Medya

Prof. Şebnem Korur Fincancı: İşkencenin kime yapıldığına değil, yapılıp yapılmadığına bakmak gerek

"Hekimler gözaltı birimlerinde muayene yapmayı reddetmelidir"

12 Mart 2018 18:59

Bir dönem İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı da yapan, adli tıp, işkencenin saptanması ve rehabilitasyonları alanlarında dünyaca tanınmış bir uzman olan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından gözaltına alınan ve bu sırada hayatını kaybeden Gökhan Açıkkollu'nun işkence sonucu hayatını kaybettiği iddiasıyla ilgili İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı'nın yaptığı açıklamayı köşesine taşıdı. Savcılığın tıbbi delilleri yok sayarak işkence iddiasının gerçeği yansıtmadığını söylemesinin, bunu da örgütsel propaganda olarak adlandırmasının 'dehşet verici' olduğunu söyleyen Fincancı, "Kim olduğundan, suç işleyip işlemediğinden, ne tür bir suç işlediğinden bağımsız olarak hiç kimseye işkence yapılamayacağını kuvvetle savunmak gerekir" dedi.

Fincancı'nın Evrensel'de "İşkence ve örgütsel propaganda" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:

"İki hafta üst üste yazamadığım olağan akışkanlıktaki memleket meselelerinden geri çekilip, yazmaya oturabildiğim haftalardan bu hafta da. Bir yandan belli etmeye utandığım bir sevinç var içimde kıpır kıpır, bir yandan da memleket meseleleri bunca yakıcı ve hızlı debisiyle seyrederken biraz geri çekilmenin mahcubiyetini yaşıyorum. Yazıya oturmak, derslerde gençlerle buluşabilmek, bir başvurunun tıbbi verilerini derleyip çözümleyerek sonuca ulaşmak ruhumu onarıyor. Bu koşullarda alanda koşturamamak ise eksikli hissettiriyor. Gelgitlerle süren bir hayat benimkisi, ne yaparsınız!

Cuma günü de okul, dersler, söyleşi derken Silivri’ye gidememenin sancılarıyla geçip, akşamına bir nebze de olsa sevindirici haberi almak içimdeki boşluğu doldurdu. İki yıla yaklaşan tutukluluklarının “nüktedan” bir mahkeme başkanının gerekçeleri ile sevgili Ahmet Şık ve Murat Sabuncu için tahliyeye dönüşmesi ve Akın Atalay için tutukluluğun devamı kararında nutkumuzun tutulmasına yol açması sevincin yanına o hiç dinmeyen öfkeyi de ister istemez katık etti.

Haftayı zaten öfkem burnumda geçirmiştim. Canım yoldaşım Celalettin Can ile sevgili meslektaşım, mesleğimizin onuru Onur Hamzaoğlu’nun tutuklanması, sevgili Onur’un gözaltı koşulları ve gözaltı muayenelerinin acınası halini paylaştığı gözlemi yetmezmiş gibi İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının darbe girişiminin hemen ertesinde gözaltında ölen bir öğretmenin, Gökhan Açıkkollu’nun işkence sonucu gelişen ölümüne “işkence sebebi ile öldüğüne ilişkin tüm iddialar örgütsel propaganda amaçlı olup gerçeği yansıtmamaktadır” açıklaması tuzu biberi oldu bu haftanın.

Bir ağır ceza mahkemesi gerekçesinin oluşturulmasındaki nüktedanlık(!) ne kadar tüyler ürperticiyse, savcılığın tıbbi delilleri yok sayarak işkence iddiasının gerçeği yansıtmadığını söylemesi, bunu da örgütsel propaganda olarak adlandırması o kadar dehşet vericidir. İlk kez karşılaştığımız bir söylem sanılmasın, bundan yirmi küsur yıl önce bir Adalet Bakanı yazdığım rapora atıfla Dev-Solcu olup olmadığımı sorabilmiş, bu şehrin valilerinden biri otopsi bulgularına dayanarak işkencede öldüğünü yazdığımız için “sözde işkence” tanımlaması ile beni devlet düşmanı ilan edebilmiştir. Tekrarlayan özellikteki benzer açıklama ve yaklaşımlar bu memlekette işkencenin varlığı ve sürmesinin temel sebeplerindendir.

Ancak, işkencenin sürmesinde bir de biz sıradan vatandaşların önemli bir sorumluluğu vardır. Gökhan Açıkkollu 2016 yılının Ağustos ayında ölmüş, otopsi raporunun çıkması ve yakınlarının adalet duygusunu karşılamadığı için ikinci bir görüş almak üzere Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na başvurarak tıbbi değerlendirmenin tamamlanması 2017 Ocak ayını bulmuştur. Bu sürede kısık sesle de olsa “işkence” iddiaları gündeme gelmiş, gömülmesi ile ilgili “hainler mezarlığı” utancı da dahil pek çok ihlal gerçekleşmiş ama kamuoyunda yer bulamamıştır. Ne yazık ki, 2017 başında tıbbi değerlendirme sonucunda ölümün işkenceyle ilişkisi gösterilip paylaşıldığında da bu geçtiğimiz bir yıl boyunca kimsenin vicdanına temas edememiştir. Ölümünden bir buçuk yıl sonra göreve iadesine ilişkin bir yazının kamuoyunun gündemine taşınması üzerine işkence tartışılabilmiş, “suçsuz bir insana işkence” üzerinden o vicdanlar harekete geçmiştir. Başsavcılık ve yetkililer de işkence iddiasının soruşturulmasında sergilemedikleri bir hız ve kararlılıkla işkence sonucu ölmediğini “örgütsel propaganda” gerekçesi ile reddederken bir yandan da suçu kanıtlama telaşına düşmüştür. Suçluysa işkence yapılması mazur gösterilebilir, hem zaten işkencede öldüğünü söyleyenler de örgütsel propaganda yapmaktadır. İşte vatandaşın sorumluluğu da burada başlamaktadır. Kim olduğundan, suç işleyip işlemediğinden, ne tür bir suç işlediğinden bağımsız olarak hiç kimseye işkence yapılamayacağını kuvvetle savunmak gerekir. Çünkü vatandaş bilmelidir ki, işkencenin meşru kılındığı bir vatanda hiç kimse güvende ve işkencenin uzağında değildir. Hele ki bu memleketin vatandaşı hekimler! Onun için gözaltı birimlerinde muayene yapmayı reddetmelidirler. Onun için kapsamlı ve ruhsal durumu da dahil bütüncül bir muayeneyi yapmalıdırlar.

Biz hekimlerin çok değerli bir ayrıcalığı olduğunu düşünürüm ya hep. Savaşta bile hekimlik gereği düşman askerini tedavi etme yükümlülüğümüz bu dünyanın bize dayattığı yüklerden arınmış olmayı gerektirir hani. Hekimliğin doğal sonucu olmalıdır dolayısıyla insan hakları savunuculuğu ve onun için de, işkencenin kime yapıldığına değil, yapılıp yapılmadığına bakmak gerekir."