Gündem

Türkiye’de din, 3 B teorisi ve AKP

AKP inanç ve aidiyet üzerine kurulmuş ulusa üçüncü 'B'yi yani 'davranışı' da dayatma yoluna girmiş durumda

27 Kasım 2013 17:16

Prof. Dr. Samim Akgönül

Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine inşa edildiği temellerin iki tanesinin çok zayıf olduğu, gerçek birer çatlak olarak başından günümüze toplumsal yapıyı sarstığı artık anlaşılmış bir gerçek. Bunlardan birincisi etnik çatlak ki bu başlarda Ermeni kırımında sonlarda da Kürt meselesinde gözümüze sokulmuş durumda. Çerkesler, Lazlar gibi diğer halının altına süpürülmüş etnik kırılmalardaki hareketlilik dikkate alınırsa, yepyeni bir sosyal sözleşme olmadan toplumsal yapıyı olduğu gibi tutmak imkânsız gibi görünüyor.

İkinci çatlak elbette din konusunda. Bu çatlak önce Müslüman – Gayrimüslim ekseninde kendini gösterdi. Daha sonra zorlayıcı laisizm – halk dinselliği konusunda devam etti. Nihayet seküler toplum dinsel ahlakçı yönetim kırılmasına vardı. Bütün bu süreç Sünni – Alevi kırılması ile de desteklendi.

Türkiye’de din konusuna eğilmek ancak “din” olgusunun tanımıyla mümkün.  İngilizce bir çalışmada “Din” olgusunun 3 değişik kavramsal çerçevede tanımlanabileceğini savunmuş, buna da 3 B teorisi ismini vermiştim. Bunlar İnanç (Belief), Aidiyet (Belonging) ve Davranış (Behaviour). Bu çerçeveden bakıldığında Cumhuriyetin kurucularının “din karşıtı” oldukları kesinlikle söylenemez.

İlk B, yani İnanç konusunda Cumhuriyet son derece net bir politika gütmüştür. Devlet, 1924’ten bugüne halkın inanmasını istemiş, bunun için elinden geleni yapmış, hatta zorlamış, ancak inancı ulusallaştırmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hilafet müessesesinin el değiştirmesinden başka bir şey değildir. Bu derece güçlü bir ideolojik aygıtla ulus inşasına katkıda bulunulmuş, Sünnilikle milliyetçiliğin harmanı bir Türk İslam’ı yaratılmış ve buna inanılması adeta şart koşulmuştur. Elhamdülillah hepimiz Türk’üz.

İkinci “B”, yani Aidiyet konusunda da şüpheye yer yoktur. Ulusun yaratılmasında Türklüğe aidiyet kriterlerinin en önemlisi hatta bazen yegane kriter Müslümanlığa aidiyet olmuştur. Bu 1923’teki Zorunlu Nüfus mübadelesinde olduğu gibi 2013’de AKP söylemlerinde de görülür. Türk Müslümandır, Müslüman olmayan Türkofon bize uzaktır, Türkofon olmayan Müslüman Türkleştirilebilir. Bu açıdan bakıldığında Müslümanlık 1923’den günümüze kadar Devlet’in içinde, Devlet de Müslümanlığın içindedir.

Aslında bütün tartışma üçüncü “B”, yani Davranış konusunda odaklanıyor. Dinsel davranış şekli elbette sadece ibadet değil. Dilden giyim kuşama, müzikten yeme içme alışkanlıklarına, zamanın bölünmesinden mekanın planlanmasına kadar birçok alanda dinsel davranış bulunabilir. Bu durumun da odak noktası görünürlük meselesidir.

Cumhuriyetin kurucuları ve daha sonra rejimi kontrol altında tutan Bürokrasi ve Asker, Türkiye toplumunun Müslüman inancına sahip olmasını, Müslümanlığa ait olmasını ama Müslüman “gibi görünmemesini” istediler. Burada Fransızca’daki être / paraître yani benim çevirimle  “olmak”/ “gibi görünmek” ikilemi açıklayıcı olabilir. Kurucu ve devam ettirici  elit (ki bu kavram da sorunlu), Müslüman gibi görünmenin modern bir topluma yakışmadığı düşüncesindeydiler. Bu tip bir görünürlüğü kabul edilebilir kılan iki kategori vardı onların gözünde : yaşlılık, yani ölüme yaklaştıkça dinsel davranışların meşrulaşması (“Benim babaannem de başörtüsü takıyor” söylemi) ve kırsallık, yani alt sınıfa ait olma durumu (“Dinsel davranış cehaletle ilgilidir” söylemi).  Sonuçta hakim sınıflar dinsel davranışı (sadece davranışı, inancı ya da aidiyeti değil), özel alana sıkıştırmaya çabaladılar ve “isteyen evinde ya da camide namazını kılıyor, özgürlük budur” dediler.

Bu iki söylem 1960’ların toplumsal çalkalanmalarıyla duvara çarptı. Birincisi kırsal kesimden büyük şehirlere göçle dinsel görünürlük şehirlileşti ve on yıllar boyunca kanıksanarak artık kırsallıkla ve cahillikle ilişkilendirilemez hale geldi. İkincisi şehirlerde doğan genç nesiller dinsel görünürlük talep etmeye başladılar ve dinsel davranış şekli yaşlılıkla sınırlandırılamaz hale geldi. Müslümanlar modernitelerini yaratma hakkı talep ettiler ve bunu kazandılar.

Bu iki orta vadeli dönüşümün sonucu elbette AKP’dir. Siyasal İslam’dan doğan hareket şehirli genç Müslüman nesilleri arkasına aldı. Dinsel davranış özgürlüğü talebini de “insan hakları” çerçevesine oturtup liberal demokratların da desteğini garantiledi ve dinsel görünürlük meşruiyete erişti.  Başörtüsü meselesi elbette bunun sembolü ancak 1990’lara kadar adı bile geçmeyen Helal et konusu, 1980’lerden günümüze hızlanarak artan cami inşaatlarıyla mekanın Müslümanlaştırılması, Ezanın desibelinin görülmedik bir seviyeye ulaşması, alkol tüketimi konusu, kürtaj konusu, evlilik dışı cinsel ilişkiler konusu  (“gayrimeşru hayatlar”) ve daha niceleri örnek olarak verilebilir.

Ancak beklenmedik bir şey oldu. AKP 2007’ye kadar özgürlükler çerçevesinde meşruiyet ararken askeri tasfiye edip bürokrasiyi Müslümanlaştırdıktan sonra devletin ideolojik aygıtlarını dönüştürmemeye, tam aksine aynı aygıtları tersine bir zorlama için kullanmaya yöneldi. Yani devletin yeni hâkimleri din dışı davranış şekillerini aşağılamaya, özele itmeye başladılar. “İsteyen evinde ya da belirlediğimiz mahallelerde tıksırıncaya kadar içiyor, özgürlük budur” dediler.  Hatta bu konuda, dinin kutsallığını kullanarak Kemalistlerden bir adım öteye geçtikleri, artık evin içini de kamu kontrolüne tabi bir alan olarak görmeye başladıkları söylenebilir. Sonuçta AKP İnanç ve Aidiyet üzerine kurulmuş ulusa üçüncü “B”yi yani Davranışı da dayatma yoluna girmiş durumda.

Ancak dinsel davranışın aşağılanmasından nasıl bir tepki hareketi doğmuş ve bu hareket AKP gibi bir oluşumu iktidara taşımışsa, diyalektiğin sonucu olarak, dinsel davranışın dayatılması da aynı tepkiyi yaratacak potansiyele sahiptir. Umarım bu sarkaç hareketi bir uçtan diğer uca savrulduktan sonra ortalarda bir yerde yavaşlayabilir ve dinsel görünürlükle dinsel olmayan görünürlük birbirlerini bir şey olmaya zorlamadan var olabilirler. Laiklik de budur. Ne laikçi zorlama ne de dinci dayatma.