Gündem

Prof. Sami Selçuk: Erdoğan'ın yargıya müdahalesinden hukuk adına çok utandım

Sami Selçuk: Yasaya aykırı da olsa bu dinlemeler ile orada geçen sözler, yaşanmış olaylar, yargı önünde çürütülmedikleri sürece, siyasette, ahlakta varlıklarını sürdürür

26 Mart 2014 10:54

Eski Yargıtay Başkanı Prof. Sami Selçuk, Zaman gazetesinde başladığı açık mektuplar yazı dizisinin ikincisinde 17 Aralık sürecinden sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tutumlarını hukuk zaviyesinden değerlendirdi. “Yasaya aykırı da olsa bu dinlemeler ile orada geçen sözler, yaşanmış olaylar, yargı önünde çürütülmedikleri sürece, siyasette, ahlakta varlıklarını sürdürür. Yok sayılamaz.” diyen Selçuk, Başbakanı bir an önce yargıya başvurarak hakkındaki suçlamaları çürütmeye çağırdı. “Benim Adalet Bakanıma ‘bunu izle’ dememden daha doğal ne olabilir ki?!” sözünü ise “Başbakanın böylesine kaş yapayım derken göz çıkaran bir ikrarına hiç mi hiç rastlamadım. Ülkem, hukuk, yargı adına çok utandım.” İfadeleriyle değerlendirdi.

Sami Selçuk'un Başbakan'a yazdığı ikinci mektub şöyle:

Sayın Başbakan,

Asıl önemlisi de altıncı yanlışınız. İki şeyi birbirine karıştırmanız. Evet, yargıç kararı olmadan yapılan dinlemeler yasa dışıdır; ceza yargısına dayanak olamaz (CYY, m. 217). Bu hüküm neden getirildi, bilir misiniz? Anlatayım.

Bir zamanlar, ikrar/itiraf kanıtların kraliçesiydi. İkrara/itirafa ulaşmak için her yol, bu arada işkence bile mubahtı, geçerliydi. Gerçi şimdilik siz “benim bakanım”, “benim valim”, “benim müsteşarım” diyorsunuz, ama çok şükür henüz 14. Louis gibi “Devlet, bu benim” (L’Etat, c’est moi) demediniz. İşte bu Kralın 1670 tarihli ünlü Buyrultusu’nu incelerseniz, orada işkence yöntemlerinin nasıl kurallara bağlandığını kolayca görebilirsiniz. Aydınlanma yüzyılına dek insanlık bu acıları yaşamıştır. Yukarıdaki madde, bu nedenle yerinde ve tutarlı bir güvencedir. Tersi doğru olsaydı, özellikle ikrarı/itirafı elde etmek için suçlananlara işkenceye dek varan baskı yollarına izin verilmiş olurdu. İnsanlık, tarihteki acılardan ders aldı. Suç olduğu ileri sürülen ve daha önce yaşanan olaysal (maddi) gerçeğe ne pahasına olursa olsun ulaşma amacını bir yana itti. İnsanı ölçü olarak aldı ve bu gerçeğe insan saygınlığına (haysiyet) ve haklarına saygı duyarak ulaşmayı hedefledi. Çağcıl ceza yargılamasının özü buna dayanmaktadır. Eskiden suçlanan kişi, yargılamanın nesnesiydi, bugünse en başat öznesidir. 

İzninizle, burada bir ayraç açalım. Gerçi sizin gibi her şeyi derinlemesine bilen, bilmek durumunda olan bir insana bunları yazmak fazladan olacak. Ama benimkisi, sadece anımsatmak.

Bildiğiniz gibi, doğa bilimleri (naturafakta), doğayla ilgilenir, doğal/maddi gerçeklik alanında (realite) kalan gerçekleri (reel), “olan”ı (sein), sözgelimi, dünyanın yuvarlak olduğunu belirler ve açıklar. O kadar. Asla değer yargısında bulunmaz. Hukuk ise, tarih, dil gibi doğanın değil, yalnızca insan beyninin ürünü, yapımı (artefakta) olan bir kültür bilimidir; yaşanan ve yapılan davranışlarla ilgilenir. Bu yüzden istenen/umulan alanda (idealite) kalan doğruları (vrai), “olması gereken”i (sollen) arayıp yorumlar; değer yargılarında bulunur. Özellikle hukuk “olması gereken”e göre biçimlendiği için bu konuda daha da ilerilere gider.

 

'Olmuş olan, olmamış duruma getirilemez'

 

İşte tam bu ayrım noktasında Sayın Başbakan, yandaşlarınız bir şeyi unutuyorlar, altıncı yanlışın yedinci yanlışa yol açmasına katkıda bulunuyor; sizi de yanıltıyorlar. O da şu: Yargıç kararı olmadan yapılan dinlemeler ve bunlarla ortaya çıkan olgular, yalnızca bir tek yerde, yani ceza yargısı kurulurken göz ardı edilir. Nedenini yukarıda açıkladım. Ama bu dinlemelerdeki belirlemeler, kanıtlar, olgular, olaylar; doğada, mantıkta, ahlakta, törede, siyasette, hatta bilimde ve dolayısıyla hukukta var olmalarını sürdürür. Çünkü onları ne doğa yok edebilir ne de insanlar yok sayabilir. Sadece yeryüzünde değil, bütün evrende geçerli olan bu gerçek/doğru, eski Roma hukukundan bu yana özdeyişlerle sıklıkla dile getirilir: “Yapılmış/olmuş olan, yapılmamış/olmamış duruma getirilemez” (facta infecta fieri nequent; facta infectum fieri nequit; facta infecta fieri non possunt; facta pro infectus haberi non possunt) ya da “hiç kimse kendi eylemini ortadan kaldıramaz” (factum suum recte nemo impugnat). Elbette bu gerçek, hukukta daha çok dile getirilir. Çünkü sözgelimi, işkence sonucu bir suçlu eylemini itiraf etse, suçta kullandığı silahın yerini söylese ve öldürülenin vücudundaki kurşunun o silahtan çıktığı belirlense, bizde çoğu hukukçuların, işkenceye parke taşı döşememek kaygısıyla benimsediği “ağılı ağacın meyveleri de ağılıdır” kuralına göre bu kanıt hükme temel olamaz. Ama birçok ülkede sadece bu yolla elde edilen “itiraf” hükme temel olamaz; silah kanıtı ise, yadsınamaz biçimde gerçeklik (realite) alanında yer aldığından, hükme bal gibi temel olur. Esasen “suçüstü yakalanan kişinin yadsıması boşunadır” (negabit frustra in medio prensus crimine).

Kısaca Sayın Başbakan, çürütülemez nitelikteki bu doğa ve mantık kuralına göre yasaya aykırı da olsa bu dinlemeler ile orada geçen sözler, yaşanmış olaylar, yargı önünde çürütülmedikleri sürece, siyasette, ahlakta varlıklarını sürdürür. Yok sayılamaz. Bunları “ne doğa atlar ne de hukuk”(natura non facit saltum, ita nec lex). Size hukuk dünyasından bir örnek vererek bunu açıklamak isterim: Sözgelimi, zamanaşımı, af gibi kurumlar, yalnızca hukuk dünyasında kamu davasını düşürür; ama işlenen eylemi, yaşanmış olayı ve haksızlığı ortadan kaldırmaz; yok edemez, yok saydıramaz. Dahası özel hukukta dava açma hakkını ortadan kaldırmaz. Bu yüzden Sayın Başbakan, bir an önce yargıya başvurarak bu suçlamaları çürütmeye bakmalısınız. Biliyorum. İktidarınız bir süredir hukukun evrensel ilkelerine, yazılı hukukun gereklerine ve yargı kararlarına uymaya pek hevesli görünmüyor. O nedenle “Herhangi bir ülkede yargı kararı hemen sonuç doğurur. Ama Türkiye’de işler böyle yürümüyor” diye yazdı, Le Monde (15.2.2014). Avrupa Parlamentosu ülkemizin aleyhine olan raporu benimsedi. Dost ülkeler, üzüldüler, uyardılar. Haklılar. Çünkü oralarda bırakın uygulamamayı, “yargı kararı alay konusu (bile) yapılamaz” (judicuum non debet esse illusorium); halk da bunu iyi bilir ve yargı kararının uygulanmamasına katlanamaz. “Yargı kararları uygulanmak gerekir” (judicia suum effectum habere debent). Çünkü “hüküm taraflar arasındaki hukuku oluşturur (judicium jus facit inter partes) ve “hukuk, dikkatli olanlar için yazılmıştır” (jura scripta sunt vigilantibus). Türkiye’nin hukuka bağlı devlet olmaktan çıktığı görüntüsü saygınlığımızı örselemekte.

 

'Paralel devlet', 'yapı', 'çete' gibi varsayımlar...'

 

Kendimizi kandırmayalım, Sayın Başbakan. O ülkelerin insanları, Aristoteles’lerin, Descartes’ların, Kant’ların, Heidegger’lerin, Russell’ların, Popper’lerin, Lukasiewic’lerin, Reicheinbach’ların çocuklarıdır. “Paralel devlet, yapı, çete” gibi varsayımlara, çarpıtmalara, yanıltmacalara (safsata) yüz vermezler. Bunların sakat mantığa dayandıklarını, sakak mantığın sakat sözcükler, sakat kavramlar ve terimler, sakat görüşler ürettiklerini iyi bilirler. Özellikle de “eğer şunları yapmazsan, sözgelimi bana oy vermezsen, başına şunlar gelir” gibi baskıyla yanılgıya yol açma (argumentum ad baculum), bir düşünceyi o insanın yaşam biçimiyle çürütme (agumentum ad hominem, şahsiyat yapma), başkalarının yeterli bilgiden yoksunluğuna yaslanma (argumentum ad ignorantium), duygusallığa başvurarak kanıt getirme (argumentum ad misericordiam), varsayımları kesin ve son kanıt olarak sunma (argumentum ad vercundiam), bunları da kendinden yana çoğunluğun önyargılarına dayandırma (argumentum ad populum), asıl konuyu gözden kaçırma (ignoratio elenchi) gibi akıl yürütme biçimlerine karşı Batı insanı bağışıklık kazanmıştır; inanmaz, gülüp geçer. Nitekim hukukçu Obama, “mesaj alınmıştır” yolundaki sözünüzü, hadi yalanladı demeyelim, kendi konuşmasının içeriğini yanlış anladığınızı söyleyiverdi. Hani pek de iyi olmadı.

Elbette size karşı olanların ortaya çıkan kanıtlara kesinmiş gibi sarılmaları ve sizi yargı öncesi mahkûm etmeleri, suçsuzluk karinesi ilkesini çiğnemeleri de yanlış.

Sayın Başbakan, izninizle sekizinci yanlış tutumunuzu da üzülerek dile getirmek zorundayım: Bir davada Adalet Bakanı’na verdiğiniz buyruk.

Diyorsunuz ki, “Benim Adalet Bakanıma ‘bunu izle’ dememden daha doğal ne olabilir ki?!”

İtiraf edeyim ki, yargıda çalıştığım kırk bir yıl içinde ve sonrasında bir başbakanın böylesine kaş yapayım derken göz çıkaran bir ikrarına hiç mi hiç rastlamadım. Ülkem, hukuk, yargı adına çok utandım.

Lütfen beni iyi dinleyiniz, Sayın Başbakan! Evet, burada virgül değil, ünlem kullanıyorum. Çünkü bu bir hukukçu çığlığıdır.

Orada olanlar, yürütmenin başının bir dava dosyasının yargıda son sözü söyleyecek olan Yargıtay’da izlediğini değil, davayı yönlendirme buyruğu verdiğini ortaya koyuyor. Yargının içinde yer alan yüksek yargı organlarının başları bile böyle bir şeyi yapamazlar. Ama yürütmenin başı yapmışsa lütfen kendinize sorun ve yanıtlayın: Olacak iş midir bu?

Evet, siz ya da bir başkası yargıdaki bir davayı ve sonucunu merak edebilirsiniz. Ama bir başbakan adalet bakanına davayı “yakından izle, sakın savsama!” diye buyruk verebilir mi? Buyruğu yerine getiren Bakan, Başbakanına “mahkeme yargıcı Alevi” diyebilir mi? Cübbe giyerek yansız olmayı haysiyet sorunu yaptığını cümle âleme haykıran herhangi bir yargıcın dinî inancını yargıladığı davaya yansıtacağını belirten ya da daha hafif deyişle anıştıran (ima, ihsas) böylesine uygunsuz bir değerlendirme yapılabilir mi? İlle de alnı secdeye varan bir yargıç olmasında direnilebilir mi?

Dikkat ediniz, Sayın Başbakan, Bakanınız, Alevi bir yargıcın yansız olamayacağını anıştırıyor. Gerçi amacını aştığını söyledi ama macun tüpten çıkmış, Allah söyletmiş, bilinçaltı kendisini konuşturmuştu. Yadsıyamazdı, artık. Çekilen bir başka bakanınız ise Müslümanların Müslümanlara Hıristiyan, Yahudi ya da Zerdüşt’e davrandıkları gibi davranmayacaklarını söyledi. Siz de geçmişte, benzeri şeyleri söylediniz ve başka dinden ya da ateist olan yurttaşlarımıza karşı bizi utandırdınız. Yürekler acısı, utandırıcı bir anlayış bu. Demek, bırakınız hukuku, uluslararası sözleşmeleri, sekiz yüz yıldır ağzımızda sakız yaptığımız Yunus’un “yetmiş iki millet birdir bize” ve “yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü” dizeleri ile Hz. Muhammed’in “Ben Arap’ım diye övünenler benden değildir” diyerek ırkçılığı lanetlediği hadisini bile beynimizin düşünen hücrelerine yerleştirememiş, özümsememiş ve içselleştirememişiz. Sadece ezberlemişiz o kadar. Nitekim Türk Devleti bugüne dek yurttaşlarımız arasından bir Rum, Yahudi ya da Ermeni’yi Yargıtay’a, Danıştay’a, Anayasa Mahkemesi’ne üye ya da yönetime vali seçemediyse bu ayıp hepimizindir.  

Burada bitmiyor konuşma Sayın Başbakan. Direnme kararı üzerine davanın Ceza Genel Kurulu’na geleceğini söyleyen Bakana davayı yine de izlemesini buyuruyorsunuz. Bakan da Genel Kurul’da üye sayısının çokluğu nedeniyle bunun olanaksızlığını dile getiriyor. En sonunda da yine buyruğunuz üzerine Bakanınız, Genel Kurul Başkanı ile görüşeceğini söylüyor.

Bugünlük de bu kadar, Sayın Başbakan. Sağlıcakla kalın. Yarın yine burada olacağım.