Gündem

Prof. Öncü: Tüm vurguyu Erdoğan’ın totaliterliği üzerine yapmak büyük yanlış

Sabancı Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Ahmet Öncü, 'Erdoğan ya da herhangi bir liderin ötesinde özünde özgürleşmeyi engelleyen bir sistem var' diyor...

08 Ekim 2013 23:12

Kıvanç Özvardar

Türkiye, Gezi Parkı sürecinin başrolde olduğu sıcak bir yazı geride bıraktı. Toplumsal hafızalara kazınan “Gezi ruhu” farklı biçim ve zamanlara bölünmeye devam ediyor. Bu ruha göndermeyle sık yinelenen, “Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” düşüncesine gündemin sıcak günlerine görece biraz daha şüpheyle bakılıyor. Tarihçilerden, sosyologlara, ekonomistlerden, iletişim uzmanlarına kimsenin ölçü ve etkinlik olarak tahmin edemediği toplumsal hareketlenmenin geldiği noktayı ve geleceğini öngörmek, kuşkusuz altında yatan nedenleri doğru okumaktan geçiyor.

Profesör Ahmet Öncü

“Gezi ruhu” kavramını irdeleyen Sabancı Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Ahmet Öncü’nün, bir süre önce Journal of Historical Sociology’de “Türk kapitalist modernleşmesi ve Gezi isyanı”  başlıklı bir makalesi yayımlandı. Türk kapitalist modernleşmesinde laik ve İslamcı kutuplaşmasının politikanın belirleyici faktörü haline gelişini ve yeni toplumsal bireyin bu ikilemin neresinde durduğunu tartışan makale, toplumsal özneye eski tartışmaları da içinde sentezleyerek, farklı bir açıdan bakmaya çalışıyor. “Önemli olan doğru teoriyi aramak değil, teori üretmek” diyen Öncü’ye göre değişim, karşıt düşüncelere değer vermekten ve yeni bir hafıza okumasından geçiyor.

- Gezi ruhunun vücut bulması, rastgele dolaşmadan, somut hedeflere kilitlenerek kalıcılaşması noktasında neredeyiz? 

Gezi sürecinde öne çıkan ana konulardan biri de; her çağda, her toplumun, farklı ekonomik koşullara bağlı olarak yaşayıp, belli ölçülerde çözdüğü bir diyalektik çatışma oldu. Bu bireyin öznelliğindeki birey toplum çatışmasıydı. Gezi'nin itici gücü gençler, hem birey olmak ve bir gruba ait olmak istiyor, hem de grup onu “esir” almasın istiyordu. Bu üstesinden kolayca gelinebilecek bir ikilem değildir. Gezi’ye birçok başka şeyin yanısıra bu ikilemin de damgasını vurduğunu gördük.

Aslında bu insan bireyinin evrensel temel sıkıntısıdır. İnsan sosyal ve Aristo’nun dediği gibi siyasi bir varlıktır; hiçbir zaman tek başına kendisi olamaz. Zygmunt Bauman, bugün bunun mümkün olmaya başladığını söylüyor. 

İnsan, bir gruba ait olma isteği ile “Buna karşın ben ne istiyorum” sorusu arasında bölünmüş bir varlıktır. Toplum olmak bir yandan da bireysel isteklerin sınırlandırılması, şekillendirilmesi demek. Bunu kırmak sanki ilk defa mümkün gibi sörünüyor. Sanki ilk defa toplumdan, gruplardan bağımsız, yalnızlaşmasını başaracak birey ortaya çıkmış gibi görünüyor. Tam da bu noktada temel sıkıntımız yeniden geri dönüyor.

- Nasıl?

Bir yere, bir gruba ait olmak ve yalnız olmak ikilemi açısından bugün gelinen noktada herkes gerçek anlamda yalnızlaşmış birey olabilmeyi başarsa dahi, yeniden bir kimliğe sahip olmayı istemeye başladı. Yani, Aristo kazandı. İnsan sosyal varlıksa hiçbir zaman tek başına yalçın kayalar gibi yalnız olamaz.

 

- Sosyal medyanın öne çıkışını da böyle açıklayabilir miyiz?

Evet. Sosyal medya, isteyerek yalnızlaşmış, hiçbir gruba ait olmayarak kendini bulmak istemiş insanların yeniden bir yere ait olma isteği sonucu öne çıktı. Kendi grubunu oluşturabildiğin, ancak o grup üzerinde baskı kurduğu, ya da çok şey talep ettiği anda onu terk edip, yerine yeni  bir dünyaya girebildiğin bir ilişkisellik. Sorumluluk almaktan mümkün olduğunca kaçınılan ancak çok da mutluluk veren bir dünya değildi bu.

 

- Gezi hareketinde halen talep edilenlerde değil, karşı çıkılanlarda birleşilen bir hareket olarak kalındığı izlenimi hakim. Talepler nasıl somutlaştırılacak?

Teknolojik dervim, post-endüstriyel kapitalizm, neoliberalizm, adına ne derseniz deyin, bugünün dünyasında hızla yaygınlaşan yalnızlaşan birey, hiçbir yere ait olmak istemiyor. Bireyin varlığında olan ait olma hissiyatı, onu bugüne dek alışık olmadığımız gruplaşmalara, topluluklara itiyor. Yazıda bahsettiğim laik ve İslami ana grupları eski dünyaya ait sınıflamalar ve bireysellikler. Bunlar Gezi’ye hakim olamadılar. Gezi’de gündüz kandil simidi yiyip, akşam bira içebildiler.

Talep meselesi burada devreye giriyor. Talep etmek için katı bir kimliğin olması gerek. Bu kadar esnek, Bauman’ın dediği gibi “akışkan” bir kimlikle talep oluşturmazsın. Siyaset yapmak için bir hasım tanımlanmak zorundadır. Hasımsız siyaset olmaz. Fakat bu noktada da düşmanınım düşmanı, benim dostum mu tartışmasına girilmek zorunda kalınıyor. Gezi hareketinin aşması gereken konu o. 

- Laik kesim özgür birey olma yolunda adım atabildi mi?

Bu oldukça karmaşık bir soru. Çünkü özgürleşmiş bireyin ne olduğunu felsefi ve ahlaki olarak tanımlamak çok zor. Buna rağmen “özgür” olmak demek eleştirel olmak demektir dersek, iki kesim arasında kaba bir karşılaştırma yapabiliriz. İslami kesim dayandığı tabanın toplumsal özelliklerinden dolayı liderini eleştiremiyor. Sanki laik kesimde bu biraz daha fazla gözlenebilecek bir durum gibi. Gezi’ye gelenlerin ezici çoğunluğunun laik kesimden olması şaşırtıcı değil. Bu grubun büyük çoğunluğunun her görüşe eşit uzaklıkta durma ve eleştirel olarak bakma yaklaşımını sergilediklerini düşünürsek, Gezi’yi özgürleşmiş birey olma yönünde çok önemli bir ilk adım olarak görmek mümkün.

- Bu nasıl daha ileri götürülebilir? Kimlikler yeniden mi şekillenecek?

İnsanı diğer varlıklardan ayıran bir başka önemli özelliği de gelişmiş bir hafıza sistemine sahibi olması. Bu özelliği bir gruba ait olma güdüsü kadar önemlidir. İnsan kelimesinin Arapça “neys” kökünden geldiğini düşünüp, unutan varlık demek olduğunu ileri sürenler olmuştur. Bu görüş doğru olmasa dahi “insan” hakkında çok anlamı bir tanımlama getirmektedir. Gerçekten de  insan hafıza sahibi olduğu için hatırlar ve unutur. Geçmişi nasıl hatırlıyorsak, gelecek de ona göre şekillenir. Geleceğin bugünden farklı olması, geçmişte olanları bugünden farklı değerlendirmemize, yani tarihi yeniden yorumlamamıza bağlıdır. Tarih tekerrürden ibaret değildir ama, değişmezleri vardır. Değişmeyenlerin başında ise, uzun süre değişmeyen hafızalar gelir. Kimlikler, belirli tarih yorumları olarak, kişilerin hafızaları dolayısyla da bireysellikleriüzerinde tahakküm kurma yani iktidar sistemleridir.

- Türkiye’deki kimlikler birey üzerinde tahakküm kuruyor, diyebilir miyiz? 

Özgürlük, demokrasi gibi ideallerin gerçekleşebilmesi için, ait olduğu grubun özelliklerine göre değil, kendi arzu ve istekleri temelinde hareket eden bireyin ortaya çıkması gerek. Birey, öznelliğinin bir parçasını oluşturan, benim içimizdeki “toplumsal denetçi” dediğim idealleştirilmiş toplum hafızası tarafından bastırılıyor. Örneğin bir kişi alkol satışına dair yasal düzenlemeye karşı çıkarken, öznelliğinin bir parçası olan laik grup karşı çıktığı için bu şekilde düşünme ihtiyacı hissediyor. Klasik sosyolojinin kurucularından Georg Simmel’in söylediği tam da buydu: Ben sadece kendim istediğim için mi, yoksa birilerinin benden bunu istediğini düşündüğüm için mi bu şekilde davrandım? Hiçbir zaman birey bu ikilemden kurtulamaz.  Biz sosyologların, eğer varsa vazifesi bunu hatırlatarak demokrasi kültürünü zenginleştirmek. Demokrasi dediğimiz şey özünde “ezen-ezilen” ilişikilerinin toplumsal hafızları eleştireye tabi tutarak yeniden ve yeniden kavramlaştırılması, teorileştirilmesi ve bunların siyaseten aşılmasıdır.  Bu açıdan düşünürsek Türkiye’de kamusal alanda etkili olan toplumsal kuramların ya da paradigmaların gözden geçirilmesi gerek.

- Nedir bu paradigmalar?

İslamcılığı bir yana bırakırsak, sanırım günümüzde etkili olan üç temel paradigmadan söz edebiliriz. Birincisi “merkez-çevre çatışması” görüşü etrafında şekillenen yaklaşım. Buna göre, Osmanlı’dan beri siyasi olarak merkezi elinde tutan elit grup ile üzerinde tahakküm kurduğu bir çevre olagelmiştir. Çevre iktisadi, kültürel, siyasi gücü hiçbir zaman eline geçiremediği için kazanan hep merkez olmuş ve liberal demokrasi gelişememiştir. Buna “Türk-Liberalizm Sentezi” de denebilir.

İkincisi “ulusalcı” olarak tanımlanabilecek yaklaşım. Bunun kökleri en az cumhuriyet kadar eskidir. Türkiye’de ulusal devlet oluşurken Rusya’daki sosyalist devrimden etkilenmiş birçok Marksist yönelimli aydın kamusal alanda etkili olmuştur. Bunların bir kısmı Kadro hareketini oluşturacak kadar  düşüncelerini sistemleştirmişlerdir. Marksizmden öğrendikleri üzere sınıflar savaşına değer ve önem verirken, daha çok anti-emperyalist bir algıyla ezilen ulusların bağımsızlaşmasını yaklaşımlarının odak noktası olarak almışlardır. Buna “Türk-Marksizm Sentezi” de denilebilir.

Üçüncüsü de “sol liberal” akım ya da yaklaşım. Bu 12 Eylül sonrasında Türkiye Marksizminin içinden çıkmış görece yeni bir yaklaşım. 12 Eylül’den bu yana kadar olan süreçte, daha önce konuştuğumuz gibi, hiçbir yere ait olmak istemeyen, yalnızlaşmış ve sadece kendinden “emir almaya” meyilli bir özne, yani liberal teorinin hayali öznesine benzer bir özne ortaya çıktı. Bu da “sol liberal” söylem için bir alan açtı. 12 Eylül’ün hemen öncesinde, o zamanlar oldukça geniş bir kesime hitap eden ulusalcı sol ya da sol Kemalizle köprüler atılmalıdır, enternasyonalist ve evrensel bir yorumla sosyalist düşünce geliştirilmelidir, diyen küçük ve “elit” bir Marksist gelenek vardı. Sol liberal görüş sosyalist akımın içindeki bu elit grup tarafından formüle edilip, geliştirildi.  Reel sosyalizmin, birtakım bireysel ve kültürel özgürlük meselelerinde başarısız olduğunu gören, bu yeni “liberal özne” ortaya çıkınca, soldan gelip liberalizmi oluşturmaya başlayan akım, bir yanıyla da “merkez-çevre” yaklaşımına yani “Türk-Liberalizm Sentezi”ne eklemlendi. Bu teoriyi pek de fazla sorgulamadan pragmatik olarak kullandı.

Bence bunlar, her biri Türkiye gerçeğinin bir yanına ışık tutsa da, tümünü anlamak açısından yeterli görülemezler.

- Peki, muhafazakâr kesimle liberalizm nasıl buluştu?

Bu gerçekten beklenmedik bir gelişmeydi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana İslamcılık entelektüel olarak “laik elit” diye tanımladığı kesime, yani hayalindeki Kemalistlere içindeki tüm tonlarıyla karşı çıkıyordu. Tarikat, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karşı gösterdiği tepkilere bu açıdan bakmak yeterli. Liberalizmin yükselmesiyle İslamcı akım da kendi perspektifinden “merkez-çevre” akımına eklemlendi. AKP etrafında kümelenen İslamcı aydınlar liberal düşünceyi sol liberallerden çok daha pargmatik olarak kullandılar. Hatırlarsanız, AKP iktidara geldiğinde “çevre artık merkez oldu” yorumları yapılarak, yeni İslamcıların Türkiye’yi liberal demokrasiye taşıdığı dillendirilmişti. Ancak bu “yeni” teorinin yanlışlığı Gezi ile gün gibi ortaya çıktı.

Son makalemi yazarken amacım cumhuriyet Türkiye’sinin ana siyasal çatışma eksenini, yani laik/İslami karşıtlığını, yeniden düşünmek için Gezi’yi bir fırsat olarak değerlendirmekti. Görebildiğim kadarıyla bugün yapmamız gereken yukarıda kabaca saydığım, artık basma kalıp hale gelmiş paradigmaları bir yana bırakıp, Türkiye sokaklarında karşımıza çıkan somut siyasal, toplumsal özneleri, kimlikleri anlamaya çalışmak. Laik ve İslamcı kimliklerin her ikisi de Türkiye’deki siyasi alanı tıkayan, güçlü, ana kimlikler olarak teori ve tabii ki pratik eleştireye tabi tutulmalılar.

- Vurgu Erdoğan’ın totaliterliği üzerinden yapılıyor. Erdoğan’ın tasfiyesi tüm sorunların çözümü olacakmış gibi bir algı var. Ne düşünüyorsunuz?

Erdoğan ya da herhangi bir liderin ötesinde özünde özgürleşmeyi engelleyen bir sistem var. Bu yalnızca Türkiye’de de böyle değil. Dolayısıyla tüm vurguyu Erdoğan’ın “totaliterliği” üzerine yapmak demokratik hareketin içindeki büyük yanlış olur. Kimseden nefret etmemeyi, değer vermeyi öğrenmek gerek. Değer vermek, isyan etmemek, karşı çıkmamak ya da uyarıda bulunmamak anlamına gelmez. Kendi tarihinin zenginliğini ötekinin baktığı gözle göremezsen onu “iyinin ve kötünün ötesinde” asla anlayamazsın. Sorunlu bir tarih algısının içinde yaşarsan da ne kendini ne de ötekini değiştirebilirsin. Tek bir teori hiçbir zaman bütünün açıklayıcısı olamaz. Farklı teorileri ciddiye alıp, aklın eleştiri süzgecinden geçirdikten sonra kendininkini geliştirmen gerek. Türkiye’nin ihtiyacı olan farklı teorileri gündeme getirip tartışmaya açmak. Sorun doğru teoriyi bulmak değil, teori üretmeye başlamak. Batının eğer varsa bizden en önemli farkı bu. Aynı olguyu farklı perspektiflerden inceleyerek daha zengin bir içerikte tartışabiliyorlar. Türkiye’de ise bizler hemen sonuç alıcı eylem aradığımızdan mucizevi bir “doğru” teori peşindeyiz. Yok böyle bir şey! Teorileri zenginleşmemiş toplumlarda değişim çok yavaş ya da istenmeyen yönde gerçekleşiyor. Bunu unutmamak lazım.

- Bağlı olunan grubun perspektifinden değerlendirirken farklı teorileri ıskalamanın sebebi bu mu?

Evet. Bağlı olduğun görüşe dayanarak somut yani yaşayan, canlı özneleri yorumlarken, onları oldukları gibi değil de, hazır teorilerin öngördüğü gibi tanımlıyorsun. Kısacası somut özneleri anlamayan teorilerle dünyayı anlamaya çalışıyoruz. Gezi’dekiler birbirini anladı mı bilemiyorum ama hazır teorileri rafa kaldırtacak olaylar yaşattılar hepimize. Mesela BDP bayrağı ile Atatürklü Türk bayrağını taşıyan iki gencin aynı fotoğrafta buluşmasında olduğu gibi.

- Yeniden bir araya nasıl gelecekler?

Ezberci aydınlar o büyük cüsseleriyle devreye girmeseler bir araya gelip konuşacaklar. Birbirini tanımaya başlayıp, karşılıklı olarak hafızalarını değiştirecekler. Geçmişe yönelik bir hafıza yoklaması yaptığımızda bugün neden çatışıyor olabileceğimize dair çok şey bulup çıkarabiliriz. Sonunda da yaşayanlar olarak ölmüşleri bir yana bırakıp, “Affetmeli miyiz?” sorusunu sorarız kendimize. Bunu yapabilmek için geçmişi farklı düşünmek ve hatırlmak gerek. Ama büyük cüsseli aydınlar kendi izleyicilerini oluşturarak, bayrağı alt ve benzer kuşaklara devrederek yollarına devam ediyorlar. Üstte hafızası donmuş düşünenler olmasa, alttan gelenler özgürce düşünecekler. Yukarıdaki aydınlardan mucizevi bir teori gelmeyince kendi teorilerini oluşturmaya başlayıp, farklı düşünceler geliştirebilecekler. Bu tür kopuşlar insanlık tarihinde ender de olsa yaşandı. Devrimler, her şeyden önce düşüncedeki devrimlerdir. Afaki konuşan değil, araştıran, sorgulayan, karşı tarafın görüşlerini kaale alıp değiştiren, eylemden önce düşüncenin uzun sürede geliştirilebileceği bilen, sakin olan bireylere ihtiyaç var. Dünya tarihinde dönüştürücü olan, kendiliğinden hareket olmuştur ancak bu hareket her zaman düşünen bir harekettir. 

- Feodal toplumun, insanı değişmez bir hayata mahkum eden işleyişini durdurup, toplumsal hareketliliğe açık, tabandan yukarı değişimi sağlayabilen yeni bir toplumsal hayata geçebilmiş Batı insanı, bugün değişime karşı ne kadar kendini korusa da, böyle bir deneyime sahip. Feodal düşünce alışkanlıklarının hala etkin olduğu Türkiye gibi toplumlarda ise bu eksiklik hissediliyor. Tarih yeniden sorgulanmaya başlandı mı?

Evet. Aydınlar artık ezberlerini eskiden olduğu kadar kolay dillendiremiyorlar. Yeniden düşünmek gerekiyor çünkü. Birçok geliştirilmemiş düşünce ortaya atıldı son dönemde. Artık biraz daha yavaşlama, düşünceleri geliştirme, tartışmak gerekiyor. Bu yapılmazsa, korkarım ki, eski siyasetler büyüyerek ve süreci daha fazla kontrol ederek tıkayacaklar.