Sinemaya aktarılmış yazar biyografilerinin en iyilerinden biri
ÇAVDAR TARLASINDAKİ ASİ (Rebel in the Rye) X X X X
Yönetim ve senaryo: Danny Strong Görüntü: Kramer Morgenthau Müzik: Bear McCreary Oyuncular: Nicholas Hoult, Kevin Spacey, Sarah Paulson, Zoey Deutch, Hope Davis, Victor Graber, Tim Daugherty/ Amerikan filmi
Amerikan yazarı D. J. Salinger’in Catcher in the Rye romanı bugüne dek dünyada 65 milyon satmış!... (Bizde Yapı Kredi Yayınları’nın tam 53. baskısı var: Çavdar Tarlasında Çocuklar adıyla ve Coşkun Yerli çevirisiyle).
O 65 milyonun arasında değilim ne yazık ki...Bu romanı okuma fırsatım olmadı. (Ama bunu hemen yapacağım!). O açıdan, aslında bu eleştiri için de yeterli olduğumu sanmıyorum. Ama ne demişler: “duty calls- görev çağırıyor”. Ve ben de yazıyorum.
Kendine özgü bir yazar, çok özel bir kader. Jeremy David Salinger 1919 New York doğumlu. İyi bir aileden: babasının iş hayatı sayesinde...Ve baba ısrarla ona da benzer bir hayatı öğütlüyor. Vaktiyle piyanist olmak isteyip bunu ailesi yüzünden yapamamış olması bile adamın inadını kırmıyor.
Ama genç Salinger’in gözü sanatta, yazarlıkta...Ve asıl destekçisi anlayışlı annesi. Ancak yazar olmak ve ABD’de (giderek tüm kapitalist sistemde) yazdıklarını yayınlatmak kolay değil,,,
Çabaları sürerken, çok ünlü yazar Eugene O’Neill’in kızı Oona’ya aşık oluyor. Tam evlenmeyi düşünürlerken, kadın bir başkasına kaçıyor: Charlie Chaplin’e, yani ünlü sinema dehasına. O yıllarda Oona’nın babası yaşında olsa da...
Ona ilk inanan, ilk elini uzatan, Columbia üniversitesi edebiyat öğretmeni Whitt Burnett. Onunla ilişkisi hayatına yön veriyor. Ama sonra ona duyduğu büyük sevgi ve saygı, tek bir olay nedeniyle nefrete dönüşecek ve bu hep öyle sürecektir.
Ve sonra birden gelen savaş. Pearl Harbor’dan sonra ABD’nin de katıldığı savaşa gencecik ve ürkek bir adam olarak gider. Ve Fransız topraklarındaki ünlü Normandia çıkarmasına katılır.
Savaşta yaşadıkları, anlamlı bir özetle verilen büyük bir travmadır. Kişiliğini derinden etkileyecek olan korku, ölümle burun buruna gelip hayatta kalmanın benzersiz macerası.
Ve 1946 yılını bulan yurda dönüşünde, yükselme çabaları yeniden başlar. Yani yazmak, sürekli yazmak. Ve yazdıklarını yayınlatmaya uğraşmak. Hocasının Story dergisinde ya da edebiyata geniş yer veren Newyorker’da... Ama tüm çabaları uzun süre duvarlara çarpar: özellikle medyadaki yeteneksiz, ama ihtiraslı yöneticilerin oluşturduğu...
Sonunda efsanevi romanı Catcher in the Rye’le tüm zamanlarda sürecek bir başarıya ulaşır ve bir anda büyük şöhret olur. Ancak o ‘yayınlatma uğraşı’nın ruhunda yaptığı tahribat öylesine büyüktür ki.. Bir daha hiçbir yazısını yayınlatmama kararı alacak kadar....
Ve o roman yıllar boyu her yerde ve her kültürde sürekli yayınlansa da, Salinger’den hiçbir yeni çıkış gelmeyecektir. 2010’da, 91 yaşındaki ölümüne dek... Kendisini dış dünyadan koparıp içine kapanmasında, vaktiyle tanıdığı bir rahipten öğrendiği Budizm öğretisinin de etkisi olacaktır.
Film bence sinemaya aktarılmış yazar biyografilerinin en iyilerinden biri. İyi oynanmış, yazarla yazdıkları arasında en sağlam bir ilişkiyi ve de dönemiyle en iyi bağları kurmuş olanlarından...
Yine de IMDB’de ciddi karşı eleştiriler var. Özellikle Amerikalı okurlardan gelmiş. Yazar üzerine yazılmış bir diğer özyaşam öyküsünden ve bir belgeselden söz ediyor ve bu filmi biraz ‘hafif’ buluyorlar.
O görüşlere saygım var. Ne de olsa ayni kültürden geliyorlar. Ama ben filmi sevdim. Ve özellikle edebiyat tutkunlarına içtenlikle tavsiye ederim.
Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum