İngiliz nörolog ve yazar Oliver Sacks, 82 yaşında hayatını kaybetti. Sacks, bir süredir karaciğer kanseri nedeniyle tedavi görüyordu. Sacks, kanser teşhisinin ardından yazdığı bir yazıda “hala Ortadoğu meselelerini, küresel ısınmayı, ve artan eşitsizlikleri derinlemesine önemsiyorum, ama artık bunlar benim işim olmaktan çıktı, geleceğe ait meseleler haline geldi. Yetenekli genç insanlarla tanışınca çok seviniyorum—bana biyopsi yapanlarla ve metastaz teşhisimi koyanlarla bile. Geleceğin emin ellerde olduğunu hissediyorum” demişti. Sacks, ölüme dair ise “Eşsiz bireyler olmak, kendi yolumuzu bulmak, kendi hayatımızı yaşamak ve kendi ölümümüzü ölmek hepimizin kaderi—genetik ve sinirsel kaderimiz” ifadelerini kullanmıştı.
Kitaplarında genellikle hastalarının yaşadığı deneyimleri işleyen Sacks’ın kanser teşhisi ileri bir evrede konulmuştu.
Basılmış 13 kitabı bulunan Sacks, özellikle ‘Karısını Şapka Sanan Adam’ (The Man Who Mistook His Wife for a Hat) ve ‘Uyanışlar’ (Awakenings) kitaplarıyla tanınıyordu.
Sacks’ın bir hastasıyla yaşadıklarını konu alan ve aynı isimle 1993 yılında sinemaya uyarlanan ‘Uyanışlar’ filminde Sacks’ı Robin Williams, hastasını ise Robert de Niro canlandırmıştı.
Oliver Sacks’in Şubat 2015’te New York Times’da yayımlanan yazısı Nazlı Şenyuva'nın çevirisiyle şöyle:
Bir ay önce sağlıklı olduğumu hissediyordum, hem de dinç ve sağlıklı. 81 yaşımdayım ve hala günde bir mil yüzüyorum. Ama şansım yaver gitmedi—birkaç hafta önce karaciğerimde çok sayıda metastaz olduğunu öğrendim. Dokuz yıl önce gözümde nadir rastlanan bir tümor bulunmuştu, göze ait habis bir tümör. Radyasyon ve lazer tedavisi tümörü tamamen temizledi ve bir gözümü kör bıraktı. Ancak bu tip tümörler çok nadir durumlarda vücuda yayılabiliyor, ve ben de bu şansız yüzde 2’nin içerisindeyim.
İlk teşhisimden bu yana bana sağlıklı ve üretken dokuz yıl bahşedildiği için minettarım, ancak şimdi ölümle yüz yüze geldim. Karaciğerimin üçte birini kaplayan bu kanser, ilerlemesi yavaşlatılabilse de, durdurulamıyor.
Geriye kalan aylarımı sonuna kadar nasıl yaşayacağım bana kalmış. Yaşayabileceğim en zengin, derin, ve üretken biçimde yaşamalıyım. Bu konuda en çok sevdiğim filozoflardan biri olan David Hume’un 1776 yılının Nisan ayında, 65 yaşında iken ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrendiğinde, bir günde yazdığı otobiyografisinde sarf ettiği sözler bana cesaret veriyor. Kitabın adı “Benim Kendi Hayatım”.
“Bu hızlı parçalanışım üzerine fark ediyorum ki, hastalığım yüzünden çok az acı çektim, ve daha da ilginci, şahsımın bu büyük çöküşüne rağmen, keyfimden bir saniye bile kaybetmedim. Çalışırken hala aynı şevke, sevdiklerimleyken hala aynı neşeye sahibim”.
80 yaşımı geçtiğim için şanslıyım, ve Hume’dan fazla yaşadığım bu 15 yıl hem iş hem de aşk bakımından eşit olarak çok zengindi. Bu süreçte beş kitap yayımladım ve baharda yayınlanacak olan bir otobiyografi bitirdim (Hume’un birkaç sayfasından daha uzun bir kitap oldu); bitirmek üzere olduğum birkaç kitabım daha var.
Hume şöyle devam ediyor: “Ilımlı bir tabiatım var, sinirimi kontrol edebiliyorum, açığım, sosyalim, neşeli bir mizahım var, bağlanabiliyorum, kin tutmam ve tutkularımda dengeliyim.”
Burada Hume’a katılmıyorum. Sevgi dolu ilişkilerim ve arkadaşlıklarım olmasına ve gerçek anlamda düşmanlarımın olmamasına rağmen, hiç bir zaman ılımlı bir tabiatım olduğumu söyleyemem (beni tanıyan kimse de söyleyemez). Tam tersine, hiddetli bir yaradılışım ve şiddetli heveslerim var, tutkularımda aşırı ölçüsüzüm.
Yine de, Hume’un yazısındaki bir cümle bana özellikle çok doğru geliyor: “Yaşama bulunduğum andan daha az bağlı olmak çok zor”.
Geçtiğimiz birkaç günde hayatıma çok yükseklerden bakabildim, parçalarının arasındaki bağlantıları derinlemesine hissedebildim. Ancak bu hayatımı bitirdiğim anlamına gelmiyor.
Tam tersine, son derece canlı hissediyorum, ve kalan zamanda arkadaşlıklarımı derinleştirmeyi, sevdiklerimle vedalaşmayı, daha çok yazmayı, gücüm olursa seyahat etmeyi, ve yeni düzeylerde anlayışlara ve sezgilere ulaşmak istiyorum, umuyorum.
Bu süreç cesaret, netlik, ve net konuşma içerecek; dünya ile olan hesaplarımı yoluna koymaya çalışcaşağım. Ama eğlenceye de zaman olacak (hatta zevzekliğe bile).
Beklenmedik bir zihin açıklığı ve bakış açısı hissediyorum. Lüzumsuz hiçbir şeye vaktim yok. Kendime odaklanmalıyım, işime ve arkadaşlarıma. Artık akşam haberlerini izlememeliyim. Politikaya veya küresel ısınmaya ilgi göstermemeliyim.
Bu bir aldırmamazlık değil, bir kopuş—hala Ortadoğu meselelerini, küresel ısınmayı, ve artan eşitsizlikleri derinlemesine önemsiyorum, ama artık bunlar benim işim olmaktan çıktı, geleceğe ait meseleler haline geldi. Yetenekli genç insanlarla tanışınca çok seviniyorum—bana biyopsi yapanlarla ve metastaz teşhisimi koyanlarla bile. Geleceğin emin ellerde olduğunu hissediyorum.
Geçtiğimiz 10 senede yaşıtlarım arasında yaşanan ölümler hakkında giderek bilinçlendim. Benim neslim kapıdan çıkma aşamasında, ve her ölümle sanki benim de bir parçam kopuyor, benden birşey ayrılıyor. Gittiğimizde hiçbir zaman bizim gibi biri daha olmayacak, zaten kimse kimseye benzemez. İnsanlar öldüklerinde yerlerine yenileri konamaz, onlar doldurulamayacak boşluklar bırakırlar. Eşsiz bireyler olmak, kendi yolumuzu bulmak, kendi hayatımızı yaşamak, ve kendi ölümümüzü ölmek hepimizin kaderi—genetik ve sinirsel kaderimiz.
Korkmuyormuşum gibi yapamam. Ama baskın olan hissim minnettarlık. Sevdim ve sevildim; çok şey verildim ve karşılığında çok şey verdim; okudum ve gezdim ve düşündüm ve yazdım. Dünya ile bir ilişkim oldu, yazarların ve okurların sahip olduğu çok özel bir ilişki.
Herşeyden de önemlisi, duygulu bir varlık, bu güzel dünya üzerinde düşünen bir hayvan oldum, ve bu bile benim için muazzam bir ayrıcalık ve maceraydı.