bakışlarına) iki kadının karşılaşması, giderek gelişen bir ilişki içinde birbirlerine deli gibi tutulması öyküsü var.
Perdede bir ‘lezbiyen film!’ Elbette filmi buna indirgeyenler olacak. Hele bizim gibi maço ve ataerkil bir toplumda… Ama ben bu satırları okuyanların başka türlü bakacaklarına ve filmin açık erdemlerini keşfedeceklerine inanıyorum.
Kadın yazar Phyllis Nagy’nin kalemiyle sapasağlam bir senaryoya dönüşen hikayeyi, kadın meselelerine yakınlığı bilinen Todd Haynes yönetmiş. Yönetmen, 1950’lerde melodram ustası Douglas Sirk’in Rock Hudson ve Jane Wyman’lı All that Heaven Allows- Herşey Senin İçin’i Far from Heaven- Cennetten Uzakta adıyla yeniden çekmişti.
Sirk’in filmi Alman ustası Fassbinder’i de etkilemiş ve o da Fear Eats the Soul- Korku Ruhu Kemirir adıyla kendi yorumunu getirmişti. Haynes asıl filmde dönemin sansürü gereği es geçilen yanı, yani kocanın eşcinsel oluşunu da hikayeye katmıştı.
Haynes ayrıca Bob Dylan’in öyküsünü onu canlandıran altı ayrı oyuncuyla (ki aralarında Cate Blanchett de var!) verdiği I’m Not There gibi ilginç filmlerle tanınıyor. Demek ki bu onun ilk ‘vukuatı’ değil!..
Evet, kadın güzelliği ve çekiciliğinin zirvesinde gözüken şık, frapan, büyüleyici Carol Baird ve ne hayatı, ne aşkı yeterince tanıyan mağaza tezgahtarı Therese Belivet, Carol’un yaptığı alış-veriş sırasında tanışıyorlar. İkisinin de hayatında birer erkek vardır, Carol dört yaşındaki kızını üzmek pahasına kocasından ayrılmak üzeredir. Therese ise peşini bırakmayan gayet sempatik gazeteciye birtürlü beklediği umudu vermez; bir Paris tatilini reddetme pahasına…
Aradıkları belli ki başka şeydir. Onu kadınca bir sevgide, inceliklerde, yumuşaklıkta bulurlar. Cinsellik neden sonra devreye girer: filmin 75. dakikasında!.. Ama girdiğinde de iyi girer: son derece estetik birkaç bölümle…
Ama 50’lerin Amerikası daha buna hazır değildir. ‘Aldatılan’ koca –aslında Carol’u hala deli gibi sevdiği halde- adalete başvurur, çocuğa el koymak ister. Tezgahtarlıktan kurtulup, geliştirdiği fotoğrafçı yeteneğiyle Times gazetesine kapağı atan Therese ise Carol’un isteğiyle hayatından çekilip gider. Ama kolay mıdır bu?
Elbette klasik şeyler söylenecektir; New York’un dekor olarak kullanılışı, perdedeki en iyi rollerinden birine kavuşmuş Cate Blanchett’le neredeyse onun kadar iyi (ve yer yer Audrey Hepburn’ü hatırlatan) Rooney Mara’nın oyunları.
Ayrıca romanın/filmin içerdiği keskin dönem eleştirisi; hep o “asaleti tanımamış, sınıfsız, önyargısız, eşitlikçi toplum” efsanesine bürünmüş bir ülkenin sahtekarlığı…
Ayrıca Edward Lachman’on usta işi görüntüleri. Özellikle de müzik büyücüsü Carter Burwell’in daha ilk sahneden başlayarak filmi bir tül gibi, insanı hiç rahatsız etmeden saran olağanüstü müziği.
Ancak tüm bu parlak ögeler, orkestra şefinin başarısını açıklamaya yetmez. Yani Todd Haynes’in… Yönetmen her görüntünün yerine oturduğu, her repliğin anlam kazandığı, her sahnenin olabilecek en incelikli, en usta işi bir sinemayla verildiği bir film imzalamıştır. Tüm karakterlerin yaşadığı, tüm duyguların otantik, ‘sahih’ gözüktüğü bir anlatım.
Ve böylece bir noktadan sonra bu büyüleyici aşk öyküsünün iki kadın arasında geçmesinin özel bir önemi kalmaz. Herşey insana aitir, herşey insan içindir. Ve insan dünyayı, doğayı ve yaşamı tümüyle, bir bütün olarak kavrayıp yorumlayabilecek tek yaratıktır.
Ve işte, böylesine iyi bir filmde, o ‘insan’, iki saatliğine yönetmenin kendisi olup çıkar. Ve sevgimizi, saygımızı hak eder.
Yarın: Kötü Kedi Şerafettin