Çeviri: Cem Yarar
Charlie Hebdo ofisine yönelik seri cinayetlerin şokunun halâ devam ettiği bugünler, düşünmek için cesaretimizi toplama zamanıdır. Elbette en temel özgürlüklerimize yönelen bu katliamı ve bunu yapanları açık bir şekilde ve ("ama Charlie Hebdo da Müslümanları çok fazla kışkırtıp aşağılıyordu" türü) mazeretlerin arkasına sığınmaksızın lanetlemeliyiz. Fakat bu tür bir küresel dayanışmaya dayalı merhamet duyguları yeterli değildir- bu konu üzerine daha fazla düşünmeliyiz.
Bu tarz bir düşünmenin, bu suçun ucuz bir şekilde (örneğin "Üçüncü Dünya'daki korkunç katliamların failleri olan ve Batıda yaşayan bizler kimiz ki bu katliamları lanetliyelim" mantrasında olduğu gibi) görelileştirilmesiyle en ufak bir ilgisi dahi olamaz. Dahası böyle bir düşüncenin, İslamofobi yapmakla suçlu olan pek çok Batılı liberal solcunun patolojik korkusuyla da ilgisi yoktur. Bu sözde Solcular, İslam'a yönelik her eleştiriyi Batılı İslamofobinin bir dışavurumu olmakla yaftalarlar. Örneğin Salman Rüştü, Müslümanları gereksiz yere kışkırtmakla itham edilmiş ve bu nedenle de kendisini ölüme mahkum eden fetvadan (en azından kısmen) sorumlu tutulmuştur. Bu tarz bir yaklaşımın sonucu, tam da bu tür durumlarda beklenebileceği gibi şudur: Batılı liberal Solcular kendi suçlarını sorguladıkça, Müslüman köktendinciler tarafından, kendi İslam nefretlerini gizlemeye çalışan ikiyüzlüler olmakla daha da fazla suçlanmaktalar. Bu karmaşık ilişkiler ağı, süperego paradoksunu mükemmel bir şekilde yeniden üretir: Diğerinin senden talep ettiklerini ne kadar çok yerine getirirsen, o kadar fazla suçlu olursun. İslam'a ne kadar çok hoşgörü gösterirsen, o kadar çok baskı altına alacaktır seni....
İşte bu yüzden, saldırı sonrasında yapmamız gerekenin "aşırı bir tepkiyle katliamı, aşırı bir şekilde alenileştirmekten ziyade, her vakâya münferit bir korkunç kaza olarak yaklaşmak" olduğunu iddia eden Simon Jenkins'in (bkz. 7 Haziran 2015 tarihli The Guardian) çağrılarını yetersiz buluyorum –Charlie Hebdo'ya yapılan saldırı sadece basit ve "münferit bir korkunç kaza"dan ibaret değildi. Bu saldırı belirli dini ve politik saiklerle işlenen ve çok daha büyük bir örüntünün açık bir parçasıdır. Eğer aşırı tepkiyle kastedilen gözü kapalı bir İslamofobi ise elbette aşırı tepki vermemeliyiz. Ancak diğer taraftan, bu örüntüyü acımasızca analiz etmemiz de gerekiyor.
Teröristlerin hamasî intihar fanatikleri şeklinde şeytanlaştırılmasından ziyade asıl ihtiyaç duyulan, bizatihi bu şeytanlaştırma mitinin kendisini yıkmaktır. Friedrich Nietzsche, uzun zaman önce Batı medeniyetinin, büyük tutkulardan ve bağlılıklardan yoksun duygusuz bir yaratık olan Son Adam'a yöneldiğini kavramıştı. Hayal kuramayan, hayattan bıkmış, hiçbir risk almayan, sadece kendi rahatını ve güvenliğini düşünen, karşısındakine hoşgörüsünün ifadesi şu olan kişidir Son Adam: "Ara sıra bir miktar zehir: güzel rüyalar gördürür. Ve nihayetinde alınan fazlaca zehir, huzur içinde bir ölüm sağlar. Onların gündüz için ayrı, gece için ayrı, küçük hazları vardır: ama yine de sağlıklarına dikkat ederler. "Mutluluğu biz bulduk" derler Son Adamlar ve göz kırparlar…"
Hoşgörülü Birinci Dünya ile buna yönelik köktenci tepki arasındaki ayrımın, maddi ve kültürel zenginlikle dolu tatminkâr bir hayat ile kendisini aşkın bir Neden’e adama arasındaki ayrıma paralel olduğu söylenebilir. Söz konusu bu uzlaşmaz çelişki, Nietzsche’nin "pasif" ve "aktif" nihilizm olarak adlandırdıkları arasındaki ayrım değil midir? Biz Batılılar, aptalca gündelik hazlara dalmış Nietzsche'nin Son Adamlarıyız. Müslüman radikaller ise her şeyi riske atmaya hazırlar ve mücadeleleri için kendilerini bile feda etmeye razılar. William Butler Yeats’in “İkinci Geliş” (Second Coming) şiiri mevcut durumu tanımlamaya mükemmelen uymakta: “En iyiler inançtan yoksunlar, en kötüler ise tutkuyla dopdolular.” Anemik liberallerle tutkulu köktenciler arasındaki mevcut bölünmenin mükemmel bir tanımıdır bu. “En iyiler” kendilerini hiçbir şeye adayamazken, “en kötüler” ise ırkçı, dinci, cinsiyetçi fanatizme bütünüyle adanmış durumdalar.
Fakat terörist köktenciler gerçekten bu tanımlamaya uyuyuyorlar mı? Bu terörist köktencilerin, ABD'de yaşayan Amişlerden Tibetli Budistlere kadar olan bütün gerçek köktencilerden kolayca ayırt edilebilmesi bazı unsurlara ihtiyacımız var. Gerçek köktenciler kin ve kıskançlık duymazlar ve inanmayanların yaşam tarzına yönelik kayıtsızlık içindedirler. Günümüzün sözde köktencileri, gerçekten de Doğru yolu bulduklarına inanıyorlarsa, neden inanmayanlar tarafından tehdit edildiklerini düşünüyorlar? Neden onları kıskanıyorlar? Bir Budist, Batılı bir hedonistle karşılaştığında hemen hemen hiç kınamaz onu. Sadece iyi niyetli bir şekilde hedonistin mutluluk arayışının pek de mümkün olmadığını belirtip geçer. Gerçek köktencilerin tersine, terörist sözde köktenciler ise inanmayanların günahkâr hayatından derin bir rahatsızlık duyar, şaşırır, büyülenir. Günahkâr ötekiyle savaşan kişinin, aslında kendi günah işleme tutkusuyla savaştığı görülebilir.
İşte tam da burada, Yeats'in teşhisi mevcut durumu açıklamakta yetersiz kalmaktadır: Teröristlerin tutkulu yoğunluğu, gerçek bir inanca sahip olmadıklarının kanıtıdır. Haftalık bir mizah dergisindeki aptalca bir karikatürü kendisine yönelik bir tehdit olarak algılayan bir Müslümanın inancı nasıl bu kadar kırılgan olabilir? Köktenci İslami terör, teröristlerin kendi üstünlüklerine olan inançlarına ve kendi kültürel-dinî kimliklerini küresel tüketim uygarlığının saldırısından koruma arzusuna dayandırılamaz. Köktencilerle olan sorun, onların bizlerden aşağı olduğunu düşünmemizden çok onların gizliden gizliye kendilerinin aşağıda olduğunu düşünmeleridir. Bu nedenledir ki bizim onlara yönelik hiçbir üstünlük hissetmediğimize ilişkin aşağılayıcı ve politik doğrucu mahiyetteki sözlerimiz, onları daha kızdırıp kinlerini beslemelerine neden olmakta. Sorun kültürel farklılık (yani, kendi kimliklerini korumaya çalışmaları) değil, fakat tam tersi köktencilerin zaten bize benzemeleri, yani bizlerin standartlarını içselleştirmeleri ve kendilerini bu standartlarla değerlendirmeleridir. Paradoksal olarak, köktencilerde asıl eksik olan, kendilerinin üstünlüklerine yönelik gerçek bir "ırkçı" inançtır.
Müslüman köktenciliğinde son dönemde yaşanan değişimler, “faşizmin her yükselişi, başarısızlığa uğramış bir devrimin kanıtıdır” diyen Walter Benjamin'in eski içgörüsünü haklı çıkarıyor: Faşizmin yükselişi Solun başarısızlığıdır; fakat aynı zamanda bu, Solun harekete geçiremediği devrimci bir potansiyelin ve huzursuzluğun da kanıtıdır. Günümüzün sözde "İslami-faşizmi" için de aynı şey söylenemez mi? Radikal İslamcılığın yükselişi, Müslüman ülkelerdeki seküler Solun ortadan kalkmasıyla tam olarak bağlantılı değil mi? 2009 baharında Taliban, Svat vadisinde yönetimi ele geçirdiğinde New York Times, Taliban'ın bir grup zengin toprak ağasıyla, topraksız marabaları arasındaki muazzam yarılmayı kullanarak sınıfsal bir isyanı yönlendirdiğini yazmıştı. Ancak Taliban çiftçilerin söz konusu bu huzursuzluğundan yararlanarak, Pakistan'ın büyük ölçüde feodal kalması riskine dikkat çektiyse eğer, aynı şekilde söz konusu bu huzursuzluktan "yararlanarak" topraksız çiftçilere yardım etmeye alışan Pakistan'daki ve ABD'deki liberal demokratlara engel olan neydi? Bu durumun en üzücü sonucu, Pakistan'daki feodal güçlerin, liberal demokrasinin "doğal müttefiki" olmasıdır.
Peki, liberalizm en temel değerleri olan özgürlük, eşitlik, vs. ne oldu? Paradoks şu ki liberalizmin bizatihi kendisi, köktenci saldırıya karşı topraksız çiftçileri koruyacak kadar güçlü değildir. Köktencilik, liberalizmin mevcut kusurlarına yönelik bir tepkidir - elbette bu yanlış ve mistifikiye edilmiş bir tepkidir- ve bu yüzdendir ki liberalizm tarafından sürekli olarak yeniden ve yeniden üretilir. Liberalizm kendi haline bırakıldığında, yavaş yavaş kendi altını oyacaktır. Liberalizmin temel değerlerini kurtaracak olan yegane unsur, yenilenen bir Soldur. Bu kilit mirasın hayatta kalabilmesi için liberalizmin, radikal Solun dostça yardımına ihtiyacı vardır. Bu köktenciliğin temellerini yok ederek yenilgiye uğratmanın tek yoludur.
Paris katliamına bir cevap olarak düşünmek, hoşgörülü liberalin kendini beğenmişlikten, kendi kendini tatminden vazgeçmesi ve liberal hoşgörülülük ile köktencilik arasındaki çatışmanın nihayetinde "gerçek bir çatışma" olmadığını, bunun iki farklı kutbun birbirlerini varettiği ve birbirlerini varsaydığı kısır bir döngü oluşturduğunu kabul etmektir. Max Horkheimer'in faşizm ve kapitalizmle ilgili olarak 1930'larda söylediği -kapitalizmi eleştirmek istemeyenler, faşizm konusunda da sessiz kalmalıdır- günümüzün köktenciliğine de uyarlanabilir: Liberal demokrasiyi eleştirmek istemeyenler, köktendincilik konusunda da sessiz kalmalıdır.
Zizek'in newstatesman.com'da yayımlanan (10 Ocak 2015) yazısının orjinal metni için tıklayın