Yaşam

Prof. Zafer Toprak: Cumhuriyet'in ilk yıllarında intihar furyası vardı

"İstanbul kadınları, Rus kadınların atılması için dilekçe verdiler"

19 Kasım 2017 12:59

Prof. Dr. Zafer Toprak, Türkiye'de intihar oranlarının 1916 yılından itibaren hızlı bir şekilde yükseldiğini belirterek, Cumhuriyet'in ilk yıllarında birtakım insanların sırf gazetelere çıkmak için intihar girişiminde bulunduğunu söyledi. Toprak, sözlerine "Kendilerini denize atıp sonra kurtarılıyorlar. Böyle bir intihar furyası oluşuyor. En sonunda sırf intiharların önünde geçmek için gazetelerde intihar haberi yazmak yasaklanıyor" diye devam etti. 

Zafer Toprak, kendisine yöneltilen"Beyaz Rusların gelişi toplum­sal dönüşümü nasıl etkiledi?" sorusunu da şöyle yanıtladı:

"Rus kadınları bir geldi, Florya’da falan denize girmeye başladılar; bütün erkeklerin gözü Rus kadın­ların üzerine dikildi. Zaten erkek­ler bütün varlıklarını Rus kadınlara sarf etmeye başladılar. İstanbul’un makbul aile kadınları, Rus kadınla­rın atılmaları için dilekçe verdiler."

 

Habertürk'ten Kübra Par'ın sorularını yanıtlayan Zafer Toprak'ın açıklamaları şöyle:

Kitabınızın adı ilginç. ‘İnkılâp ve Travma’. “Türkiye inkılâpları ve toplum­sal travmayı birlikte yaşadı” diyorsunuz. Neden özellikle ‘travma’ kelimesini kul­lanma ihtiyacı hissettiniz?

Uzun savaş yılları sonucu oluşmuş bir travma var. Trablus, Balkan Harbi ve sonra­sında Milli Mücadele var; 11 yıl savaşıyorsun. Nüfusun 3’te 1’i telef oluyor. Hem sayısal olarak hem de niteliksel olarak kaybediyor­sun; çünkü savaşta yitirilenler büyük ölçüde genç ve okur-yazar nüfus. Cumhuriyet kuru­lurken okuma-yazma oranı yüzde 5’e kadar düşüyor. Travmanın bir nedeni de ailenin yok olması. Aile yok oluyor ve nesiller arasın­daki fark giderek açılıyor. Yeni nesil, savaş­ları eski nesile fatura ediyor. “Bu savaşı sizler çıkardınız” şeklinde bir kızgınlık var. Öte yandan, yeni neslin Tanrı’yla olan sorunu da var. “Tanrı böyle bir savaşa nasıl ‘müsaade’ etti” diye düşünüyorlar.

Aslında bu kitabın merkezinde kadınlar var. Mütareke döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadınların dönüşümünü anlatıyorsunuz...

Tabii. Aslında bu savaşta ön planda erkekler savaşıyor ama fatura son kertede kadınlara çıkıyor.

Yaygın algı Cumhuriyet döneminde kadının her anlamda özgürleştiği yönünde­dir ama siz bu ezberi bozuyorsunuz...

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadınlara karşı Foucaultyen bir kontrol mekaniz­ması var. Örneğin doktorlar kadınların dans etmesini neredeyse yasaklıyor.

Cumhuriyet dönemindeki kadın algı­sını detaylıca soracağım ama önce müta­reke yıllarını konuşalım. Kadınların durumu asıl o yıllarda değişiyor değil mi?

Evet, aile kodlarının çözülmüş olması, yeni kültür kodlarına bir türlü uyum sağlanama­ması söz konusu. Bir tarafta Osmanlı kültür kodları var, bunları reddedip bir kenara atı­yorsun ve yerine yeni kodlar koyma çabası içerisindesin. Eski kontrol mekanizmaları savaş yıllarında çözülüyor. İstanbul işgal altında ve kimse artık kadınları kontrol etmi­yor. Bu, kadınları bir anlamda özgürleştiriyor. Değerler konusunda erkek ile kadın arasında bir uçurum oluşuyor.

“Erkekler cepheye gidince, kadınların rolü değişti” diyorsunuz...

Evet, erkekler cepheye gönderildiği vakit, ekonominin yürütülmesi kadınlara kaldı ve kadınlar her alanda istihdam edilmeye baş­ladılar. Sokak süpürdüler, çarşı-pazarda esnaf oldular, saç-sakal-bıyık kesip berber oldular. Hatta kadınlardan askerlik hizmeti de beklendi. Fakat işin dramatik yönü savaş bittikten sonra erkekler kendi işlerine talep edince meydana çıktı. Bunun üstüne kadın yine marjinalize oldu, işsiz kaldı, açlığa mahkûm edildi. Çünkü eskiden kocası vardı, eve ekmek parasını kocası getiriyordu. Şimdi o da olmayınca, kadın geçimini fuhuş ile temin etmek zorunda kaldı. O tarihe kadar genel literatürde bu tür bir sektörde gayrı Müslimlerin çalıştığı bilinirdi. Oysa o tarihten itibaren Müslümanlar önemli ölçüde bu sektöre girdiler. ‘Seks işçiliği’ diye nitelersek, Müslüman unsurun da geçim derdi nedeniyle bu alana girdiğini gördük. Fuhuş gerçekten çok büyük bir sorun oldu çünkü frengi yaygın bir hastalık haline geldi. 30’lu yıllara kadar bu sorun devam etti. Hatta bir ara fuhuşu tamamen yasaklayan mevzuat çıktı ama onun geri teptiği görüldü. Çünkü fuhuş sokaklara yayıldı.

Aile yapısının çözülmesine karşı önlem çabaları da var değil mi? Felsefe mecmuasında “Yeni evlilik kuralları” çıkıyor.

Evet, ‘Yeni Aile’ gibi birtakım modeller oluşturuluyor.

‘Yeni Aile’nin Osmanlı’daki aile yapısından farkı ne?

Çekirdek aile. Onu özendirici birtakım girişimler var. İttihat ve Terakki gazetelere, “Erkek adaylar-Kadın Adaylar” diye ilanlar veriyor. Tam çöpçatanlık işine girişiyor yani! Hatta evlenen insanlara birtakım çeyiz düzüyor. Hakikaten ilginç bir süreç yaşanıyor. Çünkü 1914’te evlilikler 9 binden, 1917’de 5 bine düşüyor. Erkeklerin çoğu zaten cepheye gitmiş durumda. Öbür taraftan mahalle kültürü de yok oluyor. Gerçekten yeni bir aile oluşturma çabası gündemde ama bu da ters tepiyor. Çünkü insanlar hakikaten aile kurabilmek için gerekli maddi olanaktan yoksun.

Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, zorunlu evlilik ve evlilikte yaş sınırı getiriyor.

Evet, eğer o cemiyette çalışacaksan mec­bur oluyor. Orada pronatalist bir politika var. Yeni nesillerin oluşması gerekiyor, çocuk yapılması gerekiyor. Kadından her şey bek­leniyor; çocuk yapsın, doğursun, çalışsın...

"İttihatçılar evrimci, Mustafa Kemal devrimciydi"

Kitapta ‘yeni hayat’ kavramının önemini de anlatıyorsunuz... Nedir bu yeni hayat?

Yeni hayat aslında İttihat ve Terakki’nin daha Selanik’te icat ettikleri bir kavram. 1908 siyasi bir devrim ama siyasi devrimle sonuca ulaşamazsın, yanında toplumsal bir devrim gerekir. İçtimai inkılap gerekir yani.

Bunun öncülüğünü Ziya Gökalp ve Genç Kalemler yürütüyor değil mi?

Evet, Genç Kalemler ve Yeni Felsefe Mecmuası gibi dergiler yeni hayat’ı toplumda yeni bir düzen olarak ele alıyorlar.

Neler var bu ‘yeni hayat’ın içinde?

Hukuk, ekonomi, milliyet anlayışı, her şey var... Yeni hayat’ı ulus devletin bir yaşam tarzı olarak ele almak lazım. Özünde laiklik var. Kadının kurtuluşu var. Eski hurafelerden kurtulmuş bir kadın özlemi var. Ama bütün bunlar kademeli bir şekilde yapılması gerekir diyorlar. İttihatçılarla Cumhuriyet ideolojisi arasındaki temel fark bu. İttihatçılar daha evrimsel bir dönüşüm öneriyorlar. Sosyolojiye ve Durkheim’a büyük önem atfediyorlar. Mustafa Kemal döneminde bunlar çok daha kesin bir şekilde gündeme gelecek. Travmanın doğuşunun nedenlerinden biri de bu kesinlik. Yani bu kitapta, her türlü olumlu perspektifin olumsuz yönlerinin de olabileceğini gündeme getirme çabası içerisindeyim. Evet, kendi kimliğimizin oluşmasında devrim çok önemli ama bunun getirdiği birtakım sakıncalar da oluyor. Bunları göz ardı edemeyiz.

"Kadın zapturapt altına alınması gereken bir mahlûk gibi görülüyordu"

Bizde, “Cumhuriyet dönemi kadını özgürleştirdi” diye bir genel kabul var ama kitapta “Devrimler kadınları bir yanıyla özgürleştirirken, bir yanıyla da bazı kaza­nılmış hakları bastırdı” diyorsunuz.

Cumhuriyet böyle bir ikilem içerisinde. Bir taraftan, hukuk alanında kadına birta­kım özgürlükler tanındı. Eğitim olanakları ciddi biçimde arttı. Ama Türkiye’nin nüfusu sorunlu ve çocuğu doğuracak olan gene kadındı. O yüzden, kadın bir noktada ikili bir yük altına girmiş oldu. Özgürlük kadını belki çalışma hayatına atıyor ama aynı zamanda doğurgan olması da isteniyor.

Kitapta sadece doğurganlıkla sınırlı kalmadığını anlatmışsınız. “Ağaç yaş­ken eğilir” diyerek kadını terbiye etme çabası da var.

Mütarekeyle birlikte bir iktidar boşluğu oluşmuştu. İstediği gibi giyinmeye, sürüp sürüştürmeye başlıyor. Buna karşı olan­lar kadını savurgan, kocasının parasını yiyen bir tipolojiye dönüştürüyor. O yüzden, kadın bir noktada zapturapt altına alınması gereken bir ‘mahluk’ gibi görülüyor. Kadın konusunda çok farklı bir kontrol mekaniz­maları oluşuyor... Dergilerde buna dair yazı­lar yazılıyor. ‘Şişli kadını’, ‘Fatih kadını’, ‘Beyazıt kadını’ diye ayrımlar var. O tarih­lerde en seçkin muhit Şişli. Orada monden bir hayat var. Bu monden hayatın seksüel boyutu var, kumar boyutu var, hatta kokain boyutu var. İstanbul’un diğer muhitlerindeki genç kadınlar ve kızlar da bu hayat tarzına özeniyorlar. Mesela, Fatih’ten kalkıyor, gidip Şişli’deki o hayatın özlemini duyuyor. Bu nedenle, Şişli aslında bir çekim merkezi o günlerde...

 

Kadıköy kadınını biraz daha farklı resmediliyor, değil mi?

Kadıköy için belki üst-orta sınıf diyebi­liriz, çünkü orası o tarihlerde daha maz­but bir semt. Kadıköy’ün daha kademeli bir burjuva kadın tipolojisi var, yani onun fuh­şunda bile bir asalet var!

Bunun tam zıddına da ‘Beyazıt kadını’nı koyuyorlar...

Evet, tabii İstanbul, Suriçi’nde daha geleneksel bir yaşam tarzı hâkim ama oranın genç kızlarının gözü de devamlı Şişli’de. Edirnekapı kadınları ise emekçi kadınlar, yaşamlarını günübirlik sürdürme çabası içerisindeler. Kocası alkolik, evine barkına sahip çıkan bir kadın tipolojisi.

Ve ideal kadın, Ankara kadını...

Evet! Cumhuriyet kendi idealini yarat­mak zorunda, o yüzden ‘Ankara kadını’ olarak yeni bir tipoloji gündeme getiri­yor. Sade, temiz, annelik görevini ihmal etmeyen bir kadın... Çocuk büyütmek bir sanat, bir bilimdi adeta. Beslenmesi, uykusu, açık hava ihtiyacı, yıkanması, beden ve fikir terbiyesi her annenin öğrenmesi gereken bir meslekti.

"İstanbul kadınları, Rus kadınların atılması için dilekçe verdiler"

Beyaz Rusların gelişi toplum­sal dönüşümü nasıl etkiledi?

Rus kadınları bir geldi, Florya’da falan denize girmeye başladılar; bütün erkeklerin gözü Rus kadın­ların üzerine dikildi. Zaten erkek­ler bütün varlıklarını Rus kadınlara sarf etmeye başladılar. İstanbul’un makbul aile kadınları, Rus kadınla­rın atılmaları için dilekçe verdiler!

Ve Florya Plajı’yla birlikte deniz macerası başlıyor...

Türklerin denizle barışma­ları büyük ölçüde Ruslar sayesinde oldu. Ondan önce bizim deniz ban­yoları vardı ama etrafı kapalı yer­lerdi. Açıkta denize girme Florya’yla birlikte oldu. Ama tabii deniz konu­sundaki en büyük değişimi de Ata­türk sağladı. Kendisinin mayo giyip denize girmesi çok büyük bir olay. Devlet yetkilisinin sandala binip kürek çekmesi, açılması falan alı­şılmış şey değil. Padişahı böyle bir durumda düşünebiliyor musunuz? Yine o dönemde Rusların etkisiyle barlar meydana çıkıyor. Galata’nın izbe meyhaneleri barlara terfi etti. O kadar çok Rus lokantası açıldı ki daha sonra Türk lokantaları rekabet edemedi. Bir de o dönem kahve­lerde Rus kadınları gidip adamlarla tombala oynuyorlar. Erkekler serve­tini Rus kadınlara kaptırıyor. Tombala ‘Milli Afet’ ilan ediliyor. Bunun üze­rine de Tombalacı Kadınlarla Müca­dele Derneği kuruyorlar!

Güreşen Rus kadınları da var.

Evet, o da var. Daha doğrusu onlara ten renginde elbise giydirip sahneye çıkartıp güreştiriyorlar. Tabii o da bir göz banyosu için yapılıyor!

Sinema da o günlerde Türk halkının hayatına giriyor.

Evet ama o günlerde henüz Türk sineması oluşmamış; filmler büyük ölçüde yurtdışından geliyor. Bu filmlerin çoğunluğu daha çok insanı gıcıklayan, aşk faciaları üzerine kurulu. Bunun da Türkiye’de birçok insanı farklı davranışlara sevk ettiği varsayıldı. O nedenle, o tarihlerde sinemaya karşı bir tavır da alındı. “Bu filmler aslında bizi yozlaştırıyor” şeklinde bir görüş ortaya çıktı. Hatta bu durum tiyatroda bile var. Seçilen oyunlara bakıldığı vakit, büyük çoğunluğunda aile faciaları, baştan çıkarma gibi temaların işlendiği görülüyor. Bunlar da gene büyük ölçüde eleştiri malzemesi oluyor. Hatta daha öncesine, Meşrutiyet yıllarında kadının sinemaya gitmesi bile facia sayılıyor!

"Çarşafı hızla attılar, kuaför modası başladı"

O yıllarda giyim kuşam nasıl değişmiş?

Batı tarzı giyim kuşam müta­reke yıllarında gündeme geliyor ve birdenbire Paris, Londra modelleri “Milli moda” adı altında Türkiye’de lanse ediliyor. Cumhuriyet’le birlikte çarşaf atılıyor. Rus başı denilen bir tülbent bağlama yöntemi oluşuyor ve saçların alt kısımları gözüküyor. Bir müddet sonra oradan flapper şapkalarına geçiş olacak. Atatürk’ün 1926-1927’deki fotoğraflarında yanındaki kadınlar son derece şık şapkalar giyiyorlar. İki üç yıl sonra o da gidiyor ve kadının başı tamamen açık oluyor. Marcel adlı bir kuaför var, kadınlar orada saç kestirmek için her türlü cambazlığı yapıyor!

Ve Zayıflık modası da başlıyor... “Kadın kahvaltı etmeyecek, sabah çay falan içmeyecek” gibi yazıların kaleme alındığını anlatıyorsunuz...

Meşrutiyet yıllarında bile semirme üzerine kadınlar için kitap yazılıyor. Semirmiş kadın modelinden bir dönüş var. Tabii bu noktada Rus kadınlarının çok büyük etkisi oldu.

"Erkekler tek eşliliği kolay kabullenmedi"

Medeni Kanun neleri değiştiriyor?

1926’da Medeni Kanun çıkıyor. O çok önemli bir dönüşüm noktası. Medeni Kanun, her şeyden evvel evliliğin medeni nikâh sonucu gerçekleşmesini getirdi. Tek eşlilik var ve bir de kadının boşanma hakkı var.

Erkeklerin tek eşlilik konusuna reaksiyonu nasıl oluyor?

Kolay kabullenmiyorlar. Mazhar Osman, “Tek eşliliği çıkarttığınız vakit fuhşu artırırsınız” diyor. Çok eşlilikle, sokakta kalmış birtakım kadınları eşi olarak alan erkekler, bir şekilde fuhşun önüne geçmiş oluyorlar, şeklinde bir argüman geliştiriyor. Bir noktada erkek egemen bir anlayışı aile yapısına da yansıtma içerisinde.

Çocuk meselesi de çok önemli. Cumhuriyet nasıl bir çocuk modeli öngörüyor?

Cumhuriyet’in devraldığı çocuk sorunu çok büyük; yoksul, yetim çocuk sorunu çok önemli. Yığınlar halinde yetim çocuk var. Onların eğitimi ayrı bir sorun oluşturacak. Bir kısmı daha sonra öğretmen okullarına yönlendirilecek ama bunlara rağmen sokakta hâlâ çok önemli miktarda çocuk var. Türkiye’de sağlıklı çocuk oranı bütün bu süreç sonunda yüzde 5’in altında.

“Telef olan yüzde 95 çocuğun yüzde 50’sini topluma kazandırmak kadınların elinde” diye yazılar çıkıyor...

Özellikle Amerika’daki modeli Türkiye’ye getirmeye çalışıyor.

Kürtaj meselesi de o günlerde çok tartışılıyor, değil mi?

Evet, çünkü çok var. İnsanlar çocuğuna bakamıyor. O yüzden, o günlerde ‘ıskat-ı cenin’ diye adlandırılan kürtaj olayı son derece yaygın. İlkel koşullarda yapılıyor ve bu süreç içerisinde sadece çocuk değil, kadın da telef oluyor. Çocuk düşürme o tarihlerde legal değil ve bunun önemli ölçüde de eleştirisi yapılıyor. Durum o denli kötü ki öjenik bir toplum oluşturma çabasına giriyorlar. Sağlıklı bir nesil oluşturabilmek için toplumu düzene sokmaya çalışıyorlar.

"İnönü döneminde ders kitaplarından Darwin ile ilgili kısımlar çıkarıldı"

“Yeni neslin Tanrı’yla sorunu var, ‘Tanrı böyle bir savaşa nasıl müsaade etti’ diye düşünüyorlar” demiştiniz. Bunda o dönem dünyada popülerleşen pozitivizm ve Darwinizm’in de etkisi var mıydı?

Atatürk’ün Darwinizm konusunda duyarlı olduğu biliniyor. Atatürk’ün o tarihlerdeki sekülerizminde ateizme kadar varabilecek bir yapı var. Bu da tabii devletle toplumun arasındaki mesafeyi açtı. O yüzden, İnönü iktidara geldikten sonra tekrar bu mesafeyi kapama çabası içerisindeydi. Mesela ders kitaplarından Darwin’le ilgili kısımlar çıkarıldı. 1930’lu yılların ders kitapları zinhar bugün okutulamaz. O tarihlerde Tanrı söylemini geri plana iten bir eğitim programı çok hâkim konuma geldi. Buna “aşırı laiklik” de dediler ama birtakım köklü dönüşümleri yapabilmek için de hedefin üzerine ateş etmek gerekiyordu. Yani geri tepmesine rağmen birtakım şeyler kalıcı oldu ve o kalıcı olan şeyler bugünkü laiklik anlayışımızın da temelini oluşturdu.

"Cumhuriyet'in ilk yıllarında intihar furyası vardı"

Yeni Türkiye’nin bir sorunu da intihar. İntihar oranları çok yüksek. Bunu nasıl aşıyorlar?

İntihar olayı sosyoloji literatüründe çok önemli bir yer tutuyor. Özellikle Durkheim’in İntihar diye bir kitabı var ve intiharın tamamen toplumsal bir olgu olduğunu ileri sürüyor. O sırada İstanbul’da bir Durkheim sosyolojisinin temsilcisi Bonafus diye Galatasaray’da hocalık yapan bir sosyolog var. Polisten intihar rakamlarını alıyor ve hakikaten Türkiye’de intihar oranlarının 1916 yılından itibaren hızlı bir şekilde yükseldiğini görüyor. Bunun gerisindeki sosyal gerekçeleri irdeleme çabasına giriyor. Burada tamamen Durkheim çizgisinde hareket ediyor. “Türkiye’de intiharlar toplumsal idealden yoksun kalınış sonucunda gündeme geldi” şeklinde bir analiz yapılıyor. Buna karşı çıkan psikiyatri uzmanları oluyor. Bunlarında başında da Fahrettin Kerim Gökay geliyor. Bunlar da intiharın kısmen tıbbi, bir noktada cinnetle alakalı kişisel olay olduğunu düşünüyorlar. O tarihlerde, “Bireysel mi, toplumsal mı?” şeklinde bir yol ayrımı oluşuyor. Bunun yanı sıra, “İntiharın bu kadar tartışılması intiharı özendiriyor mu?” diye de bir görüş ortaya atılıyor. Hatta birtakım insanlar gazeteye çıkmak için intihar girişiminde bulunuyorlar. Kendilerini denize atıp sonra kurtarılıyorlar. Böyle bir intihar furyası oluşuyor. En sonunda sırf intiharların önünde geçmek için gazetelerde intihar haberi yazmak yasaklanıyor. Bir de intiharlarla ilgili, “Genç kızlar hanım hanımcık evlerinde oturacaklarına sokağa çıkıp her türlü ilişkiyi kuruyorlar. Ondan sonra gebe kalıyorlar, ardından ya çocuğunu düşürüyor ya da intihar ediyor” gibi ipe sapa gelmeyen şeyler de söyleniyor. Hekimler bunların zapturapt altına alınmalarını, İstanbul dışında bir yere sevk edilmelerini, hatta iflah olmadıkları takdirde de tımarhaneye tıkılmaları gerektiğini söylüyor! Hekimlerin Cumhuriyet kurulurken önemli işlevleri oldu. El üstünde tutulan bir kesim. Özellikle Türkiye’de çocuk ölümleri gündeme gelince daha fazla söz sahibi oluyorlar.