05 Nisan 2023
BİR YILDIZ DOĞUYOR Yönetmen: Bradley Cooper Warner Bros- MGM filmi |
Aynı hikâyenin sinemada tam beş kez anlatıldığı nadirdir. Hem de değişik adlarla değil, biri dışında hep ayni adla, ayni proje olarak...
Elbette farklar vardır. Hem de önemli. İlk uyarlama 1932’de William Wellman tarafından çekildi. What Price Hollywood adıyla... Wellman filmini beş yıl sonra A Star is Born adıyla yeniden çekti. Sinemanın ilk renkli filmlerinden olan yapımda dönem ünlüleri Janet Gaynor ve Fredric March vardı.
Proje 1954’de George Cukor’un önüne geldi. Büyük usta hikâyeye yeni bir boyut vermek için kadın karakterini ünlü bir şarkıcı yaptı. Ve bu rolü perdenin en büyük seslerinden, o yıllarda inişe geçmiş olan Judy Garland’a verdi. Yanında James Mason olduğu halde... Bu ünlü melodram Sinemanın Hazineleri- 50 Unutulmaz Film kitabımda yer almıştı (Remzi Kitabevi, 2017).
Ve son olarak1976 yılında Frank Pierson bir uyarlama daha yaptı. Tümüyle müziğe dayanan ve iki baş kişiyi de şarkıcı olarak ele alan bir filmle... Oyuncuların ayni zamanda ünlü birer şarkıcı olmaları ilginçti elbette...Ve Barbra Streisand ve Kris Kristofferson doğrusu harikalar yarattılar.
Bu yeni uyarlama benzer bir yoldan gidiyor. Bu kez kadın oyuncu ünlü, çok ünlü bir şarkıcı. Ama oyunculukla hiç ilgisi olmamış Yani anlı-şanlı Lady Gaga. Erkekse bu kez ünlü bir oyuncu. Ama şarkıcılığı hiç duyulmadığı gibi, yönetmenliği de, yazarlığı da ilk kez deniyor. Hepsi aynı filmde... Bradley Cooper’daki cesarete bakar mısınız!...
Konuyu bunca filmden belki biliyorsunuz. Ya da bu uzun girişimden kavradınız. Demek ki tanınmış country şarkıcısı Jackson Maine rastlayıp sesini beğendiği, sonra da aşık olduğu genç şarkıcı Ally’yi adım adım şöhrete götürüyor. Ama kendisi yanlış adımlar ve denetleyemediği içki ve uyuşturucu tutkunluğuyla, basamakları birer-ikişer iniyor.
Doğrusu anılan filmlerin tümünü görmüş bir sinema hastası olarak, bu yeni filmden çok şey beklemiyordum. Ama başlarda bayağı umutlandım. Çünkü Jackson Maine’in sesi ve söylediği şarkı öyle güzeldi ki...Cooper’ın şarkılarının tümünü kendi sesiyle söylediğini biliyordum. Ama böylesi bir sesi hiç beklemiyordum.
Ancak şarkıların büyük çoğunluğunu Lady Gaga söylüyordu. Ve hepsini de yazmıştı: çeşitli müzikçilerin katkısıyla... Hele birlikte söyledikleri, müzikal deyimiyle düet yaptıklarında, iki sanatçı mükemmele ulaşıyorlardı.
Ve başta ikisinin tanıştıkları ve transların gösteri yaptıkları gece kulübü bölümü de harikaydı. Önceki filmlerde bulunmayan, bulunması da düşünülemeyecek albenili, esprili bir bölüm. Orada trans-kadınların sesine tutkun oldukları için özel yer verdikleri Ally, bir Edith Piaf klasiğiyle başlıyordu: La Vie En Rose. Ve hikayeye göre kendine besteci olarak güvenmediği için hiç söylemediği bestelerine, ancak hikayenin ilerlemesiyle birlikte başvuruyordu. .
Filmin sonrası biraz daha düşük tempoluydu. Müzikal düzeyi hep yükseklerdeydi. Ama sonuç olarak ezbere bildiğiniz bir hikayeyi artık ilgiyle izlemeniz kolay mı?
Yine de kimsenin hakkını yemeyelim. İlk yönetmenliği olmasına karşın (hemen bir ikincisi geliyor!) Bradford Cooper sürekli olarak akışkan, hareketli ve estetik bir anlatım tutturmayı başarmıştı. Matthew Libatique’in görüntü çalışması enfesti. Ve şarkılar, ister Cooper’in, isterse ve de özellikle Lady Gaga’nın olsun, gerçek bir müzik şöleniydi.
Ki benzer şeyler oyuncular için de söylenebilirdi. Cooper kendini bu role, bu filme adamıştı ve belki en iyi oyununu veriyordu. Lady Gaga ise gerçek bir sürprizdi. Aslında güzel olmayan, hatta kimilerine açıkça çirkin gelebilecek bu tuhaf kadın, film boyunca öylesine karizmatik ve de patetik olabiliyor, öylesine çelişkili, ama zengin ve çok-boyutlu bir kişilik kurabiliyordu ki...
Hatta önceki filmlerin yıldızlarından Judy Garland’ı (belki daha çok kızı Liza Minnelli’yi) ve de Barbra Streisand’i de andırıyordu. Onlar da klasik anlamda güzel kadınlar değildiler ki...
Ve de ikisi arasında şaşılacak bir uyum ortaya çıkıyordu. Belki önceki filmlerden bile daha güçlü biçimde... İkisi de büyük yeteneklerine ve eşsiz özelliklerine karşın zayıf, güçsüz, zavallı insanlardı. Yapabileceklerini ya yeterince bilmeyen, ya da bozuk para gibi harcayan, hayatın en acınası uçurumlarına düşmeye eğilimli.
Ve birbirlerinden alabilecekleri gücü ve direnişi sürdüremiyor, yaşamın dümenlerine ya da doğalarındaki zaaflara karşı yeterince direnemiyorlardı. Talihsiz ve iç burucu bir aşk hikâyesi...
Film sonuç olarak belki bir başyapıt değil. Ama bu neredeyse seriye dönüşmüş filmlerin içinde gururla yer alabilecek bir deneme. Özellikle müzikseverler ve de operavari büyük melodram sevdalıları için...
YARIN: AYDA İLK İNSAN
Batı'da güçlenen Türkiye karşıtlığından içeride beslenme derdinde olan AKP yönetimi ise asıl derdin İsveç'in tutumundan kaynaklandığı, vetonun Rusya'yla alakası olmadığını net mesajlarla vermekten kaçındı.
Tabii bir taraftan da Rusya'nın bunu kendisine dönük bir jest olarak görme ihtimali nedeniyle de mesajlarını muğlak bırakıyor olabilir.
Elbet Türkiye'nin ve onu takip eden Macaristan'ın onay sürecini geciktirmesi NATO'nun Rusya karşısındaki dayanışmasını zayıflatan bir görüntü yaratıyor. Ancak Kremlin'in bunu kendisine dönük bir jest olarak görme ihtimali zayıf. Zira, Türkiye'nin sahada attığı adımlar özellikle de Karadeniz bağlamında Moskova'yı çok da memnun edecek türden değil.
Rusya kendi deyimiyle Ukrayna'ya "özel askeri operasyon" başlattıktan sonra, Ankara bu saldırganlığı "savaş" olarak niteledi. Bu nitelemeye uygun olarak da Montrö Sözleşmesi'nin 19. Maddesini uygulamaya koydu ve böylece savaşan tarafların savaş gemilerine Boğazları kapadı. Savaşan tarafların savaş gemilerine Boğazların kapalı kalmasının tek istisnası var. O istisna, savaş çıktığında Karadeniz dışında bulunan Rus Karadeniz Filosu'na bağlı savaş gemilerinin, ana üslerine dönmek üzere bir defalığına Boğazlardan geçişine imkan tanıyor.
Türkiye 19. maddeyi uygulamaya koyduktan sonra Moskova'ya, "Karadeniz dışında olan Karadeniz Filona bağlı gemilerini geri çağırma, Boğazlardan geçmesinler. Bu tırmandırma olarak görülür, yararlı olmaz" demiş.
Rusya da buna uymuş. Karadeniz filosuna bağlı olup da ana üssünde bulunmayan gemilerin sayısının 20 ile 30 arasında olduğu varsayılıyor. Moskova'nın bugüne kadar bu istisnadan hâlâ yararlanmıyor olması da dikkat çekici.
Tabii Türkiye aslında Montrö'yü genişçe yorumlayıp, Karadeniz'de kıyısı bulunmayan ve resmi olarak savaşan taraf olmadıkları için aslında Boğazlardan geçip Karadeniz'e çıkma hakkı olan ülkelere de gayri resmi olarak Boğazları kapattı. Gayri resmi diyorum; zira özel bir karar yok. Sadece tavsiye var. Özellikle Rusya'nın hasım olarak gördüğü NATO ülkelerine, "Siz de Karadeniz'e savaş gemisi çıkarmayın, tırmandırmaya yol açmasın" tavsiyesinde bulunuldu. Bu tavsiyeye de uyuluyor.
Özellikle Batılı müttefiklerin bununla ilgili tavırlarını sorduğum bir diplomattan şu yanıtı aldım, "hani iki taraf tam birbirine girmeye hazırlanırken, bir üçüncü çıkar, birini omuzlarından tutup, kavgayı önlemeye çalışır. O da engellendiğinden memnundur ama yalandan "Bırak beni, bırak beni" der. Biraz öyle bir durum var. Aslında memnunlar bu durumdan. Gerçekten de NATO ve AB'deki bazı ülkeler Rusya'nın bodoslama üstüne gitmek isterken, bazıları tırmandırmamaya özen gösteriyor.
Öte yandan Rusya'nın 2014'te Kırım'ı ilhak edip, üstüne geçen sene Donbas'a saldırması, Karadeniz havzasını NATO için önemli bir ağırlık merkezine dönüştürdü. Bu ağırlık merkezinde de Rusya'yı dengeleyen en güçlü ülke, elbette Romanya ya da Bulgaristan değil; tabii ki Türkiye.
Karadeniz'de her an Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait bir deniz karakol uçağı, bir denizaltı ve bir fırkateyn ya da korvet görevde bulunuyor. Bu unsurlar da Karadeniz'e ilişkin Tanımlanmış Deniz Resmi'nin yüzde 67'sini NATO'ya gönderiyor. Yani deniz ortamında ne olup bittiğini, su üstü, su altı ve havadaki unsurlardan elde edilen bilgilerle NATO'ya aktarıyor. Daha da önemlisi, Türkiye bu bilgileri neredeyse 10 yıla yakındır Ukrayna'ya da gönderiyor.
Moskova'yı pek de memnun edecek tavırlar değil bunlar.
Türkiye NATO içinde kara koyun olarak gösterilirken, Karadeniz'le ilgili veri toplamanın boşta kalan yüzde 33'lük kısmın diğer NATO ülkelerince sağlanabileceğine dikkat çekiliyor. Romanya gibi bir ülkenin deniz kuvvetlerini Karadeniz'de tutmak yerine, özellikle Türkiye'nin büyük rahatsızlık duyduğu AB'nin İRİNİ operasyonuna bağlı olarak Akdeniz'de bulundurmayı tercih ettiğine işaret ediliyor.
Gelelim Helsinki'nin NATO'ya resmen girmesiyle Türkiye'nin yükünün hafiflediği ikinci konuya. Ankara Finlandiya'ya yaktığı yeşil ışıkla İsveç'in üzerindeki baskıyı arttırmış oldu. "Demek ki, Finlandiya gibi demokratik bir ülke, özellikle Türk karşıtı gruplara yaklaşımı ile Ankara'yı karşısına almaktan kaçınabiliyor, ya da attığı adımlarla Türkiye'nin beklentilerini karşılayabiliyor," mesajını vermiş oldu.
Zira İsveç, Türkiye'nin özellikle terörle mücadele konusundaki beklentilerini karşılamakta zorlanmasına "demokratik standartları" gerekçe gösteriyor. Tabii her ülkenin kendine özgü şartları var; ama sonuçta Türkiye bu gerekçeye karşı, "Finlandiya İsveç'ten daha az demokratik değil herhalde," deme imkanına sahip oldu.
Şimdi İsveç'liler, bir yandan Türkiye ile müzakereleri yürütürken, bir yandan da gözlerini seçimlere çevirmiş durumdalar. Seçim sonuçlarına göre, her iki durumda da, Temmuz'daki NATO zirvesine kadar Ankara'da Meclis'ten onay çıkar mı diye merak içindeler.
Barçın Yinanç kimdir? Barçın Yinanç, 1968 yılında doğdu, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. 1990'da stajyer olarak başladığı Milliyet Ankara Bürosu'nda 10 yılı aşkın bir süre diplomasi muhabirliği yaptı. Ardından televizyon haberciliğine geçerek önce TV8, sonra CNN Türk Ankara Bürosu'nda çalıştı. Türkiye-ABD, Türkiye-AB ilişkilerinin yanı sıra Kafkaslar'dan Ortadoğu'ya, geniş bir coğrafyada Türk dış politikasıyla ilgili gelişmeleri takip etti. Çok sayıda yabancı hükümet yetkilisiyle söyleşiler yaptı, BM, NATO ve AB gibi uluslararası kuruluşların zirvelerini, perde arkası gelişmeleri yerinden haberleştirdi. 2004 yılında İstanbul'a yerleşti, CNN Türk ve Referans gazetesinin ardından İngilizce yayımlanan Hürriyet Daily News'da (HDN) çalışmaya başladı. Haber koordinatörü, yorum sayfası editörü olarak çeşitli görevler aldı; 2010'dan başlayarak on yıl boyunca gazetenin pazartesi söyleşilerini gerçekleştirdi. Bu süre boyunca dış politika analizlerini yazmaya devam etti. Pek çok uluslararası düşünce kuruluşunun toplantılarına konuşmacı, kolaylaştırıcı olarak katılıyor, yabancı yayın organlarının yayınları için yorumlar yapıyor. AtlatmaHaber adlı podcast serisini hazırlayan Yinanç Diplomasi Muhabirleri Derneği, Uluslararası Kayak Kayan Gazeteciler Derneği (Ski Club of International Journalist) ve Dış Politikada Kadınlar platformunun üyesi. Son yayını; Women, Peace and Security Agenda in Turkey and Women in Diplomacy: How to Integrate the WPS Agenda in Turkish Foreign Policy (Türkiye'de Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası-Diplomaside Kadın: Türk Dış Politikası'na Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası nasıl dahil edilir) başlığını taşıyor. Aralık 2020'de itibaren T24'te yazan Barçın Yinanç, T24 ekranında da, her hafta Metin Kaan Kurtuluş'la birlikte "Dış Politika ile İçli Dışlı" adlı programı yapıyor. |
Ne muhalefetin ne toplumdaki AK Parti karşıtlarının “dış güçlerden” bir beklentisi var. Asıl beklentisi olan iktidar. Bu beklentilerinin karşılanması için vereceklerinin, yapacaklarının sınırı ne acaba? Bunu da sorgulamak gerekiyor
Avrupa ile Türkiye arasında yeni bir yakınlaşma süreci var. Ancak AB Türkiye’ye baktığında Rusya’ya karşı büyük bir ordu ve savunma sanayii görüyor. Ne Ankara ne de Avrupa’nın, Türkiye’deki demokratik geri gidişin tersine dönmesi konusunda niyeti-isteği var.
ABD ile Avrupa arasındaki ayrım genişliyor. ABD, Rusya’yla ilişkileri düzeltmek isterken Avrupa’nın gözünde Rusya en büyük tehdit olmaya devam ediyor. Ankara, Rusya’yı nasıl konumlandıracak? Avrupa gibi, Rusya’yı hasım olarak mı görecek; yoksa ABD gibi “Ben Moskova’yla ilişkilerimi bağımsız yürütürüm” deme gücüne sahip mi?
© Tüm hakları saklıdır.