24 Ağustos 2015 03:19
Diyarbakır, Sur İçi’nde cuma sabahı sekize doğru İstiklal Marşı yükseliyor. Öğlen Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak’la buluşmak üzere yola çıktığımızda bu kez Cuma hutbesi camiden taşıyor:
“Yüreklerimizi dağlayan elim hadiselerin yaşandığı şu zorlu günlerde hepimize düşen, bir kez daha birbirimize sımsıkı kenetlenmektir; dinimiz, güzel ülkemiz, milletimiz ve kardeşliğimiz üzerinde oynanan oyunlara izin vermemektir.”
Kürtler için umudun da kıblesi olan kadim Diyarbakır bir kez daha gergin, yorgun, tedirgin. Tecrübe, bir kez daha yeterince ağır. Bölgede neler olduğunu ve neler olabileceğine dair söyleyeceklerini öğrenmek üzere kapısını çaldığımız Kışanak, yaşananları anlatırken “90’lara mı döndük diye tartışıyoruz ama şu anda 90’lardan daha tehlikeli bir yere geldik” diyor, sebebini de şöyle açıklıyor:
“Devleti JİTEM’leştiriyorlar. 90’larda sahiplenmedikleri örgütlerle bazı işler yapılıyordu, şimdi ‘Ben yasa çıkarttım, size itiraz edeni vurun’ diyorlar. Ve takır takır sivil insanlar vuruluyor. Geçmişte bunlar faili meçhul cinayetti, şimdi resmi ölüm!”
Siyasi tercihlerini paylaşmayanlar için de Gültan Kışanak’ın söyledikleri göz ardı edilemez nitelikte. Zira kıyasları, sadece okuduklarına değil yaşadıklarına dayanıyor. Yaşam öyküsü, Kürt siyasi hareketinin bir özetini de barındıran Kışanak, henüz 19 yaşında üniversite ikinci sınıftayken, 12 Eylül 1980 darbesinden birkaç ay önce tutuklandı. Ve PKK’nın güçlenmesinin ana sebebi olarak gösterilen Diyarbakır Cezaevi’nde yaklaşık iki sene yattı. Cezaevinde maruz kaldığı işkenceleri öğrendikten sonra “Onun yerinde olsam ben de dağa çıkardım” diyen Bülent Arınç’ın sözlerindeki istikametin aksine, Kışanak cezaevinden çıktıktan sonra gazetecilik okudu. İzmir bürosunda stajyerlik yaptığı Güneş gazetesinden sonra Kürt hareketinin gazetelerinde çalıştı. Çalışanlarının öldürüldüğü, ofislerinin bombalandığı Yeni Ülke, Özgür Gündem ve Özgür Ülke’de muhabirlikten yayın koordinatörlüğüne pek çok pozisyonda görev aldı. 1997’den itibaren kadın hareketinde aktif olan, 2003’ten başlayarak Diyarbakır’ın Bağlar Belediyesi’ne sosyal proje danışmanlığı yapan Kışanak, 2007’de DTP’nin (Demokratik Toplum Partisi) desteğiyle bağımsız milletvekili olarak Meclis’e girdi. 2009’da DTP’nin kapatılmasıyla kurulan BDP’nin (Barış ve Demokrasi Partisi) eş başkanı oldu. Kışanak 2014 Yerel Seçimi’nde Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı seçilerek kentin ilk kadın belediye başkanı oldu.
Gültan Kışanak, bugün hissettiklerini tarif ederken “Diyarbakır Cezaevi’nde bile bu kadar derin duygular yaşamadım” diyor. Bazı sorularımızı tali bularak şu çağrının altını tekrar tekrar çiziyor:
“Biz derhal, bir an önce, hemen, daha önce bulduğumuz ‘ortak akla’ geri dönmeliyiz. O ortak akıl şuydu: Ölerek, öldürerek, savaşarak bu sorunları çözemeyiz; tek denemediğimiz yol kaldı, o da konuşmak. Konuşmaya geri dönmeliyiz. Ülke uçuruma doğru doludizgin gidiyor. Bir iç savaş haline doğru seyrediyor.”
Yoğun programını takip etmeye çalışırken söyleştiğimiz Kışanak’a veda etmeden önce dindar Kürtlerin oylarının yeniden AKP’ye yönelme ihtimalini soruyoruz. “Dindar olanlar, olmayanlar diye bir ayrım kalmadı. Kobanê’deki kırılmayı, yaşanan ırkçılığı gördüler” diyor Kışanak ve “O zaman size göre önümüzdeki seçimde yüzde 13 oy oranı düşmeyecek” sorusuna “Yüzde 13 hayatta düşmez” yanıtını veriyor.
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ın T24’ün diğer sorularına verdiği cevaplar şöyle:
- Varto’da öldürüldükten sonra kıyafetleri çıkarılarak çekilen fotoğrafı servis edilen PKK’lı Kevser Eltürk’ün görüntüsünü gördüğünüzde siz ne hissettiniz?
İnsanlık değerlerini, kadın onurunu rencide etmeye varan bir canavarlıkla karşı karşıya olduğumuzu hissettim. Ne evrensel hukuka, ne vicdani hiçbir kritere uymayan bir tablo. Bir kadının çıplak bedeni sokaklarda sürüklenmiş, bu da yetmemiş servis edilmiş. Onurumun kırıldığını hissettim. Ama valiliğin bunu yapanlar değil, sadece fotoğrafı çeken ve sosyal medyaya servis edenler hakkında soruşturma açması ikinci bir travmaydı. ‘Bunun yapılması normal’ tavrı incitici.
- Sosyal medyada duygularınızı paylaşmayan bazı kullanıcıların “Az bile yapmışlar” hattındaki yorumlarını gördüğümüzde şunu merak ettik: O fotoğrafın Vartolu, Diyarbakırlı gençlere etkisi ne oldu?
Kendisine insanım diyen kimsenin o fotoğraf karşısında insanlığını sorgulamaması bence kabul edilebilir değil. O PKK’li olabilir, bir hırsız, bir katil de olabilir, ama o bir insan. Ortak paydamız insanlığı da yitirirsek bizi birlikte yaşamak için ne bir arada tutabilir?
- Kevser Eltürk’e yapılan, sizce örneğin bir askere de benzerinin yapılmasının yolunu açan bir eylem mi?
Sen insani değerleri ortadan kaldırdığın an, herkes herkese aynı hakareti yapmak için kendine bir gerekçe bulabilir. “Benim gibi olmayan bunu hak eder” dersen… Bu da insanlığın bittiği noktadır. Ama herkes kendisinden sorumludur. Kimse, başkasının yanlışına sığınamaz.
- Bir psikolojik eşik olduğu için soracağız; 16 yaşındaki Yasin Börü’nün Diyarbakır’da öldürüldükten sonra 3. kattan atılıp kafasının üstünden geçilmesi de sizde benzer bir rahatsızlık yarattı mı?
Kim olursa olsun, ‘insani değerler’ dokunulmaz olmalıdır.
- Bugün Diyarbakır’da ne yaşanıyor; siz Silvan’da olanları aktardığınız Radikal’den Ezgi Başaran’a “Asker sokakta” derken, bölgedeki bir meslektaşımız “Bu kez sokaktaki polis” diyor. Çatışmanın devlet kanadında kim, karşı tarafta kim var?
Bunları tartışmak ne işimize yarayacak bilmiyorum.
- Osman Baydemir, Vatan’dan Murat Çelik’e “Çatışma kontrolden çıkmak üzere. Örgütün de istemediği, tasavvur dahi etmediği bir noktaya doğru gidiyor. Aynı şekilde hükümetin de, devletin de” dedi. Çözüm süreci Erdoğan’ın tabiriyle buzdolabına kaldırıldıktan sonra devlet tarafında çatışanın asker mi, polis mi olduğu, Kürt hareketi için de “örgütün kontrol edemediği” PKK üyeleri mi, yoksa tabanda başka bir hareketlilik mi var sorusu önemli.
Bir yerde çatışma varsa, hukuk rafa kalkmışsa orada mutlaka başka hesapları olanlar da provokasyon amacıyla devreye girip kendi işlerini yapmak isteyebilir. Ama şu anda yaşadığımız bunu da aşan bir durum. Bugün toplamda yaşadığımız şu; 90’lı yıllarda bu çatışmada devlet oturdu, MGK’de “Resmi güçlerle baş edemiyoruz, o yüzden JİTEM diye bir şey kuralım” dediler. Çiller Özel Örgütü gibi de adlandırılan bazı paramiliter kuvvetleri devreye soktular. Ve faili meçhul cinayetler işlediler. Ama şimdi Sayın Cumhurbaşkanı diyor ki “Ben size sınırsız vurma yetkisi verdim, sokağa çıkanı vurun!”
- İç güvenlik paketine mi işaret ediyorsunuz?
Evet. Yasanın özeti, güvenlik güçlerine sınırsız öldürme yetkisi! Bir askerin can güvenliğini, onun eline ‘sınırsız öldürme yetkisi’ vererek sağlayacağını zanneden bir akıl yoksunluğu var ortada. “Niye bu garibanları, çocukları ölüme gönderiyorsun” sorusunu sormamızı engellemeye çalışıyorlar.
- Sizce bugün derin devletin derini kalmadı mı?
Kalmadı. Devleti bu hale getiriyorlar, onu JİTEM’leştiriyorlar. 90’larda sahiplenmedikleri örgütlerle bazı işler yapılıyordu, şimdi “Ben yasa çıkarttım, size itiraz edeni vurun” diyorlar. Ve takır takır sivil insanlar vuruluyor. Geçmişte bunlar faili meçhul cinayetti, şimdi resmi ölüm! “Çatışmaya girdi, öldü” diyorlar.
Şu anda devletin resmi kuvvetlerini böyle sahaya süren bir mantıksızlık var. Bu nedenle halk, sivil, asker, gerilla, polis her şey iç içe vuruluyor. Silvan’daki korkumuzun nedeni buydu. Evet, elinde silah olup karşılıklı çatışan taraflar var, ama bir de siviller var. Onların hayatını hiçe sayan, evleri tarayan, iş yerlerini yakan bir yaklaşım var. Tabii ki elinde silah olanların çatışma hali de çok kötü, bunun da sona erdirilmesi lazım. Ama iş sadece elinde silah olanların çatıştığı bir mecradan çıkartılmaya çalışılıyor. Korkunç olan bu. Bir an önce çatışmalar durmalı.
- “Çatışma sona erdirilmeli” parantezine PKK’yı da sokuyor musunuz?
Tabii ki. Bu çatışmanın iki tarafı var.
- Demirtaş’ın açıklaması...
Bence bunları tartışmak yerine işin ana noktalarını konuşup sorunu çözmemiz lazım. 90’lara mı döndük diye tartışıyoruz ama şu anda 90’lardan daha tehlikeli bir yere geldik. Öbür taraftan sokakta çırılçıplak bir kadın teşhir edilirse bunun yaratacağı infialle kimin ne yapacağını da bilemezsin. Biz bütün bunları yeniden yeniden yaşamak zorunda mıyız? Biz az da olsa bunlarla yüzleştik. Dedik ki “Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşet sorunun ana kaynaklarından biridir.” Bunu AKP’lisi de, askeri de, HDP’lisi de teslim etti. Bu hükümet değil miydi OHAL’i kaldırmakla övünen? Şimdi OHAL’den beter bir hal var, 100’ün üzerinde sivillere yasaklanmış özel güvenlikli bölge var. Eskiden siviller faili meçhullerde öldürülürdü, şimdi gösterilerde öldürülüyor. Kaç sivil öldü hesabını tutan var mı?
- “Ana noktaları konuşup sorunu çözmemiz lazım” derken bazı insanların aklına düşecek olan “Ceylanpınar’da polisler uykuda infaz edilirken mi” sorusuna ne dersiniz?
Tekil olaylar sorgulansın; Ceylanpınar’da ne oldu? Bunun sorgulanmasını kimse reddetmiyor. Ama bunu gerekçe yapıp daha büyük ölümlere sürüklemek de bir akıl mı? Hükümet samimi olarak Ceylanpınar’ı sorgulasaydı, lokal bir olay olarak ele alsaydı, biz de hep beraber üzerine gitseydik.
- Hükümetten gayrı olarak da sorgulayıp sorgulamayacağınız bir tartışma konusu.
Bir anda öylesine büyük bir çatışmanın içine sürüklendik ki, Ceylanpınar’da ne olduğunu konuşmaya fırsat kalmadı. Bu konuda biz sürüklendiğimiz büyük felaketi durdurmak mı istiyoruz, yoksa birbirimize karşı argüman mı üretmek istiyoruz, mesele bu. Benim derdim ikincisi değil. Bu kadar genç ölürken karşı tezlerle konuşmayı insani bulmam. Bu büyük felaketi nasıl durduracağız, benim derdim bu.
- Sizce gidişat nasıl durdurulabilir?
Biz derhal, bir an önce, hemen, daha önce bulduğumuz ‘ortak akla’ geri dönmeliyiz. O ortak akıl şuydu: Ölerek, öldürerek, savaşarak bu sorunları çözemeyiz; tek denemediğimiz yol kaldı, o da konuşmak. Konuşmaya geri dönmeliyiz. Ülke uçuruma doğru doludizgin gidiyor. Bir iç savaş haline doğru seyrediyor. ‘Kamyonun içinde şoför var mıydı, freni niye bozuldu’ ile uğraşacağımıza uçurumun önüne gidip bariyer kuracağız. Uçuruma yuvarlanmayı durdurduktan sonra, her şeyi daha soğukkanlı bir ortamda konuşabiliriz. Her gün onlarca genç insanın bedenini toprağa verirken, kim hangi argümanlarla kendini oyalayabilir? Güçlü toplumsal bir refleksle yeniden diyalog ve müzakere ortamını sağlamalıyız.
- Siz en azından seçime kadar böyle bir ihtimal görüyor musunuz?
Tek seçenek bu. Bir an önce eller tetikten çekilmeli, diyalog ortamına geri dönülmeli. Biz bunları bir daha yaşamak zorunda değiliz. ‘80 darbesinde, 90’lı yıllarda bunları yaşadık. ‘Dış güçler karıştırıyor, içeride provokasyon var, halkı da korkutuyorlar vs...’ Bunları konuştuk konuştuk, sonra da baktık ki işin gerçeği böyle değil. Senin bir kaos ortamın varsa birileri de gelip parmağını sokar.
- Daha ikincil gördüğünüzü anlıyorum ama olanı anlamak için soracağım; Ümit Kıvanç, Diyarbakır’da Bayram Özelçin, Emin Ensen ve Bayram Dağtan adlı üç HDP’linin öldürülmesi ardından "Şehid (İhya-Der Başkanı) Aytaç Baran'ın şehadeti mübarek olsun. Sen cennete gittin, katillerin cehenneme!" tweeti de atan “Şeyh Said Seriyyeleri” adlı bir grup olduğunu yazdı. Bugün bu tür gruplar çatışmalarda ne kadar aktif? Diyarbakır’da kaç tane radikal silahlı Selefi örgüt var? Tedirginliklerinizden biri bu grupların aktif hale gelmesi veya getirilmesi mi?
Ben somutlaştırarak şu var, bu var demek istemiyorum, demem de. Dünyadaki bazı çatışma deneyimlerini yakından incelemiş ve bizzat Türkiye’nin son 35 yılını sıcağı sıcağına yaşamış, her anının tanığı, mağduru olmuş bir insan olarak; şunu söyleyebilirim: Başka merkezlerden yönetilen silahlı gruplar, paramiliter güçler olabilir. Ama bütün bunlar kendilerini var edecekleri bir ortam bulurlarsa devreye girerler. Biz o ortamı yaratmamalıyız. Ortam yaratıldığında bütün potansiyel riskler de devreye girer. Bu bir dünya gerçeği. Olmaması şaşırtıcı olur. Orta Doğu gibi bir coğrafyada yaşıyoruz. Suriye böyle olmadı mı? Üç günde Şam’a gideceklerini söylüyorlardı, Esad’a vade biçiliyordu. Herkes elini sokunca orası neye döndü? Bütün bir ülke yerle bir oldu. Bir çözümsüzlük girdabına sürüklendi. Bu nedenle ben “Hâlâ şansımız var” diyorum. Bizde de olması muhtemel durumların yaşanmaması için bu ortamın derhal normale dönmesi lazım.
- Normalden kastınız; “Eller tetikten çekilsin, müzakereler yeniden başlasın” mı?
Evet, bu kadar kolay bir şey ve bunun bu ülkede yüzde 90’lara varan bir destekçisi var. Defalarca kamuoyu yoklamaları yapılmış, bu ülkede parti gözetmeksizin insanlar “Ölümler dursun” istiyor. O zaman ölümlerin nasıl duracağını bulmak siyasilere düşüyor. Ve bu yol bulunmuştu. Bir ortak akıl bulmuştuk. Peki ne oldu da bu akıl kayboldu?
- Sizce neden?
Birçok sebep vardır. Bunlardan birisi çözüm süreci dediğimiz süreçte, az çok diyalog ortamı varken şunu gördük: Bir güven krizi vardı. Taraflar birbirlerine güvenmiyorlardı. Biri “Benimle müzakere ediyorsun ama güvenlik amaçlı baraj, kalekol yapıyorsun, KCK operasyonlarında on binlerce insanı içeri tıkıyorsun” diyordu. Öbür taraf da “Sen benimle görüşüyorsun ama bir taraftan da gerillaya katılımlar devam ediyor” diyordu. Bu güven krizini fark ettiği için Sayın Öcalan, “Biz hemen şimdi anlaşma noktasına gelemiyorsak, araya girecek bir mekanizma yaratalım. Bir izleme komitesi olsun, gelsin baksın ne oluyor. Ya da müzakereleri şeffaflaştıralım. İmralı’ya geliş gidişler artsın, gazeteciler, milletvekilleri gelsin” dedi. Israrla Sayın Öcalan bunun için 10 tane öneri üretti; “sekretarya”, “izleme heyeti”, “Akil İnsanlar Heyeti devam etsin” dedi. Bu önerilerin tamamını ellerinin tersiyle ittiler, güven krizini çözmek için adım atmadılar.
Müzakerelere geri dönülürse yapılacak şey şu: Şeffaflaşma, kamuoyuyla daha fazla paylaşma ve yanlış yapıldığında “hop, durun” diyebilecek bir mekanizma kurulması lazım.
Dolmabahçe meselesi mutabakat mıydı, değil miydi? Bunu tartışmak yerine, oradaki 10 maddeyi, konuşalım. Başlıkların hepsi demokratikleşmeyle ilgiliydi. Oradaki hangi maddeye karşısınız? Sorunlarımızı konuşmayalım mı diyorlar? Çıksınlar o zaman, topluma bunu itiraf etsinler. Desinler ki “Biz konuşmak istemiyoruz, biz savaşmak istiyoruz.” Toplum da bilsin, kim savaştan, kim konuşmadan yana.
- Bu esnada öz yönetimler ilan edilirken, ilanı yapılan bazı Diyarbakırlı belediyelerin eş başkanları gözaltına alındı ve siz de “Belediye başkanlarım gözaltına alınırsa ben de özerklik ilan ederim” dediniz. Bu bazı kesimler tarafından el yükseltme olarak da okundu.
Orada tam da bizler, bütün bir Türkiye ne olduğunu düşünsün diye bu cümleyi kurdum. Bir ülkede devlet niçin vardır? Sokaktaki insanın anladığı deyimle, vatandaşlarının canını, malını, namusunu korumak için. Hukuk devletiyle güvence altına almaya çalıştığımız meselenin özeti de budur. Kardeşim, canımız korunmuyor, ölüyoruz ölüyoruz! Askeriyle, gerillasıyla, siviliyle ölüyoruz ölüyoruz. Bu devlet ölümleri durdurmuyor. Ben o zaman bu devletin meşruiyetini tartışırım. Canımızı korumayan, bizi ölüme sürükleyen bir devleti ben sorgularım. Kevser’in sokak ortasında çırılçıplak bedenini teşhir eden, ormanları yakan bir yönetimi sorgularım. Öz yönetim çıkışı tam da bu itirazdır. Böyle bir devleti istemiyoruz itirazıdır. Bu anlaşılsın istediğim için o cümleyi kurdum.
Bu itiraz sadece benim, Diyarbakır’ın, Varto’nun itirazı olamaz. Bütün bir Türkiye böyle bir devlet istemiyoruz. İnsan haklarına, evrensel hukuk kurallarına uyacak bir devlet istiyoruz. Samsun’un da, İstanbul’un da, İzmir’in de çıkması lazım. Öz yönetim dediğim budur. Yoksa kim burada, ne kuruyoruz? Geldiniz işte, gördünüz. Diyarbakır’da kim, neyi kuruyor? Bir itirazımız var. Bunun duyulması lazım. Biz böyle yönetilmek istemiyoruz. Bu bir itiraz.
- İtiraz idari bir yapılanmayla da ilişkili olduğu için akla DTK’nın özerklik çalıştayında çıkan iki metinin de yer aldığı bir birikim geliyor.
Bunun doğru anlaşılması lazım. Öldürmeye, savaşa, kaosa, orman yakmaya, bütün hak ve özgürlükleri rafa kaldırmaya, her tarafı özel güvenlikli bölge ilan etmeye kalkışmış bir yönetme yetkisini elinde bulunduranlara karşı halkın itirazıdır. Bunları kabul mu edelim, öldürme siyaseti devam mı etsin? Barış ve çözüm sesi çıkması lazım, “Benim adıma ölme, öldürme” denmesi lazım. Türkiye’yi yönetme yetkisini elinde bulunduranlar “Biz öldürme siyasetinden vazgeçiyoruz, müzakere masasına dönüyoruz” dedikleri gün bunun karşısında silah sıkan olursa, herkes bunun karşısına çıkar.
- Economist’e, Temmuz 2014’te “Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde referandum yapılsa yüzde 80 bağımsızlık lehine oy kullanır” dediniz. Bir yıl sonra bu söyledikleriniz “Koptu kopacak” olarak mı okunmalı, yoksa bir adım öteye taşıyıp “Referandumu yapalım” da diyor musunuz?
Bir adım ötesi değil, bu demokrasinin birinci kriteridir, halka soracaksın. Bir hakkın öznesine soracaksın, yani senin hakkını sana, benimkini bana soracak. Eğer devletin, eğer hükümetin, Türkiye’yi yönetme iddiasında olanların halkın iradesine zerre kadar saygıları varsa demokratik özerklik siyasi bir proje, bunu siyaseten reddedebilirler, ama bunun sahibi halktır, halka soracaklar.
- “Siz sormadan ilan ediyorsunuz” dense?
İlanı halk yapıyor. Eş başkanlarımız gözaltına alınıyor. Bu tamamen demokratik siyasetin önünü kapatmaya yönelik. Adı konmamış bir KCK operasyonu gibi... O kadar çok insan gözaltına alındı ki. Yoksa neden seçilmiş bir belediye başkanının evine baskın yapılarak, sırtına basılarak gözaltına alınır? Bir davet etseniz gidecek. Kimse “Hukuksuzluk varsa soruşturulmasın” demiyor ki. Bu mudur karşılığı, bir belediye başkanının evine kapısını kırarcasına içeri girip sırtına basmak mıdır? Böyle bir şey olamaz. Orada ilanı yapan mahalle meclisidir. Halk diyor ki “Ben böyle yönetilmek istemiyorum.”
Demokratik özerklik bu ülkede 2007’den bu yana siyasi partilerin programında yer alan bir çözüm önerisidir. Şu anda yerel yönetimlere özerklik vermeyen hiçbir demokrasiye saygılı devlet kalmadı. İkincisi bir sorunumuz var, çözemiyoruz Kürt sorununu. Bunu bu yöntemle çözebiliriz. Biz Türkiye’nin dört bir yanında Kürtçe eğitim veren okullar açamayız ama yerel yönetimlere eğitimle ilgili bir inisiyatif verirsin yerel yönetimler de halka sorar, hangi dilde isteniyorsa o dilde okul açar. Dünyanın her yerinde böyle yürüyor. Bu niye kriz, çatışma konusu olsun?
- Sizce öz yönetim ilanları ve PKK eylemleri, önümüzdeki seçimde HDP’nin Türkiyelileşme iddiasını savunmasını zorlaştırmayacak mı?
Dünyanın her yerinde böyledir. Silah sesleri arasında sesinizi duyurmanız, söylediklerinizin doğru anlaşılması kolay değil. Ölümlerin olduğu yerde duygular ön plana çıkar. O nedenle bir an önce çatışmalar sona ermeli diyoruz.
Ama öz yönetim “Eğer demokratik bir ülke olmak istiyorsak Türkiye’nin yerinden, özerk yönetimlere ihtiyacı var” denen bir öneri. Türkiye’de de büyük ölçüde bu doğru anlatılsa karşılığının olduğunu görüyoruz. Niye İzmir, merkezi hükümet AKP’de diye AKP’nin boyunduruğu altında kalsın? İkisi ayrı seçiliyor. Bütün Türkiye’nin böyle özerk bir yönetime ihtiyacı yok mu? Ankara’nın verdiği beş kuruş bütçeye muhtaç bırakılıyor yerel yönetimler. “Kürtler bölünmek istiyorlar” gibi kaba, saçma, modası geçmiş bir argümana bu iş sığmaz.
- Ankara ve koltuk sahipleriyle sınırlamadan soracağız, siz kaba ve saçma deseniz de özerklik, Türk toplumu tarafından DTK’nın 2010 tarihli özerklik taslağı nedeniyle de bayrak, asker yerine öz savunma ile ilişkilendiriliyor.
Bunlar çok geride bıraktığımız konular. Ben MHP’li belediyelerin de, CHP’lilerin de yerel özerklik istediğini adım gibi biliyorum. MHP’liler de “Biz böyle vesayet altında olmak istemiyoruz” diyorlar. Yerel yönetimler, Ankara’nın vesayeti altında.
- Sizce içinde emanet oyların da olduğu söylenen HDP’nin yüzde 13 oyu, özerklik, PKK’nın eylemleri ve ölümlerden nasıl etkilenir; düşer mi artar mı?
Birileri bunun hesabını yaptı zaten. Ben bu savaşın en önemli nedenlerinden birinin de seçim sonuçlarını beğenmemek olduğunu söylüyorum.
- “Mevzu oysa, alın yüzde 3’ü” der misiniz?
Demem. Çünkü yüzde 3’ü alırsa, barış gelmeyecek, daha fazla tepeleyecekler halkı. Türkiye’yi daha fazla kaosa sürükleyecekler. Çok açık seçim sonuçlarını beğenmediler. “Bize oy vermeye mecbursunuz, bak savaş var, bak terör var, bak PKK yaptı” demek için savaş çıkardılar. Bu çocuklar en çok bunun için ölüyor.
- Al Jazeera’ye 2014’te şunu söylediniz: “Biz istediğimiz kadar PKK silah bıraksın diye çağrı yapalım. Bu çağrının bir hükmü var mı? Yok. Ama bu çağrıyı Öcalan yaparsa PKK silah bırakır. Çünkü bunu yapacağı zemini de, zamanı da bilir.” Bugün PKK’yı da parantez içine alarak “Eller tetikten çekilsin” diyen sizin açınızdan da bir dönüşüm mü oldu?
Biz bunu her zaman söylüyoruz ama bunun bir karşılığı yok. Hepimiz çıksak, “Tepene bombalar yağıyor ama bırak” desek bir karşılığı olur mu? Bu akıl yolu mu? Bu nedenle ‘eller tetikten çekilsin’ diyoruz.
- Altan Tan ve Ertuğrul Kürkçü’nün de farklı ifadelerle devamını getirdiği, Selahattin Demirtaş’ın “PKK kesinlikle Türkiye’ye karşı silah bırakmalı” açıklamasının sizce Kürt siyasi hareketi açısından yeni bir niteliği yok mu? “Biz bunu her zaman söylüyoruz” deseniz de bu kelimelerin bu kadar net yan yana dizilişine ilk kez tanık olmuyor muyuz?
Bundan ne murat ediyoruz?
- Sizce Demirtaş ne murat etti; sözleri “laftan” mı ibaretti?
Hiç laftan ibaret değil. Demirtaş olması gerekeni söylüyor. Fakat bunu “Biz hep beraber söyleyeceğiz, PKK da teslim olacak” diye kurarsak bu Demirtaş’ı da, bizim barış umutlarımızı da boşa çıkartmak olur. Silahların susması ‘geçici barış’ halidir. Biz ‘kalıcı barışa’ ulaşmak istiyoruz.
- “Bunun bir karşılığı yok” dediğiniz söz, onu duyacak Batı’daki Türklerin kulakları veya HDP’nin pozisyonun netleşmesi için de önemli değil mi?
Bunlar çok önemli. Ben burada propaganda yapmıyorum. Türkiye toplumunun kulaklarına hoş gelecek diye bu sözleri söylemiyorum. Son yaşadıklarımızdan sonra hepimiz hakikati çıplaklığıyla görmeliyiz ve barışı bunun için istemeliyiz. Öyle kritik bir yerdeyiz ki palyatif şeylerle uğraşamayız. Doğrusunu bulup set çekmeliyiz. Ferah bir zamanda değiliz, bir kâbusa doğru sürükleniyoruz. Hızlı bir şekilde durdurmalıyız bu savaşı. Gittim, Silvan’da gördüm. O gece o şiddetle devam etseydi, orada yüzlerce kişi yaşamını yitirebilirdi. Yaşadığımız travmalar sonra bizim önümüze engel olarak çıkacak. Bugün yaşadıklarımızı durdurmazsak, yarın masaya döndüğümüzde bunlar da çözülmesi gereken konular olarak önümüze gelecek.
- Siz geçmişten ders alınmadığını mı düşünüyorsunuz?
Hani ders alınmıştı, hani ölüm çözüm değildi, hani denemediğimiz tek yol barıştı... Bütün bunlar bir rüya mıydı? Şunu söyleyeyim, son yaşadıklarımız karşısında o kadar zorlanıyorum ki, ben Diyarbakır Cezaevi’nde bile bu kadar derin duygular yaşamadım.
- Diyarbakır Cezaevi’nde iki sene boyunca gördüğünüz işkenceler düşünüldüğünde, görece kısa bir sürede bu duygu durumuna geldiniz mi?
Barış imkanı bu kadar ortaya çıkmışken, bu kadar emek verilip bir noktaya gelmişken, yeniden ve daha şiddetli bir savaşın içine sürüklenmek, beni çok zorluyor. Ayrıca burada bir birikim var. Bu süreçte Türkiye’nin batısına cenazeler gelmedi ama, biz burada günde 10 cenaze kaldırdığımız günler oldu. Kobanê’den, Şengal’den cenazeler geliyordu. Biz iki yıldır sınırlardan cenaze taşıyoruz, gaz yiyoruz, nöbet tutuyoruz. Bu savaşı başka türlü sürdürüyorlardı. Ayrıca bütün toplumun yaşadığının sende yarattığı travma çok daha farklı. Ben Silvan’dan buraya ağlayarak geldim. “Bir kısmımız Diyarbakır’a döneceğiz, bir kısmımız burada kalacağız. Bir şey olursa bizi arayın” açıklaması yapıldıktan sonra 5 yaşında bir kız çocuğu geldi belime sarıldı, “Başkan sen gidiyor musun, burada mı kalıyorsun” dedi. Can güvenliğinin olmadığını hissediyor o çocuk ve belki ben orada olursam onu ölümden koruyacağımı düşünüyor.
© Tüm hakları saklıdır.