Farklı seslere, renklere, anlayışlara tahammül etme konusunda, bu topraklardaki yaklaşımın bir örnek olduğu meselesini hep göz ardı ettik! Oysa kendimiz dışında kim olursa olsun, yok farz etme anlayışı üzerine inşa ettiğimiz kumdan kalelerimiz tam da bu yüzden her seferinde yıkılıp duruyorlardı. İşte bu yüzden özgürlük, adalet, liyakat, vefa gibi kavramlar ile bu kavramların kurumsal bir temel üzerinde yükselmeleri mümkün olmuyordu. Ülke içerisinde yaşadığımız bütün karşıtlıkların arka planında yine bu bitip tükenmeyen, en demokrat olan biziz anlayışı yatıyordu. Kendi haklılıklarımızı ortaya koymanın yolu, karşı cenahta olup biten her şeyin yanlış olduğu vurgusu üzerine kurgulanıyordu. Böyle diyerek Osmanlının son dönemini ve ardından gelen cumhuriyetin 94 yılını geride bıraktık. Bugünlerde çok moda olduğu için yine onunla başlayalım II. Abdülhamit bu konudaki en çok tartıştığımız isimlerden birisi. Kimimize göre Kızıl Sultan, kimimize göre ise Ulu Hakan. Son günlerde çok konuştuğumuz eğitim meselesi üzerinde bu topraklarda ilk adımı atan ve cumhuriyeti kuran kadronun da önünü açan isimdir II. Abdülhamit. Tabii biz her zaman olduğu gibi yine ideolojik perspektiflerimiz üzerinden olan biteni değerlendirme yoluna gitmeyi ‘demokratlık’ sandığımız için de, ülke tarihimizin bu önemli figürlerinden bir tanesini hiçbir zaman gerçek anlamda ne konuşabildik ne de anlayabildik. Benzer durum Kurtuluş savaşı yılları ve ardından gelen devletin yeniden teşkilatlanması sırasında yaşananlar için de geçerlidir.
Ne darbeleri ne de darbelerin arkasında yer alan toplumsal etkileri yıllarca konuşabildik, yazabildik. Hatta ordunun bu kadar çok siyasal hayatın içerisinde olduğu buna karşın üzerine neredeyse hiç bilimsel çalışma yapılmadığı çok ama çok az ülkeden bir tanesi olmayı bile normal kabul ettik. Fikirlerin özgür bir ortam içerisinde serpilip, karşılık bulabileceğini ve ardından gelen kültürel anlamda rol modeli olma meselesini ise yine kendimizce yorumlama ve yine kendimize benzetme yolunu seçerek, heba ettik! Daha baştan bize uymaz dediklerimizle, neden böyle olmalıyız dediklerimiz arasındaki hengame içerisinde binlerce gencimizi toprağa verdik. Zindanlarda çürüyenler, umutları ile birlikte hayat enerjileri de tükenen on binleri de bu listeye eklediğimiz zaman, koskoca bir jenerasyonu nasıl biçip geçtiğimizi de şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Belki anlıyoruz ama durum değişmiyor, oynanan oyunlar farklı gibi gözükse de bizim olan bitene verdiğimiz tepkiler, her nedense hep aynı kalmayı sürdürüyor. Olacakları önceden öngörme ve bu doğrultuda planlar yapmak suretiyle yaşayabileceğimiz tahribatları en aza indirgemeyi hiç ama hiç tercih etmiyoruz. Her seferinde testi kırılıyor ve kırılan testinin arkasından toprağa karışan suyun ardından baktığımız gibi bakmayı maharet sayıyoruz. İşte tam burada yine batıdan aldığımız kavramlarla olan imtihanımız belimizi bir kez daha büküveriyor. Faşizmden girip sosyalizmden çıkan, bunlarda kar etmediği noktada milliyetçilik, muhafazakarlık, evrenselcilik söylemleri ile dil döken aydınlarımız açısından en kıymetli kelime olan demokratlık karşımıza çıkıveriyor.
Fakat bizdeki demokratlık kavramının gündelik hayat içerisinde bulduğu karşılık da yine lafı ithal ettiğimiz batıdaki karşılığından çok farklı bir pozisyona karşılık geliyor. Bizler sıradanlığın içerisinde tek tipleştiren bir demokratlığı savunuyoruz. Bize göre demokrasinin olmazsa olmazları ile evrensel demokratik standartlar arasına ‘ama, fakat, lakin’ gibi bağlaçlarla ‘ülkemizin içinde bulunduğu koşullar, ülkemizin içinden geçtiği kritik dönemeç’ cümleleri giriveriyor. Her toplumsal görüşe eşit mesafede olma ve onların hakkını kendilerini ifade edebilme özgürlüklerini savunma yaklaşımı, burada şekil değişikliğine uğruyor. Zaten böyle olduğu için de bu topraklarda bir türlü tüm toplumsal kesimlerin seslerini, kaderlerini, beklentilerini dillendiren bir duruş ve bu duruştan beslenen bir anlayış filizlenemiyor. Herkesin kendine demokrat olduğu bir yerde başta adalet olmak üzere toplumu bir arada tuttuğunu öngördüğümüz bütün hatırı sayılır kavramsallaştırmalar da anlam kaymasına uğrarlar. Hatta sadece bununla da kalmayıp siyaset alanından başlayarak tüm yaşam alanlarımızı da erezyona uğratmayı sürdüreceklerdir.
Demokratlık konusunda bu ülkenin sağ’ı da, sol’u da hiçbir dönem iyi sınavlar vermemişlerdir. Benzer durum kendisini ilerici, çağdaş, laik olarak görenler açısından da maalesef böyle tezahür etmiştir. Her ne kadar bu cenahtakiler, demokratlık konusunda kendilerini yerlere göklere sığdırmama gibi bir anlayış içerisinde olsalar da, durum bu minval üzerinde cereyan etmektedir. Bunun en son örneği ise Cumhuriyet gazetesinin Nuray Mert’in yazılarına son vermesi durumudur. Milli eğitim bakanlığının müfredattan evrim teorisini kaldırması tartışması ile başlayan gelişmeler karşısında Nuray Mert’in yazdıklarına en sert karşılık yine kendi gazetesindeki köşe yazarlarından gelmişti. Karşılıklı atışmalar şeklinde ilerleyen süreç bir açıdan son derece sığ ve iç karartıcı giden köşe yazılarına karşı başka bir pencerenin açılmasını da sağlamıştı. Kendi köşelerinden aynı minvalde sözleri tekrarlamak yerine tartışmanın fitilini ateşleyen bir anlayışla karşı karşıya kalmış ve farklı görüşleri okuyabilme imkanına kavuşmuştuk. Oysa bugün gazetenin yayın politikalarını bahane ederek almış olduğu kararla yine aslımıza rücu etmiş olduk: Bize Özgü Demokratlık! İşin ilginç yanı gazetenin internet sayfasında bu olanlar konusunda en ufak bir bilginin dahi verilmiyor olmasıdır. Başka gazeteler ve haber siteleri bu konuda okuyucularını bilgilendirme yoluna giderken, gazete kendi okuyucularını bu haktan mahrum bırakma yolunu seçmekte ve suskunluğu tercih etmektedir.
Tartışmaların bir hayli eskiye dayandığı gazetecilik dünyamızın, bugün iyice sığlaşma ve bayağılaşma tehlikesi ile karşı karşıya olması üzüntü vericidir. Demokrasi kelimesini ağızlarından eksik etmeyen ve her sözlerinde demokratlıktan dem vuranların ise farklılıklara tahammül göstermemeleri de ülke olarak bizlerin makus talihimizdir. Demokratlık abidelerinin, kendileri gibi düşünmeyen, yaşamayan, hissetmeyen herkesi bir örnek kalıpların içerisine sokmaya çalıştıkları rejimin adı tarih boyunca demokrasi olmamıştır. Birlikte yaşama kültürünü hayata geçiremediğimiz, birbirimizi dinlemeyi beceremediğimiz ve birbirimize kendi anlayışlarımızı dayattığımız sürece demokratik bir rejim hülyası görmeye devam edeceğiz demektir. Ötekinin olmadığı, saygının sadece tek taraflı işletildiği ve hayatın akışının belirli bir bakış açısı üzerinden okunduğu tüm yaklaşımlar totaliterliğin tarlaları olarak işlev görmeye başlarlar. Çok sık kullandığımız faşizm de, totalitarizm de yine bu anlayış sayesinde serpilip büyüyüverir. Tahayyül dünyamızın sınırlarını genişletemediğimiz ve hayatlarımızı bir mengenenin içerisine sokmaktan vazgeçemediğimiz sürece demokratlığımız kendimize özgü olmaya devam edecektir. İşin kötü yanı, buradan öğrendiğimiz demokrasi, insan hakları gibi kavramların da hep bir ayağının kötürüm kalacak olmalarıdır.