23 Eylül 2013

Başka İstanbul var(dı)!

Bugün İstanbul’un kuytu bir köşesinderehber kitaplar ve haritalarda izine rastlayamayacağınız esrarengiz bir tarihi kule yükselir

 

Bugün İstanbul’un kuytu bir köşesinde rehber kitaplar ve haritalarda izine rastlayamayacağınız esrarengiz bir tarihi kule yükselir. Yığma taştan yapılmış, kare biçimli 1500 yıllık bir kuledir bu! Hikayesini deştikçe, İstanbul’da bir “Aşk Şiirleri Festivali” düzenlemek için ondan daha uygun pek az yer bulunduğunu düşünmüşümdür. Tabii bu ülkede zaman kötülerle el birliği halinde bütün güzel potansiyelleri silip götürmek üzere işliyor. Anlatacaklarım işte bu silinişin hikayesidir...

Yıl 1981. Aylardan Mart. İTÜ’lü dört dağcı arkadaş( Emre, Ömer, Ümit ve ben), bir Erciyes tırmanışı öncesinde mukavemet egzersizi olsun diye sırtımızda Polonya pazarlarından alınmış çantalar ve yüklerle İstanbul’un kuzeyinde uzun bir yürüyüş yapmaya karar vermişiz. Haritadan 30-35 km’lik basit bir rota belirledikten sonra kendimizi ilk hafta sonu, otobüsle Bahçeköy’deki Orman Fakültesi’ne, yani start noktamıza atıyoruz. Yolun karşısına geçiyor ve bugün fidanlığın bulunduğu yerden ormana giriyoruz. Önce dar patikalardan ilerliyoruz. Topuzlu Bent ile Valide Bendi arasındaki ormanlık alandan geçerek yaklaşık 5 km sonra mükemmel manzaralı bir sırt hattına denk geliyoruz.

Deniz seviyesinden 130-140 m. yükseklikteyiz. Az ötemizde viran bir kule var. Şehrin ıssız kuzeyinde adeta bir ıssızlık abidesi gibi duruyor. Civarda Kuzey Ormanlarına, Karadeniz’e ve aslında dört bir yöne bu denli hakim başka bir yer yok.

Hemen yığma taştan inşa edilmiş kulenin içinde alıyoruz soluğu. Tarihte askeri amaçlarla kullanılmış bir gözetleme kulesi olabileceğini düşünüyoruz. Duvarlardaki farklı dokular yapının değişik dönemlerde onarım gördüğünü gösteriyor. Kulenin iki katı varmış, belli. Ama bu iki katı birbirinden ayıran zemin ile çatı çökmüş. İçerisi moloz yığını olsa da hayvan bağladıklarına dair izler var. Kuleyi tavaf ettikten sonra az ilerisindeki heybetli meşe ağacının dibine çöküyor ve İstanbul aşkımızı gözetlemeye koyuluyoruz. Bu güzelliğe alışkın alakargalar az sonra bizi yalnız bırakıyorlar. Bakıyoruz ki, “Başka İstanbul Yok” dedikleri şu alemde meğer başka bir İstanbul var. Evet, başka bir İstanbul var! Varmış, yani!

Kuzeye doğru baktığımızda yemyeşil bir vadide süzülen bir derenin ağzında Kilyos kumullarını ve ardında Karadeniz’i görüyoruz, masmavi. Doğumuzdaki ormanlık arazinin içinde küçük, yeşil sevimli bir köy, Zekeriyaköy var. Batımızda  kilometrelerce orman uzanıyor, tek bir yerleşim yok. Kuzeybatımızda, aşağıda, hayvancılık ve odunculukla uğraştığını tahmin ettiğimiz sevimli bir muhacir köyü görülüyor: Uskumruköy! Vadi inekler, koyunlar ve çoban köpekleriyle dolu.

Pastoral vadiye nazır keyifli molamız sona erince Uskumruköy’e doğru alçalıyor, tarlaların arasından köpekleri kollayarak köye giriyoruz. Köyün, biri ihtiyarlar, diğeri gençler için işlev gören iki kahvehanesi o tarihlerde yanyana. Sırayla ikisinde de birer çay içiyoruz. Yerel halk İstanbul’un bir çok yerinde olduğu gibi, orada da o kadar yerel (!) değil. O yüzden kuleyle ilgili bilgileri yok. Yaşlılar kahvehanesindeki bir amca, “benim malumatım yok” diyor; yandaki gençler kahvehanesinden biri ise, “valla eski bir şey olacak ama, pek bilmiyoruz” diyor.

Güzel kış güneşi altında çaylarımızı içtikten sonra kuzeye yürüyor ve Sarıtepe ile Tatlısu mevkii arasından -bugün Boğaziçi Sarıtepe Kampüsü’nün bulunduğu noktada- bakir bir kumsala ulaşıyoruz. O tarihte civarda ne bir yurt ne de başka bir yapı var. Kıyıda mübadele öncesinden kalmış olduğu izlenimi veren bir-iki küçük taş kulübe.

Bahçeköy’de başlayan yürüyüşümüz Kilyos, Rumeli Feneri ve Rumeli Kavağı güzergahını takiple Sarıyer’de sona eriyor. Rumeli Feneri çıkışında kısa bir süre gözaltına alınıyoruz. Çünkü askeri bölgelerle çevrili köye giriş-çıkışlar denetime tâbi ve zincirlerle kesilmiş. Yoldan o yıllarda zaten tek tük geçen araçlar durduruluyor ve zincir ancak askerin kimlik kontrolü sonrasında açılıyor. Köye girişimizi araçla ulaşılabilen tek yoldan, Sarıyer tarafından yapmadığımız için, haliyle “anarşist” olmadığımızı kanıtlamamız gerekiyor. O yıllarda “format” böyle! Ortada bir suç olmasa da, bazen senin hangi suçu işlemediğini kanıtlaman lazım. Falanca yerlere isimlerimiz bildirilecek, resmi cevap beklenecek filan. Bir de, “minibüs varken niye yürüyoruz ve ne işimiz var buralarda, memleketimiz nere”, bunları anlatmamız lazım. Ümit, Erciyes’e tırmanış hazırlığımızı ima edercesine “planımız uyarınca” falan diye lafa girişince, cümlesi tamamlanamadan orta yerinde kesiliyor: “Ne planıymış o!!!”

Hayat biz bir takım “planlar “yaparken başımıza gelen şeylerin toplamından ibaretmiş, onu o yıllarda pek bilmezdik. İstanbul’un kuzeyine yönelecek olası bir tehdidin hangi planlarla nereden geleceğini askerin de bilmediği aşikardı.

Son düzlükteki bu tatsız serüvenimiz insanın içini ürpertince, aklım bir kaç saat önce arkamızda bıraktığımız pastoral dünyanın tepesindeki ıssızlık abidesinin hafızamdaki sıcaklığına kayıyor.

O gün bölgeden ayrılırken çobanlara emanet ettiğimiz kuleyi uzun yıllar hiç görmüyorum. Hiç bir yerde bir bilene de rastlamıyorum. Kuleyi ardımda bıraktıktan 5-6 yıl sonra yolum İngiltere’nin Sheffield kentinde eski bir kitapçıya düşüyor. Bu kitapçının tozlu raflarında elime John Murray’ın “Handbook for Constantinople” isimli, 1893 baskısı bir kitap geçiyor.

\

 

Kitapta yıllar önce yürüyerek dolaştığımız bölgeden bahsedildiğini fark edince merakım artıyor. Boş bulduğum bir iskemleye çöküp hızla sayfalarını karıştırıyorum. Kısa bir süre içinde kuleyle ilgili bilgilere de rastlıyorum sayfalar arasında: Adı Ovid Kulesi imiş!

Meğer Murray’dan önce de G. L. Dawson Damer’ın 1841 tarihli “Diary of a Tour in Greece, Turkey, Egyptand The Holy Land” isimli gezi güncesinde adı geçermiş Ovid Kulesi’nin.

Erken uyarı işlevi olan bir Bizans kulesiymiş Ovid. Geceleri bu kulede meşaleler yakılırmış. Boğaz’a yaklaşan gemiler bu kulenin ışığını görünce özellikle fırtınalı havalarda çok tehlikeli olan Cyanean Kayalıklarına, yani Kilyos Kayalıklarına çarpmamak için önlem alırmış. Ancak civardaki bazı haydut çeteleri başka yerlerde ateşler yakıp gemileri kayalara yönlendirir, sonra da kazaya uğrayan gemileri ve kazazedeleri soyarlarmış.

Bu kaynaklara bakılırsa, kulenin alt katı 6. yüzyıla, üst katı ise 11. -12. yüzyıla tarihleniyor. Demek ki, 1981 yılında Uskumruköy yakınlarında başka bir İstanbul’u seyre koyulduğumuz kule en az 1500 yıllık. Belki İmparator Jüstinyen de buralara geldi ve bizim gibi “başka İstanbul”u burada gördü.

Ovid Kulesi’nin adı Romalı bir şair olan Publius Ovidius Naso’dan (İÖ 43  – İS 18) geliyor. Roma yakınlarındaki Sulmona şehrinde doğan Ovidius, Latin dilinin ve Roma’nın en büyük şairlerinden biri kabul ediliyor. Atina’dan Anadolu’ya çok yer gezip aşk şiirleri yazan Ovidius’un eserleri klasik mitolojinin de en önemli kaynakları arasında sayılıyor.

\

Sevmek için çırpınan, en derinindeki özleme seslenen bir yüreğin şiirlerini barındıran “Ars Amatoria” (Aşk Sanatı), Ovidius’un baş yapıtlarından biri. Tıpkı mitolojik kahramanların partnerlerine yazdığı hayali aşk mektuplarından oluşan “Epistulae Heroidum” gibi, “Metamorphoses” gibi.

Ancak meyve veren ağaç Roma’da da taşlanıyor. Ovidius bir gün apar topar tutuklanıp İmparator Augustus tarafından Köstence’ye sürgüne gönderiliyor.  İnsanların tek bir kelime bile Latince anlamadığı topraklara, bir şair olarak!

Onun Tuna nehrinin Karadeniz’e açılan noktasındaki küçük bir şehre sürgün edilmesi Klasik Antik Çağ’ın en büyük gizemlerinden biridir. Bazıları şiirlerinde çokeşliliği özendirici oluşuna yorar sürgününü. Kimileri ise bunun bir bahane olduğunu, gerçek nedenin farklı olduğunu ileri sürer. Şair ise görülmemesi gereken bir şeye tanık olduğunu ve bundan ötürü imparatorda önünü alamadığı bir kızgınlığa sebep olduğunu ifade eder şiirlerinde. Ancak ne gördüğünü açık açık yazamaz. Bir yanlış anlamanın kurbanı olduğunu, aslında hiç bir suçu bulunmadığını düşünür. Latin dünyasının en büyük şairi sürgün yıllarında Augustus’a ve halefi Tiberius’a mektuplar yazarak affını ister. Ancak bu mümkün olmaz ve Ovidius 10 yılını sürgünde geçirdikten sonra yine burada son nefesini verir.

Ovidius’un Uskumruköy ile ilişkisi ise hâlâ bir muamma. Kulenin adı neden Ovid Kulesi, bilen yok! Ovidius sürgüne giderken sadece gemiyle yakınından mı geçti, ya da bu civarda mı konakladı? Köstence’deki zorunlu ikameti sırasında buralara gelme şansı mı buldu? Bilmiyoruz! Benim gönlümdeki olasılık, şiirlerinden en az birini buralarda yazdığı şeklinde. Hangisi, artık ona edebiyat tarihçileri karar versin.

Tek bilinen, tarihi kayıtlarda kulenin adının Ovid Kulesi olarak geçtiği. Bugün İstanbul’la ilgili rehber kitaplarda ve haritalarda pek izine rastlayamayacağınız Ovid Kulesi, ‘90’lı yılların sonunda ciddi bir restorasyon gördü. Uskumruköy yukarı mezarlığının yakınlarında, Atlas Çiçeği Sokak’taki kule, bir tesisin parçası olduğu için bir zaman öncesine kadar gezilebiliyordu. Bugün o işletme epeydir kapalı. Kulenin de etrafı çitlerle çevrili olduğundan görmek için biraz cambazlık yapmak gerekiyor.

Ovidius’un sürgünde öldüğü Köstence yakınlarındaki Mika Tepesi’nde de bir Ovid Kulesi yer alıyor. Yine bunun gibi kare planlı. Köstenceliler 1990 yılında Ovidius’un adına şehirlerinde bir üniversite bile kurdular. Bizdeki tek izi olan Ovid Kulesi ise mezarlığın yakınında, adeta onun bir parçası olmayı bekliyor. Tıpkı yanıbaşındaki Kuzey Ormanları gibi.

\

Bugün Ovid Kulesi’nin etrafında o eski pastoral güzellikten eser yok. Köylü bahçelerini, meralarını sattı. Etraf son yıllarda hızlanan inşaatlar için yürütülen hummalı faaliyetin toz toprağına ve gürültüsüne boğuldu. At çiftlikleri tasını tarağını topluyor. Civardaki ormanlık bölge de kısa bir süre önce Kuzey Marmara Otoyolu için tıraşlandı.

Hayat Latin dilinin en büyük ustalarından biri üzerinden aşka küçük bir fırsat tanımıştı. Bu fırsatı kullanamadık. Başka bir İstanbul vardı. Onun da kıymetini bilemedik. İstanbul’un son ıssızlık abidesinin de bu unvanını kendi ellerimizle söktük aldık. Bir gün kadir kıymet bilip ihya edilir mi oralar? Meşaleler yakılıp kulede bir “Şiir Okuma Akşamı” düzenlenir mi mesela? Haramiler kayalara vurur mu meşaleler yanınca?

Bilemem!

Bugün için elimizde sözcüklerden başka bir şey yok. Bir benim, bir de Ovidius’un. Herkesin benim lisanımı konuştuğu İstanbul’da benim sözlerim bitti. Biraz da kendi dilinden anlamayanların diyarına sürgün edilen Ovidius’un sözlerine kulak verelim:

 

Gizli hislerini dök dökebildiğine artık bürü gizemli sözcüklere

sadece kendisi için söylediğini hissedebileceği şekilde:

şarapla incecikten sevgi remizleri karala,

okusun, kalbindeki kadının kendisi olduğunu, o masada:

ateşini itiraf eden gözlerinle bak gözlerine:

sen hep sus, sesin ve dilin bakışların olsun.

İlk sen kap onun dudağına değen kadehi,

Yudumladığı yerden sen de yudumla:

parmaklarını hafifçe dokundurduğu bir yiyeceği

uzanıp sen al, alırken de dokundur elini ellerine.

 

(“Aşk Sanatı”, Publius Ovidius Naso, Latince Aslından Çeviren: Çiğdem Dürüşken, İş Bankası Kültür Yayınları, 2011)

 

@akdoganozkan

 

Yazarın Diğer Yazıları

“Silahlanmayı yüzde 50 artırın” planı

NATO ülkelerinin silah harcamalarını yeterli görmeyen Trump, seçilmesi halinde, ittifak üyesi ülkelerin GSYİH’larından silah sanayine ayırdıkları payı Soğuk Savaş dönemi oranına, yani yüzde 3’e çıkarmayı planlıyor

Orta Doğu’da nükleer bir savaşın eşiğinden mi dönüldü?

İddiaya göre, İran’ın bütün altyapısını etkisiz hale getirecek bir elektromanyetik saldırı için nükleer başlıklı silahlarıyla havalanan bir İsrail jeti, Ürdün hava sahasında Rus jetleri tarafından düşürüldü. İddia teyit edilemediyse de pek çok soruyu beraberinde getirdi

Füze saldırılarının görünmeyen koridor boyutu

İsrail ile İran arasındaki karşılıklı füze saldırıları, ABD’nin Orta Doğu'da Çin'in artan nüfuzunu dengeleyecek bir ağırlık merkezinin sacayaklarının inşa sürecine de katkıda bulunuyor