Gündem

Perihan Mağden: Her şeyimiz artık Başkan Erdoğan'ın façasına bağlı

“Onun arzularının metrekaresi genişledikçe memlekette nefes alacak yer kalmadı”

14 Mart 2016 17:38

Perihan Mağden*

Sürekli kıstırılıyoruz. Köşelere sıkıştırılıyoruz.

Yaşama, özgürlük alanımız mütemadiyen azaltılıyor.

Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliye edilmesi üzerine, çok fena bozulup façayı çizdirmiş edaları takınan Erdoğan'ın Anayasa Mahkemesi'ni hizaya getirmeye niyetli konuşmaları; bir merhaledir.

Her şeyimiz artık Başkan Erdoğan'ın façasına bağlı.

Ve onun memleketi bir baştan öbür uca kaplayan façası, her an çizilebilir.

O öyle olmuşcasına davranabilir, cümlemize (mesela: Anayasa Mahkemesi'ne!) ayar verebilir.

Yargı bağımsızlığı afaki bir kavramdır!

Mühim olan Başkan Erdoğan'ın façayı çizdirmemesidir.

Bunu, böyle algılayıp sıkı bir ayar vermek durumunda kalmamasıdır.

Onun façasının boyutları büyüyüp yeminli düşmanlarına karşı kin ve intikam planlarının, arzularının metrekaresi genişledikçe; memlekette nefes alacak yer kalmadı.

Memleket Misak-ı Milli boyunca onun façası, bizler de kıyılarda köşelerde saklanıp görünmemeye çalışıyoruz işte.

Hayatımızı idame ettiriyoruz. Dikkat çekmeden. Tedbirlice.

BirGün'ün yayın danışmanı Barış İnce'ye yaptığı akrostişli savunma yüzünden 21 ay hapis cezası verilmesi, ve bu cezanın ertelenmemesi, bir merhaledir.

Çok ciddi bir merhaledir.

Zaman gazetesine (Cemaat'in mallarına artık adet olduğu üzere) Kayyum atanırken, protesto edenlere uygulanan orantısız şiddet, bir diğer merhaledir.

Boydak'ların gözaltına alınışı, bir başka merhaledir. Vahimdir.

Taze merhaleleri sayıyorum; yoksa Yakın Merhale Tarihimiz, öyle böyle değil.

Artık her hafta, her hafta yeni merhalelere zorla alıştırılırken, hepimiz iyice eğilip bükülürken; Erdoğan'ın bizlere layık gördüğü eşiği tutturabilmek için, nerdeyse sürünmemiz icap etmişken-

Nazi Almanyası'nı, Nazi ''rejimini'' hatırlamamamı, düşünmememi imkansız kılan bir hadise yaşandı.

Hadise dediğim, izlediğim müthiş bir film.

Macar yönetmen Laszlo Nemes'in ilk uzun metrajlı filmi: ''Saul'un Oğlu''.

35 mm filmle, Budapeşte'de 28 günde çekmiş filmi.

El oğlu yapıyor işte- sohbetine giremeyeceğim, hakikaten.

Film zaten sildi süpürdü dünyanın en mühim ödüllerini. Öyle böyle sıkı bir eser değil.

Filmin mevzusu beni ilgilendiren. Acayip ilginç bir mevzu.

Yoksa, Hollywood yapımı 2nci Dünya Savaşı filmlerinden, ''öğğğh!'' demiş, tası tarağı toplayıp 10-15 yıldır kaçmış, hemen hiçbirini izlememiş vaziyetteyim.

Film, toplama kamplarının esasında Alman mühendisliği harikası, mükemmel birer fabrika olduğunu gösteriyor inanılmaz yalın bir dille.

İnsan öldürme fabrikaları!

Ama işçileri, ustabaşıları, vardiyaları, ''verimi'' arttırma kaygılarıyla birer fabrika işte.

Ve bu Yahudileri Öldürme Fabrikalarında, bazı Yahudiler de çalıştırılıyor işçi olarak, ustabaşı olarak, doktor olarak, marangoz olarak.

Bir nevi işbirlikçi diyebiliriz. Onlara.

Ki, diyemeyiz de; insanın içi elvermiyor onlara öyle demeye. İşçi dememiz daha doğru. Ve insani.

Hepi topu 3-4 ay fazladan zaman kazanmak hepsinin derdi.

Zira epeyce mahirleşip kampa hakim oldukları anda (ki, oluyorlar da) onlar da listelere yazılıp, yollanıyorlar gaz odalarına.

Almanların Yahudileri Yok Etme Fabrikalarında onlar için çalışan Yahudilere ''Sonderkommando'' deniyor. Ya da ''Kapo''.

Kapoların en mühimi, en başı, en başkanına Oberkapo deniyor, mesela.

Film de bir Kapo olan Macar Saul'ün hayatla, kampla, her şeyle inatlaşması üstüne.

Bir nevi Ahab Sendromu'na yakalanıyor diyebiliriz Saul.

Kazanılması imkansız savaşlara topyekün girişmeye ''Ahab Sendromu'' deniyor. ''Moby Dick''teki Kaptan Ahab'dan ilhamla.

Ki, bu mevzu; Almanların ölüm fabrikalarında işçi olarak çalışmış Yahudiler mevzusu, Holokost'un en vahim, en nazik, en dokunaklı konularından biri kabul edilirmiş.

Hani bilinip de, bilmezden gelinen mevzulardan. Çok kırılgan, vahim bir durum söz konusu olan.

Nemes kalkıp bu filmi yaparak, Toplama Kampları üstüne gördüğüm en hakikatli filmi gerçekleştirmekle kalmıyor;

Kapo olmak konusunu neşterliyor. Asıl.

Eni sonu 3-4 ay fazla yaşamak için, bu rezilliğe boyun eğilir mi? denilebilir, pek tabii ki.

Ama Kapolar da boş durmuyorlar. Kampta olanı biteni fotoğraflamak, belgelemekten, bir isyan ve kaçış planlamaya kadar bir sürü faaliyet içindeler.

Ayrıca bir dünya savaşında 3-4 ay az süre değil ki!

Ya diğer taraf yenmeyi başarırsa Almanları? Ya Hitler öldürülürse? Şöyle ya da böyle en nihayet sonlandırılırsa savaş? Kurtulabilirler, hayatta kalabilirler belki de o süre sayesinde.

Bekle. Bekle. Bekle.

Bu esnada ırkdaşlarının gaz odalarına tıkılmasını, cesetlerinin yakılmasını filan temin et.

Temin etme de, çalış işte o işte. Hayvanlar gibi, dur durak bilmeden çalış, öldürme ırgatı olarak.

Şimdi mevcut hayatımızda, Kapoları düşünmemenin imkanı yok.

Sıra sana gelmediği sürece, hayata asılmaya devam ediyorsun.

Bekle. Bekle. Bekle.

Belki de kurtulursun.

Belki de biter bu rezillik, bu düşüklük bir şekilde.

Bekle, bekle, bekle.

Sıra sana gelmesin diye ümit et, dua et ve bekle.

Görünmezliğin zırhı üstünde. Varsay.

Dikkatleri üstüne çekme. Bekle, bekle, bekle.

Kurtulursun belki de.


*Bu yazı Nokta dergisinde yayımlanmıştır.