Bol CIA soslu bir çağdaş casusluk öyküsü İstanbul’a da uğruyor!
İstanbul sahneleri fazla değil, kentimizi yeterince gizemli bir yer olarak sunmayı başarıyor
SUİKASTÇI (American Assassin) X X X
Yönetmen: Michael Cuesta Senaryo: Stephen Schiff, Michael Finch, Edward Zwick, Marshall Herskovitz Görüntü: Enrique Chediak Müzik: Steven Price Oyuncular: Dylan O’Brien, Michael Keaton, Shiva Negar, Taylor Kitsch, Sanaa Lathan, David Suchet, Scott Adkins, Trevor White, Nej Adamson, Shahih Ahmed, Charlotte Vega
Amerikan filmi.
Uluslararası casusluk, entrika ve terörle savaşım filmlerinin en modern ve çarpıcı örneklerinden biri...Neredeyse ağzınız bir karış açık izliyorsunuz. Geriye kalan çok fazla şey olmasa da...
Hikâye kalabalık bir İspanyol plajında açılıyor. Ve 20’lerinde gözüken mahçup tavırlı bir genç Amerikalı, denizden yeni çıkan sevgilisine diz çöküp evlenme teklif ediyor. Bu eylemin gitgide daha alışılmadık biçimde ve tuhaf yerlerde yapılması adetine farklı bir örnek...
Ama hemen sonrasında o cennet sahilde bir kıyım başlıyor. Ve bir avuç silahlı adam, ortalığı kana buluyor. Genç kadın ölenlerin, genç adam ise yaralananların arasındadır.
Sadece 18 ay sonrası... O genç adam gitmiş, yerine sakallı-bıyıklı, Arapçayı hayli söken, ama asıl döğüş sanatlarında, adam öldürmede ve silahlı mücadelede alabildiğine ustalaşmış bir çağdaş silaşör gelmiştir. Asıl önemlisi, İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını da çok iyi öğrenmiş ve artık o İslami terör örgütlerine sızmak için hiç eksiği olmayan bir intikam makinası haline gelmiştir.
Mitch Rapp amacına ulaşıp sahil kıyımının asıl sorumlusunu bizzat haklıyor gerçi...Ama tüm bunlar CIA’nin dikkatini de çekmiştir. Rapp’i tutarlar, alabildiğine haşin ve acımasız eski ajan Stan Hurley’in yanına verip daha da öldürücü bir silaha dönüşmesini sağlarlar. Ve sonra onu uluslarası gerginlik ortamının içine bırakıverirler.
Film doğrusu iyi işliyor. Latin kökenli Amerikan yönetmeni, birkaç film ve çok sayıda dizi kotarmış Michael Cueta ilk kez birinci sınıf bir iş ortaya koymuş. Ve bir dizi kitap haline gelmiş bir kahramanın sinemadaki ilk macerasına hayat vermiş
Film farklı mekanlarda geçiyor. ABD, Londra, Roma... Ve İstanbul. İstanbul sahneleri fazla değil, kentimizi yeterince gizemli bir yer olarak sunmayı başarıyor. Daha da ötesi, filmin sayılı kadın kahramanlarından olan gizemli Annika bir Türk ajan olarak karşımıza geliyor. Çok az Türkçe konuşsa da...Aslında yine Türk kişileri oynayan Ermeni oyuncular daha çok konuşuyorlar: hep olduğu gibi kötü bir aksanla!...
Mitch’de Maze serisinden gelen Dylan O’Brien hiç aksamıyor. Stan Hurley’de Michael Keaton süper. CİA başkanında deneyimli David Suchet, ‘hayalet’de genç oyuncu Taylor Swift de göz dolduruyorlar.
Kadınlarda belli bir egzotizm çabası var: Annika’da İran kökenli, ama Türkiye ve Kanada’da çalışmış Shiva Negar, CİA sorumlusu Kennedy’de siyahi Saraa Lathan gayet ilgi çekici yeni yüzler. Ve filmin insan mozaiği zenginliğine katkıda bulunuyorlar.
Ama elbette bu kaçınılmaz olarak Amerikan gözlükleriyle görülmüş bir uluslararası macera. Bu nedenle Amerikan damgası ve özellikle CİA propagandası kaçınılmaz olarak filme damgasını vuruyor.
Ancak bir ‘tür filmi’ sınırları içinde ve bu türe geleneksel olarak hep damgasını vuragelmiş bir ‘dünya hakimi’ ABD tablosu çerçevesinde, bunu artık ‘kader kabul etmek’ belki en doğrusu!...
Bir ustanın elinden çıkmış, ama tümüyle karaya oturmuş bir film
AŞK NOTLARI (The History of Love) X
Yönetmen: Radu Mihaileanu Senaryo: R. Mihaileanu, Marcia Roman Görüntü: Laurent Dailland Müzik: Armand Amar Oyuncular: Derek Jacobi, Gemma Arterton, Elliott Gould, Sophie Nelisse, Torri Higginson, Alex Ozerov, Mark Rendall, Corneliu Ulici
Fransa-Romanya ortak-yapımı.
Aralarında Train de Vie- Hayat Treni; Va, Vis et Deviens- Bir Şans Daha; Le Concert- Paris’te Son Konser gibi başyapıt düzeyindeki üç filmin de bulunduğu on filmlik bir birikimi olan Rumen yönetmen, 1958 doğumlu Radu Mihaileanu’nun 2016’dan kalma son filmi beni öylesine şoke etti ki...
Şoke etti, çünkü bu kadar kötü, en azından bana böylesine ters düşen bir filmi uzun zamandır izlememiştim. Film bana sürekli sıkıntı verdi, içime hafakanlar bastı ve hikayeden oyunculara, anlatımdan mesajına hiçbir şeyine katılamadan öylece kaldım.
Ama baktım, IMDB’de genelde övülmüş. Ortalama 6.5 buçuk not alarak...Eleştirmenler de çok kötü bakmamışlar. Allah’tan bir Fransız yazarı buldum. UnGrandMoment.be adlı sitesi bulunan Nicolas Gilson. O aynen benim gibi bakmış. Hatta benden beter...
Öylesine rahatladım ki...Acaba bu iddialı filme haksızlık mı ediyorum duygusundan kurtuldum. Merak ediyorsanız girip bakın. Ama Fransızca bilmek koşuluyla...
Aslında film benim sevdiğim bir türde. İkinci savaşın o bitmeyen anılarına ve acılarına yeni bir yaklaşım...1940’ların başında, Doğu Avrupa’nın bir küçük köyünde (Polonya olabilir) genç bir kız, Alma. Ve hepsi ona aşık üç delikanlı: Leo, Bruno ve Zvi. Ve özellikle Leo’nun amacı Alma’yı “dünyanın en sevilen kadını” yapmak...
Sonra yıllar, yıllar sonrasına geçiyoruz....2006 yılında New York. Orada çok yaşlı bir adam. Ve yine onun yaşında, sürekli atışıp durdukları bir başkası.
Meğerse onlar Leo ve Bruno imiş. Ve arada neler neler olup bitmiş... Savaşı ve sonunu biliyoruz da, ne entrikalar dönmüş, ne romanlar yazılmış, en değerli edebi yapıtlar ya kaybolmuş, ya da haincesine çalınıp el değiştirmiş...
Tüm bunlar olabilir ya da olmuş olabilir. Ama bu sevdiğimiz yönetmen yarı yolda öylesine kaybolmuş ki...Kolay anlatılamaz.
Aslında film çok güzel bir açılışla başlıyor. Kamera gökyüzünden yavaş yavaş yere doğru yaklaşıp dev bir ağaca odaklanıyor ve ardında sevişen iki genci görüyoruz. İnsanın gözünden yaşlar getiren bir çekim...Ve devamının da böyle geleceğini umuyorsunuz.
Ama öyle olmuyor. Yönetmen senaryoyu da üstlenmiş, ama altından kalkamamış. O zamansal ve coğrafi sıçramalar; o bir gençliği, bir yaşlılığı gösterilen kahramanlar kolay izlenemiyor.
Komedi bölümleri öylesine yapay ve kaba ki...Özellikle Leo ve Bruno’nun yaşlılıkları...Gerçi iki büyük oyuncu, Derek Jacobi ve Elliott Gould oynuyor. Ama o amaçlanan Yahudi mizahına asla erişilemiyor. Belki biraz Lorel-Hardi, daha da çok Grumpy Old Men- İki Hınzır Adam serisindeki Jack Lemmon- Walter Matthau gibi sürekli atışıp duran iki ihtiyar. Woody Allen görse saçını-başını yolar!...
Dramatik bölümler de etkilemiyor. Aslında güzel bir fon müziğine rağmen...Ve bu etnik bir temel üzerine oturan, özellikle de 40’ların Avrupa’sındaki karmakarışık ırk mozaiğine dayalı hikayede, heryerde herkesin sadece İngilizce konuşması da insanın tepesini attırıyor.
Ve sözünü ettiğim yazıda Fransız yazar şöyle diyor: “Film iddialı olduğu ölçüde sinir bozucu ve acınası bir hal alıyor. Tam anlamıyla grotesk bir karabasan bu...Sinema okullarında izlenmesi gereken: neleri nasıl yapmamak gerektiğini görmek için!”..
Ben bu kadar zalim olamıyorum. Ama doğru birşey var: bu filmi izlemenin asıl nedeni gerçekten de bu olabilir. Yani bu çağda, böylesi bir hikayenin nasıl anlatılmaması gerektiğini görmek!...
Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum