Prof. NORA ŞENİ / Paris Üniversitesi
20 Eylül’de IŞİD’in elindeki 46 Türkiyeli rehinenin serbest kalmasını basına açıklarken, Numan Kurtulmuş, bu diplomatik müjdeden her türlü payı çıkarmaya belli ki kararlıydı. Oysa abartmaya hiç ihtiyacı yoktu, zaten gerçek bir başarı ve sevinç vesilesiydi rehinelerin geri gelmesi. Başbakan Yardımcısı bununla yetinmedi. IŞİD’den kaçmakta olup günlerdir aç susuz bekleyen Suriyeli Kürtlere sınır kapısının açılmasının, nasıl Osmanlı’dan miras bir “kucak açma” geleneği icabı olduğunu ekledi. Sonra 16. yüzyıla geçti ve İspanya’dan çıkan Yahudilerin İmparatorluğa kabul edilmeleriyle övündü, derken yeni bir tarihsel zıplamayla İkinci Dünya Savaşı senelerine geldi ve Türkiye’nin Yahudilere kucak açmış olduğu efsanesini yeniledi.
Efsanelerin bile bir tarihsel gerçeğe dayanan küçük de olsa bir çekirdeği vardır… Bu masalda böyle bir çekirdek var mı, bir bakalım…
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, sınırlarını Yahudilere açmış olsa, bundan herkesten evvel komşu Bulgaristan ve Yunanistan Yahudileri yararlanmayacak mıydı? Bu ülkelerin Türkiye’yle müşterek sınırları vardı ve Alman işgaline uğramışlardı. O halde, önce Yunanistan’a bakalım. Örneğin, Selanik’te yaşayan 40 bin Yahudi’den kimler Türkiye’ye sığınabilmişti? Tarihçiler ve kitapları Selanik Yahudi cemaatinin neredeyse tümünün, Treblinka yok etme (extermination) kamplarında can vermiş olduklarını çoktandır belgelediler. Oysa bu Yahudiler, Nazi’lerin işgalinden kaçmak üzere Türkiye sınırlarını karadan ve teknelerle, sandallarla, kayıklarla çıktıkları denizden az zorlamadılar. Netice ortada: Kapı komşumuz Yunanistan’ın Yahudi cemaati, bu savaş sırasında en radikal şekilde yok olan topluluklardan biri. Takribi 40.000 kişilik grubun yüzde 90’ı telef oldu (Örneğin, Fransız Yahudilerinin yüzde 25’i telef olmuştur). Kalan yüzde 10, öncelikle içeride saklanmayı başaranlar, Türkiye’ye sığındığı için kurtulanlar değil.
Şimdi diğer komşuya, Bulgaristan’a bakalım. Bu ülke, Bulgar uyruğuna sahip olan Yahudilerin kamplara yollanmasına bir şekilde direnir ve 45 bin kişilik cemaati telef olmaktan kurtarır. Ancak Bulgar kimliği olmayan, orada yıllardır yerleşik yaşayan 5.000 kadar Yahudi’yi henüz Alman işgali (1941) başlamadan bile sınır dışı etmeye (1939’dan itibaren) koyulur. Yerinden edilen bu kitle, Karadeniz kıyısındaki Varna’dan, bulabildikleri teknelere doluşup deniz yolundan Filistin’e gitmeye çalışır. Bu grupları götürmeyi kabul eden tekneler çoğu zaman köhnedirler, güvenliksizdirler ve kapasitelerinin çok üstünde yolcu almak zorundadırlar. Türkiye, İstanbul Boğazı’nı geçtikten sonra Ege’ye bile varamadan su almaya, hasar görmeye başlayan bu gemilerin herhangi bir limanına yanaşmasına izin vermez, yolcusunun kıyıya çıkmasını yasaklar. Ne gemideki hasarların giderilmesi için yardım eder, ne de yolculara iaşe sağlar. Gemiler batar, yolcuların çoğu boğulur. Bunların en erken örneklerden biri, 352 kişi taşıyan Salvador adlı gemidir. 1940 Aralık ayında vardığı İstanbul sularında 6 gün bekletildikten sonra çaresizce yeniden yola çıktığında, bozulan hava şartlarında Silivri açıklarında batar, yolculardan 230’u boğulur.
Romanya’nın Köstence limanından, daha da kalabalık bir yolcu kitlesiyle çıkan
Struma’nın macerası daha iyi bilinir. 69 gün boyunca İstanbul sularında, aç susuz yolcusuyla bir çözüm bekledikten sonra, Karadeniz’e salınıp Sovyet denizaltısı tarafından Şile açıklarında batırılan (1942), bir kişi hariç, tüm yolcuların öldüğü bu geminin hikâyesi, Türkiye’nin yüzleşmediği trajedilerden biri olarak kalır ve ancak hakkında bir kitap çıktıktan sonra biraz “bilinmeye” başlanır. Bu tür gemi serüvenlerinden ilki olarak da Parita’nın macerasından söz edilebilir. Nazizmin yükselmesiyle, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden kaçmakta olan 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşıyan bu geminin, teknik sorunlarını gidermek üzere sığınmak istediği İzmir limanına (Ağustos 1939) yanaşmasına izin verilmemiş, problemlerinin çözümüne kayıtsız kalınmıştır.
Bunlar mıdır “kucak açma”?
İyi de, bu efsanenin dayandığı hiç mi gerçek olay, bir vesile yoktur? İki ayrı pakette sunabilecek vesileler mevcut. İlki çoğu Yahudi, 190 kadar Alman üniversite profesörünün 1930’ların başında Türkiye’ye davet edilmesi... O sırada yeni kurulmakta olan Türkiye üniversitelerine kalifiye eleman bulma zorluğu karşısında düşünülen çözümlerden biri, Nazi’lerin iktidara gelmesiyle kendilerini Almanya’da persona non grata - istenmeyen kişi durumunda bulmaya başlayan Yahudi profesörlerden katkı istemek olur. Bu öğretim üyeleri, savasın başlamasından hayli evvel Türkiye’ye çağırılmışlardır; burada çağdaş üniversite eğitiminin kurulmasında büyük katkıları olmuştur. Dolayısıyla, bu olayda bir kurtarma, “kucak açma” niyetinin belirleyici olduğunu söylemek mümkün değildir... Ancak şu ya da bu sebeplerle olsun, bu bilim insanlarının savaş sırasında Türkiye’de olmakla Nazi zulmünden kurtulmuş oldukları doğrudur.
Bunun dışında, Necdet Kent, Selahaddin Ülkümen gibi birkaç Türk diplomatın kişisel inisiyatifiyle Yahudilere pasaport vererek ya da toplama kamplarına gönderilmelerini engelleyerek gerçekleştirdikleri eylemleri de saymak mümkün. Ancak bu diplomatların cesaretiyle eş zamanda ve Türkiye’nin resmî politikası gereğince, uzun suredir Avrupa’da yasayan Yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması da uygulanıyordu. Nötr ülke mensuplarının vatandaşlıktan çıkarılması ise, onları derhal “toplama kamplarına sürülebilir” kılıyordu.
Bu tartışma sürdürülebilir, sürdürülmelidir. Ancak su aşikardır ki, 2015’in arifesinde, AKP Yahudilere özel bir rol atfetmek istiyor: Ülke iktidarlarının ayrımcılık, ırkçılık, nefret siciline makyaj yapıp, temiz göstermede onları kullanma gayretinde. Bunu yaparken Numan Bey’in de her istediğini tarihe söyletemeyeceğini bilmesi gerek.