Bu Alman-Fransız ortak-yapımı yine ikinci savaşta geçiyor
TRANSİT X X ½
Yönetim ve senaryo: Christian Petzold Görüntü: Hans Fromm Müzik: Stefan Will Oyuncular: Franz Rogowski, Paula Beer, Godehard Giese, Barbara Auer, Lilien Batman, Sebastian Hulk
Alman filmi
Bu Alman-Fransız ortak-yapımı yine ikinci savaşta geçiyor. Ve bize bir dönemde çok popüler olmuş kadın yazar Anna Seghers’in 1942’de yazdığı romanın bir uyarlamasını getiriyor.
Christian Petzold özellikle Barbara ve Yüzündeki Sır- Phoenix filmleriyle benim için fetiş olmuş bir Alman (kadın) yönetmeni. Bu filme de heyecanla koştum. Ama belli bir düş kırıklığı yaşadığımı da söylemeliyim.
Önceki filmlerinin hemen tümünü ikinci dünya savaşına ve Nazilere karşı savaşıma adayan Petzold, burada da benzer bir şey yapıyor. Daha doğrusu başta öyle gözüküyor. İşgale uğramak üzere olan Paris’te buluşan ve kentten kaçmayı planlayan iki Alman’ın konuşmaları kadar, kenti saran ve uzaktan gelseler de savaşı hatırlatan sesler bu izlenimi doğruluyor.
Ana kahramanımız Georg, arkadaşının verdiği mektupları bir yazara teslim etmek için gittiği otelde adamı ölü buluyor: intihar etmiştir. Odada bulduğu evrakta onu ilgilendiren bir şey vardır: Meksika’ya kaçmak için gerekli belgeler..
Olaylar onu bu belgelerle yazarın kimliğine girmeye ve böylece o dönemde herkesin –örneğin Stephan Zweig gibi- kaçmayı arzu ettiği Latin Amerika’ya gitmeye zorluyor. Ve gemiyle yapacağı bu yolculuk için liman kenti Marsilya’ya gidiyor. Ama orada uzaktan gözüken günümüzün yüksek yapıları ve insanların üzerinde modern giysiler vardır. Paris’te de biraz öyle değil miydi?
Bu arada karşısına birçok kişi çıkacaktır. Tanıştığı Kuzey Afrikalı dilsiz bir kadın küçük oğlunu ona emanet eder. Sonra da Marie çıkagelir. Yani ölen yazarın karısı. Kocasının ölümünden habersiz, ona kavuşmanın peşindedir. Ama Georg ona gerçeği söyleyemez. Kadının o arada ilişki kurduğu bir doktor da ayni biçimde Meksika’ya gitme peşindedir.
Bu karışık olaylar serisi şaşırtıcıdır: Bir yandan 40’lardan ve savaştan bir kesit anlatılır. Öte yandan sanki perdede günümüzü izleriz: Göç dalgasıyla, yükselen kentleriyle, kılık-kıyafetiyle...Yönetmen geniş bir parabol çizerek geçmişin günümüzden (ya da tersi) pek farkı olmadığını ve bu olayların her dönemde süreceğini mi göstermek istemiştir? Herhalde öyle!..
Arada birçok şey olur. Ve geminin yolcu adayları sürekli değişir. Gitme şansını başkası için feda etmeler de başlayınca, film sanki birden Kazablanka başyapıtının sularına girmeye koyulur!.
Birçok sürprize ve dramatik şoklara karşın, film giderek yoruculaşır. Hikayeyi izlemekse bulmaca çözmeyle eşleşir. Aşırı iddialı ve özgün bir film yapma çabası lehte olmamıştır. Ve aslında çok güzel bir hikaye, bence kitabın hakkını verememiş, olması gereken ve olabilecek başyapıta dönüşememiştir.
Bir eleştiride bir sinemasever şöyle demiş: “Kitabın ana ögelerini alıp şekilsiz bir yığına dönüştürmüş. Bu sanki 600 kiloluk kıymanın, bir ineğin serbestçe uyarlaması olduğunu söylemeye benziyor. Ayni et olabilir, ama içinden hayat çekilip alınmış olarak!”.
Biraz kabaca da olsa kitabın başına gelen işte böyle birşey. Ama siz görüp kendi kararınızı verin.
Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum