1914’ün Van’ında ve Ermeni isyanı fonunda bir aşk üçgeni
Bilmeye değer bir dönemi hatırlamak için çok iyi bir fırsat, rahatlıkla izlenen bir dönem filmi
OSMANLI SUBAYI X X X
(The Ottoman Lieutenant)
Yönetmen: Joseph Ruben Senaryo: Jeff Stockwell Görüntü: Daniel Aranyo Müzik: Geoff Zanelli Oyuncular: Michiel Huisman, Hera Hilmar, Josh Hartnett, Ben Kingsley, Haluk Bilginer, Affif Ben Badra, Paul Barrett, Jessica Turner, Peter Hosking, Hasan Say, Ayşen Sümercan, Selçuk Yöntem, Eliska Slansky, Deniz Kılıç Flak, Murat Seven, Brian
Caspe/ABD-Türkiye ortak-yapımı.
İlginç bir film...Kimi Türk yapımcılarla Amerikan sermayesinin bir araya gelişi. Biraz Türk destekli, ama temelde yabancı (Amerikan) bir ‘casting’ (kadro).
Ve Türk tarihinin önemli, giderek yaşamsal bir aşaması. 1914 yılında, ilk dünya savaşı patlamak üzeredir. ABD’de zengin bir aileye mensup, ama çevresindeki birçok şeyden, özellikle de ırkçılıktan nefret eden ve hayatına soylu bir amaç arayan bir genç kız, raslantı sonucu çok uzaklarda, Doğu Anadolu’da bir misyonda çalışan vatandaşı bir doktorla tanışır.
Ve doktor Jude sayesinde o uzak diyarda olup bitene ilgi duyar; oraya gidip hemşirelik bilgisiyle yardım işlerine katılmaya karar verir.
Orada karşısına çekici bir Türk erkeği çıkar: Osmanlı subayı İsmail. Kader onları daha İstanbul’a varır varmaz buluşturur. Sonra da birlikte Anadolu’ya çıkarlar ve kendilerini Van civarındaki kargaşanın içinde bulurlar.
Savaşla birlikte dört yandan istilaya uğramaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu, isyancı Ermeniler, işgalci Batı, toprak peşindeki Ruslar ve yanı başında hep kaynayan Orta Doğu bataklığı içinde, yıkılmasıyla sonuçlanacak bir büyük maceraya atılmıştır.
Ama tüm bunlar bizim için sadece bir fondur. Ön planda ateşli bir aşk üçgeni izleriz. Doktor Jude, genç hemşire Lillie’ye abayı yakmıştır. Ama onun gönlü de aslında görevine yoğunlaşmış İsmail’dedir.
Ve üç genç insan, o savaş ve kıyım dekorunda gergin bir tutkuyu sonuna dek yaşayacaklardır.
Film ana işlevi olan bu tutkuyu gayet iyi işliyor. Doktoru oynayan Josh Hartnett’in dışında tanımadığımız genç oyuncular rollerine iyi asılıyorlar. Kendi adıma İsmail ve Lillie’yi, yani Michiel Huisman (ki kendisi ünlü Game of Thrones dizisinden ‘müdevver!’) ve Hera Hilmar’ı çok beğendim.
Yanlarında her daim ilginç büyük aktör Ben Kingsley, bizden Haluk Bilginer ve diğer yan oyuncular olduğu halde... Bu arada rolleri minik olsa da iki dosta, Selçuk Yöntem ve Ayşen Sümercan’a bir küçük selam yollayalım!..
Film aslında bildiğimiz, ama pek gidip görmediğimiz bir Doğu Anadolu dekorunu iyi veriyor. Olaylar yer yer kullanılan dönemin haber filmlerinin de katkısıyla hatırlatılıyor. Özellikle Ermeni olayına oldukça yansız ve dürüst bir bakış getiriliyor. Bizim ulusal görüşlerimize hayli yakın, ama hiçbir kesimi yaralamayan ve itiraza pek fırsat tanımayan...
Özellikle ilk baştaki zencilerin hastanelere bile alınmadığı bir Amerika’yı gösteren sahneler, ırkçılığın en modern sayılan toplumlarda bile nasıl varolduğunu iyi kanıtlıyor. Ve filmin bütünü içinde ayrı bir anlam kazanıyor.
Ayrıca Amerikan ekibinin ayni dine sahip Ermenileri, Müslüman Osmanlı’ya tercih edişleri de beliriyor. Hatta yer yer hasta veya yaralı kayırmalarda bile...
Sonuç olarak unutulmuş, ama bilmeye değer bir dönemi hatırlamak için çok iyi bir fırsat, rahatlıkla izlenen bir dönem filmi.
Ancak kimi kusurları da yok değil. Başta dil sorunu: İngilizce öylesine egemen ki... Gerçi yer yer Türkçe ve Ermenice laflar ediliyor. Ama kimi kilit sahnelerde, örneğin İsmail’le Ahmet’in, yani iki Türk’ün başbaşa bir suikast düzenledikleri bölümde İngilizce konuşmalarının hiçbir izahı yok!..
Bir de sözü edildiği ve kayıkla burnunun dibine kadar gelindiği halde, Van gölündeki Akdamar adasının ünlü kılisesi niye gösterilmiyor, anlamadım. Oysa o kılisenin eşsiz freskleriyle gösterilmesi, özellikle batılı seyirci açısından önemliydi: "Biz o hazineleri o karışık günlerde bile koruduk. Ve bugünlere geldiler diyebilmek" için...
Yine de biz Türk seyirciler için özel bir cazibesi olan, ama uluslararası düzeyde de yankı yapabilecek bir film.
Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum