12 Eylül 2017 14:51
Yazar Tanıl Bora'nın, sosyolog Mücahit Bilici ile yaptığı söyleşi*
-Müslümanların “başkalarıyla” eşitliği kabul etmelerinin günümüzdeki en zorlu sınavı olarak LBGT’leri konu ediyor; burada bir günah tartışması yapılabilecek olmasını ayrı mesele sayarak, onların eşit vatandaş olarak haklarının tartışma konusu yapılamayacağını söylüyorsun. Bu, gerçekten istisnai bir tutum. İslâmcı ve Müslümanların haklar ve özgürlükler konusunda en “ileri” olanları arasında dahi, LBGTİ insanlar, en koyu kırmızı çizgidir. Buradaki reddiyenin -ve nefretin- nedeni ne? (Cinsellikle ilgili özel bir “meselenin”, bir riyakârlığın payı yok mu?)
LGBTİ konusu çok boyutlu bir konu. Tepkilerin bir kısmı teknik/hukuki, bir kısmı ise duygusal/hissi. Bunları ayrı ele almalı.
O yazıda yaptığım şey aslında lüzumuna inandığım bir içtihad. Eğer dinî hükümler konusunda yasama gücüne sahip olan ve vakiyi anlama noktasında mesai sarf etmesi beklenen ulema, işinin ehli olsaydı, böyle bir alternatif çözüm yolu bulurdu. Fakat İslâm uleması rolünün ehli değil. (Kendini bir şey sayan biri durumuna düşme ve ulemayı topluca değersizleştirmeye kalkan bir densizlik intibaına kendimi malzeme etme pahasına bunu söylüyorum. Çünkü söylemem gerekiyor). Bugün İslâmi açıdan bile sadece İslâmi bilgi ile içtihad yapmak mümkün değildir, caiz bile değildir. Kitabı ve yasayı iyi bilen ama vakayı ve hayatı neredeyse hiç tanımayan bir hâkimin ilgili bir konuda yargıda bulunması caiz değildir. Hüküm belirtmek hukuk kitaplarının işidir. Yargıçlarınki muhakeme yapmaktır. Muhakeme, hakkında hüküm verilecek olan nesneye (suçta hem yasaya hem de vukuata, eleştiride metne ve bağlama, tahlilde nesneye ve çevreye) nüfuz ve hâkimiyeti gerektirir. İslâm uleması muhakeme noktasında gerekli altyapıya ve niteliklere sahip değildir. Çünkü evrensel bir din iddiasında olan İslâmın sadece bedevi toplumdaki yaşanış ve algılanışını biliyorlar. Medeniyette ve modern hayatta dinin alacağı şekli bilmedikleri için teknik olarak hüküm vermekten kendi kendilerini azletmeleri gerekir. İşbölümü, toplumsal hayat fonksiyonlarındaki ayrışma ve kentsel hayatın getirdiği organik dayanışmanın ürünü olan yeni “beden”i ve politik ontolojiyi anlamak, geleneksel ulemanın (onların kendi sistemleri içindeki kalitelerinden bağımsız olarak) boyunu aşmıştır. Ulemanın trajedisi bunun farkında olmamasıdır. Dindar siyasetinin bir kısmı istem-dışı ortaya çıkan ikiyüzlülüğünün arkasında da bu kriz vardır. Dinin, hayatın dışında kalmış olmaktan dolayı hayatın gerisinde kalması. Şuna benzetebiliriz: İyi niyetli ve samimi eski çobanların aynı iyi niyet ve samimiyetle bugün bu sefer insan gütmeye kalkmaları. Bunun köy ve kasaba versiyonları vardır. Hayrettin Karaman gibi insanlar ikincisine örnektir.
Geçmişte mesela Kürt illerinde fen bilimlerinin küfre yol açacağı varsayımıyla çocuklarını okula göndermeme “korku” ve “savunmacı saldırganlığı” ne idiyse çoğu İslâmcı arasında halen yer yer süren özgürlük-fobisi yahut “demokrasi”yi küfür rejimi olarak görme eğilimi de odur. Bunlar bedevilik kökenli korku, korunmacılık ve kültürel-sınıfsal hıncın ifadeleridir ve İslâmın kendisi veya lazımı olarak görüldüler. Ulema bu bedeviliğin bir kısmını tevil ile aştı. Yüzyıl başında Abdülhamid istibdadına karşı çıkan ve toplumun kendi kendisini yönetmesi ilkesini savunan Said Nursi bu ilkenin o zamanki ismi olan Meşrutiyet’in değil İslâma veya şeriata aykırı olmak, bilakis İslâmın arzuladığı politik biçim olduğunu anlatmaya çalıştı. Politik form olarak hakimiyet (yani hükmedilme ve çocukluk) çağından çıkılıp özgürlük (kendi kendine hükmetme ve politik büluğ) çağına girilmesiyle birlikte Müslümanların gayrimüslimler üzerindeki (mahkûm kalmamak için) hakim olma zorunluluğu (yani zımmiliğin zemini) artık kalkmıştır dedi. Yani resmen “zımmilik” kurumunu ve Müslim-gayrimüslim eşitsizliğini lağvetti Said Nursi. Münazarat isimli eserinde yaptığı bu içtihad diğer reformcu düşünürlerle benzerlikler gösterse de geleneğin içinden bir devrim idi. Devlet hakimiyet cihazı olmaktan çıkıp hizmet cihazı haline gelince devletin yöneticisinin Müslüman olma zorunluluğu kalmadı. Benim yaptığım aslında bu içtihadı LGBTİ örneğine uygulamak oldu. Çünkü burada mesele din konusunda egemenliğin devletin elinden çıkması olduğu için birey din konusunda egemen hale geliyor. Devlet bireyin dinsel keyfine hizmet etmek dışında bir güce sahip olmuyor. Bu durum LGBTİ sorununu egemenlik kavramı üzerinden çözüyor. Ve dinin içinden çözüyor. Ne dinin bu konudaki (gerçek veya hayalî ama bugün için büyük ölçüde kemikleşmiş) ilkelerini sulandırmadan ne de bunu bir esneklik, sadakavari bir toleransa dönüştürmeden hallediyor. Sevmek zorunda olmadan saygı göstermek. Hukuken helal hale geliyor. Bu yaklaşım tabii ki ne ezberci gelenekçilerin ne de meseleyi kavramaktan uzak bir yüzeysellikle “günah” kısmına takılan LGBTİ hak savunucularının hoşuna gitmez.
Geleneksel anlayışın LGBTİ pratiğine gösterdiği tepkiyi şöyle düşünebiliriz: aleniyet kazanınca ahlâkçı ve kızgın. Aleniyet kazanmadığında görmezden gelmeci ve sorun edinmemeci tavır. İslâm tarihinde ve günümüz İslâm dünyasının bazı yerlerinde bu ikinci tavrın genelde hakim olduğunu söyleyebiliriz. Kürtaj ve evrim teorisine gösterilen tepkilerde olduğu gibi LGBTİ meselesinin de günümüz muhafazakâr dindarlığında yol açtığı infialin kökeninde Amerikan sağcı-dindarlığından etkilenme olduğunu düşünüyorum. Yine geçmişten farklı olarak LGBTİ pratiğinin bir “kimlik” haline gelmesi ve bir kimlik siyasetinin nesnesi olması da bu alevlenmede bir rol oynamaktadır. Cemaatin parçalanarak bireyin ortaya çıkması karşısında duyulan bir dehşet var. Çünkü bireyin otonomisine dayalı bir kamusallıkta özgür bireydeki “yamukluk” algısı beraberinde bir çaresizlik getiriyor. Bir nevi mahallenin namusunda delik açılması veya yangın çıkması söz konusu. Halının altına süpürülemeyen, mevcudiyetinden gözlerin kendilerini sakınamadığı bir sorun haline geliyor. Dinin, bütün kamuyu kapsayan bir çadır olduğu (ve toplumun bir mahalle olduğu) varsayımı bu deliğin kapatılmasını gerektiriyor. Ne zaman ki din bu hakimiyet çağının (otoriter) dindarlık anlayışından çekilip bireyin egemenliği üzerinden yeniden yükselirse, o zaman bu konuda daha demokratik bir tutum ortaya çıkacaktır. Bireyin otonomisi olmayınca sevap da günah da kolektif hale geliyor. Aynı sorun dinden çıkma (irtidat) meselesinde de karşımıza çıkıyor.
Bunun hissî ve psikanalitik boyutuna gelince sanırım bu konuda epey bir literatür oluşmuştur. Ve Müslümanların Müslüman olmaktan bağımsız olarak heteroseksüel bir ortodoks hayatın talep ettiği aşırı hassassiyetlere sahip olduğunu ve bu temel antropolojik haletin kendini ifadede kendi kutsalı olan İslâmdan terimler bulduğunu söyleyebilirim. Bu noktada toplumların üç aşağı beş yukarı aynı olduğunu düşünüyorum. Yani Müslümanlara özgü bir durum görmüyorum. İslâmi açıdan bakıldığında bile reddiyeye nefretin eşlik etmesi gerekmiyor. Ama insanlar haram saydıkları şeyden (mesela domuzdan) ayrıca nefret etmeden edemiyorlar. Halbuki domuz Allah’ın güzel bir ayetidir ve faydalı bir hayvandır. Sadece etinin yenmesi haramdır. Hissiyat bunu diyemiyor.
Bir kısım söylediklerim liberal bir kültürün unsurlarıyla örtüşse de ben kişisel olarak sübjektif hissiyatın pozitif bir çizgide düzlenmesi taraftarı değilim. Yani bireylerden saygı talep etmenin yeterli, sevgi istemenin ise hem lüzumsuz hem de tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Yani herkes LGBTİ olmanın doğru birşey olduğuna, başka din mensuplarının cehenneme gitmeyeceğine, herkesin fazilet ve manevi değer noktasında eşit olduğuna inanmak zorunda değil ve olmamalı. Eşitliği hukuki ve vicdani planda sağlamak gerekir. Ötekisi hem sübjektif düzleme müdahale hem de farkında olmadan otoriterliğe davetiye olur.
-Kendini dinî kültüre ve geleneğe emanet etmiş dindarın rehavetine kıyasla, kendi ahlâkını bilinçli olarak inşa etmek ve sürdürmek için “uğraşması” gereken ateistin belki daha ahlâklı olabileceğine dair söylediklerinle ilgili bir dizi soru... Erken Cumhuriyet döneminde, laisist çerçevede, ahlâkı dine hasretmemek gerektiğini savunanlar olmuştu; bunu dinî bakış açısından onaylamış sayılabilir misin? Bu, Müslümanların da “rehavete” kapılmadan -salt dindar oluşlarına güvenmeden- ahlâk inşa etmeleri gerektiği anlamına gelir mi? Dindarlarla dindar olmayanlar arasında bir ortak ahlâk zemini veya kitapta zikrettiğin “vicdan koalisyonu”, hem kaynakları hem yolu yordamı bakımından, dili bakımından, nasıl oluşturulabilir?
Dindar bir ortamda büyüdüm. Eskiden din olmadan ahlâkın olamayacağını düşünürdüm. Bu, ahlâkı dinin içinden öğrenmiş insanların tipik bakış açısıdır. Hem masum hem de çok naiftir. Çok sonra bunun yanlış olduğunu, vicdan ve fıtrat kavramlarının evrensel bir ahlâk anlayışı için temel oluşturduğunu fark ettiğimde anladım. Bugün ise dindarların baskı sonrası talan ve iktidar ile imtihanlarının ortaya koyduğu tecrübelere bakarak kimi insanlar gibi ben de dinin ahlâkla otomatik bir ilişkisinin olmadığını düşünmeye başladım. Hatta dindeki hakikate sahiplik ve kurtuluş yoluna girmişlik psikolojisinin ahlâklı olmaya engel olduğunu bile düşünmeye başladım. Bu dindarların ahlâklı davranmadığı anlamına gelmiyor. Dindarların iyi davranışları (ve ahlâkilikle örtüşen ve arzulanır davranışları) ahlâkilikten değil de dindeki iyilik veya sevap saiklerinden kaynaklanıyor. Bu açıdan dindar olmayanların ahlâki davranışlarının dindarların dinî sevap saikiyle giriştiği aynı ahlâki davranışlardan daha ihlaslı (hesapsız, çıkarsız) olduğunu bile söylemek mümkün. Zira konu ahlâkın civic/medeni bir mesele oluşunda düğümleniyor. Din insanın kendi Rabbiyle olan ilişkisi ise ahlâk insanın kendi komşusu ile olan ilişkisidir diyebiliriz. Bu örtüşmeyi en net dikkat çekenlerden biri Durkheim’dır. Rousseau, Locke veya Hobbes gibi bireyin doğuşuyla ortaya çıkan yeni siyasal formun ilahiyatını yapanlar bunu toplumsal akitleşme üzerinden anlattılar. Toplumsal sözleşme medeni bir dindir ve yurttaşlık bir nevi imandır. Ahlâkı insanın insanla temasının ürettiği hem bir ihtiyaç hem de normatif bir toplu dua/dilek olarak gördüğünüz zaman dindarlığın dışında ve üstünde bir ahlâkın inşa edilme lüzumunu teslim etmeye başlarsınız. Bu noktada “erken Cumhuriyet döneminde, laisist çerçevede, ahlâkı dine hasretmemek gerektiğini savunanlar”ın haklı olduğunu ve dinin kendisinin de “medenileşme” oranında aynı şeyi söyleyeceğini düşünüyorum. Biz İslâmın Türkiye’de henüz medeni, yani modernlikle organik olarak yüzleşmiş halini görmüş değiliz. İslâm köyden en fazla kasabaya inmiştir. Mesela, demokrasi konusunda şehirli ve ilerici olan Said Nursi, kadın konusunda köylü ve muhafazakâr kalmıştır.
Türkiye’de dindar olmayanların, dindarların büyük kütlesinin şimdi süregelen büyük talandan ikrah etmeye başlamasını ve dindar kitlenin kendi içinde ahlâk tartışması içine girecek kadar çürümesini beklemeleri gerekiyor. Ve o eşiğe epeyce yaklaştığımızı düşünüyorum. Burada sorun nerededir? Bence sorun, dindarlığın savunmada kalmaktan kaynaklanan sorgulanmamışlığı ve laikçi çizginin Türkiye’de laikliğe dindar bir taban kazandıracak özgüvende bir demokratlık sergilememiş olmasında yatmaktadır.
Toplumun iki tarafının da bugün sıradanlaşması, yani lider tapıntısında, devlet yağmacılığında vesaire eşitlenmesi, ekonomik ve sembolik iktidar payının daha geniş bir alana yayılması gibi faktörler ortak bir ahlâkın oluşması için faydalı negatif faktörlerdir. Pozitif faktörler ise dindar-laik ayrımını aşan yeni bir iyilik ve adalet dilinin inşasıdır. Bu bir soru olarak doğmaya başladı ancak bir cevaba sahip değildir. Bu ihtiyaç CHP gibi liyakatsız ve hatta bu role direndiği halde tarihsel sıkışmanın kendisini zorla “yürü”ttüğü oluşumlarla giderilebilecek bir ihtiyaç değildir. CHP mazidir. Rehabilite olma imkânını göremiyorum. Her şeyin “adalet” kelimesine gelip sıkışması da manidardır. Gerçekten hem dinî, hem sol, hem de demokratik tınısı olan bu kavram geleceğin siyaset alternatifinin de işareti ve sembolü gibidir. Bir ipucudur. Ama ipin kalan kısmı nereye çıkar, bulunması gerekir.
-Kitabının başlığındaki şiarı, -“İslamda Savaş Bitmiştir”-, savaşların kitlesel-topyekûn ve -sanırım bunu eklemem yanlış olmaz- “endüstriyel” bir nitelik kazanmasıyla, böyle bir savaşta kimsenin temiz kalamayacağıyla, zalim olmaktan kaçınamayacağıyla temellendiriyorsun. Bu kaygıdan hareketle, İslâmdan ve Müslümanlardan öte, bütün dünyada, bütün insanlar için, barış hareketinin, barış talebinin encamı ne olabilir?
Bu biraz zor bir soru. Akla gelebilecek genel-geçer şeylerin ötesinde kayda değer bir şey söyleyebileceğimi zannetmiyorum. Şu kadarını söyleyebilirim ki İslâmın bugün terörle ve savaşla özdeşleşmesi adında barış olan bir din için büyük bir talihsizliktir. Dinler insanların hermenötik yoğurusuyla, kendi şartları içindeki yorumuyla anlam kazanırlar ve zaman içinde farklı vurgulara sahip hale gelirler. Özcü bir dışlayıcılıkla İslâmın bunun dışında sanılması veya görülmesi yanlış olur. Kendi dindarlığıma bugün bir nebze daha eleştirel bakan biri olarak, dindar olmayıp dindar bireylerin düşünme, öğrenme ve demokratik olgunlaşma sürecine sabırla tahammül gösterme sivil ve insani nezaketini gösteren seküler kimlikli insanlara daha çok saygı hissediyorum. Müslüman toplumlarda bireyleşmenin ve birey özerkliğinin yerleşmesi ve derinleşmesi belli bir kıvama varmadan sivil bir barışçı kültürün doğacağını sanmıyorum. Fakat daha genel anlamda dünyada bütün insanlara hitap eden ve bütün kesimlerden insanlarca yürütülecek bir barış hareketinin başarılı olmak için her dinî kültürün içinden de konuşabilecek bir aşinalık, bir gayri yabanilik edinmesi gerekir. Aslında başta İbrahimi dinler olmak üzere tüm dinler aşağı yukarı benzer şeyleri söylerler (zulmetmeyin, öldürmeyin, çalmayın…). Solun dinin adalet hassasiyetiyle ittifak yapması ve evrensel ortak iyi arayışında işbirliği içinde hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum. Çevre duyarlılığı, savaş karşıtlığı, hümanistik duyarlılık gibi zeminlerde dinlerle (dinlerin müsbet unsurlarıyla) buluşmak mümkündür. Kabul etmeli ki devletler, popülist siyasetçiler ve kitlesel milliyetçilikler savaşları teşvik ederken, yurttaşların elinden gelen şeyler sınırlıdır. Yine de küresel bir sivil toplum, zamanın ruhuna uygun yeni biçimlerle kendini ifade edebilir. Savaşlara kategorik bir karşıtlık, artan küresel haberdar olma ve dayanışma ağlarının çatışmasızlık hedefi için bir kaynak olarak değerlendirilmesi gibi imkânlar var. Ancak şu anda tüm dünyada hakim rüzgarın milliyetçiliğin lehine olduğunu görüyoruz. Şahsen, devletlerin gücünü bugüne kadar hafife aldığımı düşünmeye başladım. Dünyada barış konusunda iklimsel olarak iyimser değilim. Ama ümitvar olmaya mecburuz.
-Devlet bahsinde liberter bir tutumun var. Devleti “depolitize” etmenin ve “küçültmenin” peşinde gibisin: “Devlet büyüklerine saygının, bir lokantada garsonla konuşurken nezaket göstermenin ötesine geçmemesi” gerektiğini söyleyişin, “İslam devleti değil insan devleti” başlıklı yazı vs. İslâmcı ve Müslüman camialar içinde, 1990’larda ve 2000’lerin başında, bu tutumla buluşabilecek bir eğilim kendini göstermişti. Bugünse, bu tutuma marjinal demek bile herhalde mertebe vermek olur. Bahsettiğim eğilime “taktiksel” mi dersin? Şimdiki devlet tapıncı, ne derece “devleti ele geçirme” performansıyla ve ikballe mi ilgili? Müslümanların kimliklerini ancak “devletli” olarak yaşayabileceği fikri, tarihsel-toplumsal ve doktriner olarak çok güçlü değil mi?
Devlet konusunda liberter bir çizgideyim. Devlete sadece düşman olmak gerektiğini düşünüyorum. Bu tutum, cumhuriyetçi ve cemaatçi devlet anlayışına, düşenin elinden tutabilecek, herkese asgari bir haysiyeti temin edecek hayırhah devlet fotoğrafına karşı yersiz bir düşmanlık gibi algılanabilir. Fakat kanaatim şudur: En iyi devlet bile vatandaşın rehavetini görür görmez yozlaşıyor. (Sosyal devlet yahut özgürlükçü bir sosyalist devlet olsun fark etmiyor, iyilik yapma gücünü devlete verdiğiniz zaman devlet kötülük yapma gücünü de elde etmiş oluyor). Ahlâkın, bireylerin meselesi olmaktan çıkıp bir şahs-ı manevi (body politic) olarak devlete transferi ile birlikte devletin hayır ve şerre karar verme yetkisi doğar ki bence bu tehlikelidir. Şu halde stratejik bir ıslah yöntemi olarak devlete düşmanlığın bir vatandaşlık ödevi olarak algılanması gerektiğini, devletin hizmet veren teknik garson olarak kalması gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir devlet ne birilerinin ele geçirdiklerinde iştahlarını kabartacak kadar kazançlı olur ne de arkasına saklanılabilecek bir kutsallıkla teçhiz edilmiş olur.
Devletin toplumun kontrolünde olması çok önemli. Toplumun aklı ve kolektif iradesine dönüşmesi ise tehlikenin başlangıcıdır. Buradan rahatlıkla totaliterliğe geçiş yapılabiliyor, milli birlik vurgularıyla. Bireyin devletin eline tamamen verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden Amerikan anayasasındaki ikinci ek maddenin (The Second Amendment – silah bulundurma hakkı) en az meşhur birinci ek madde (The First Amendment – düşünce ve ifade hürriyeti) kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Birey egemenlik ve özerkliğini, devlete devretmeden onu kendine nasıl hizmetkâr kılabilir diye düşünmeli.
İslâmcılar 90’lar ve 2000’li yıllarda sivil ve demokrat bir çizgiyi benimseme yoluna girdiler. Bir kısmı bu düzlemde samimi çabalar içine girdi. Bugünkü İslâmcılık (ve entelektüel olarak İslâmcıların sofistikasyon seviyesinin çok altındaki bilumum dinî cemaat ve gruplar) katı bir devletçilik ve din sosuna batırılmış bir milliyetçiliği (neo-mukaddesatçılığı) savunuyorlar. İslâmcılar eskiden yalan mı söylüyorlardı? Bence eskiden samimiydiler. Sadece sınanmamışlardı. Avam tabiriyle, bekârdılar ve olmayan “karı”yı boşuyorlardı. İktidar ile temas ettiklerinde ve dayak yedikleri devletin sahipliğine terfi ettiklerinde bu sefer devletçi kesildiler. Demek ki sınıfsal konum ve mülkiyet yükünün zihniyeti bükeceğini iddia eden Marx gibi zatlar haklı idiler. Ve yine kim olursa olsun iktidarda olana ve devlete çıkana muhalefet etmek ve itimad etmemek adaletin lazımı imiş.
Bugün gördüğümüz durum gerçekten yeni bir ulusun yeni bir devleti kurmasıdır. İslâmcılık ve Türk milliyetçiliğinin İslâm ve Osmanlı sosuyla baharatlandırdıkları bu çıkar evliliği hem İslâmcılığın devletleşmesine hem de devletçileşmesine zirve yaptırmış bulunuyor. Haklı olarak nereden nereye diye sorası geliyor insanın. Peki İslâmcılar bu geçişi nasıl bu kadar fikren hızlı ve vicdanen rahat yapabildiler diye kendi kendime sordum ve şu kanaate vardım: İslâmcılık hiçbir zaman İslâmı fazla ciddiye almadı. Amacı Müslümanlara (hem de eziklik hıncı ile dolu olan Müslümanlara) iktidarı ve devleti kazandırmak idi. Ve bunun için feda etmeyeceği hiçbir şey yoktu. Devlet tapıncı bugün Allah’a ibadet ile yarışır hale gelmiştir. Samimi dindarların nazarında devletin sıradanlaşması, adileşmesi süreci yaşanacak ve İslâmın bir kısmı sivilliği bu kez bir tercih olarak yaşayacak diye düşünüyorum. Ana akım dinî kültürün hep olageldiği üzere devletin kontrolörlüğünde kalacağını biliyoruz. Ortodoks Sünni din anlayışını şekillendiren ulema, din siyasetle karşı karşıya geldiğinde dinin siyasetin darbeleri ile ölmemesi için dini devletin kulu olarak tutmayı tercih etmiştir. Bu esaret iktidarların lehine olarak görünmezleşmiş ve dindarların siyaset ve devlet konusundaki tutarsızlık ve riyakârlıklarının temelini atmıştır.
-Son olarak... Müslüman ve İslâmcı entelektüellerin umumi manzarasını nasıl tasvir eder, nasıl bir tasnif ve tavsif yaparsın?
Eskiden düşünüyorlardı. Şimdi yapıyorlar. Düşünmek, yapma imkânından mahrum kalanların harcıdır. Galipler, hükmedenler eylemle meşgul olur. Mağluplar, mazlumlar düşüncelere duçar olurlar. Eylem yapanların durup düşünmesine ihtiyaç yoktur. Yapıyorlar, oluyor. Eylem felsefesi ve dünyayı dönüştürme cehdi açısından baktığımızda İslâmcı entelektüellerin başarılı olduklarını görüyoruz: Reis danışmanlıklarından parti üst düzey yöneticiliklerine kadar bir dizi makamda âleme nizam verdiklerini söyleyebiliriz. Bazıları hikmetli kitaplar bile çıkarmaya devam edebiliyor. İşin bir bu tarafı var. Acı ama gerçek.
Öbür taraftan, titiz fikir işçisi bildiğimiz insanların, sığlık bezirgânı olarak nasıl yapış yapış hamaset ve yalan performansı gösterdiklerini gözlemliyoruz. Menfaat (buna ister ikbal deyin ister yapısal anlamda ekonomi deyin) son tahlilde entelektüelizmi alıp çöpe atıyor(muş). Bu insanların belki yüzleri kalmıyor ama cepleri doluyor. Bu sadece İslâmcı aydınlar, akademisyenler için değil, emekliliğini yalakalık yapmaya tahsis eden ağır adam havasındaki kimi tarihçiler için de geçerli. Türkiye’de entelektüel kamu eğer dindar, laik, Kürt, Türk vs. gibi parçalı bir gök kubbeye sahip olmasaydı belki adı geçen İslâmcı entelektüeller daha büyük bir mahcubiyet ve suçluluk hissederlerdi. Şimdi herkesin arkasına saklanacak iyi bir politik mazereti ve kaçıp saklanacak duvarlarla çevrili bir mahallesi var.
İslâmcılık menfaat karşılığında devlete namusunu satmış bir fikirdir. İslâmcılık ile Türk milliyetçiliği yekdiğerinde eritiliyor ve yeni devletin ideolojik malzemesi bu çimento ile karılıyor. Bu devlet, yeniden kişi kültü ve devlet bekası çerçevesinde inşa edilirken İslâmcılık iktidarın tetikçiliğine gönüllü yazılmış görünüyor. Seyyid Kutub’un radikalizmini Türkçeye tercüme etme işini bile sivilliğe bırakmayacak kadar İslâmcılığı içeriden kavramış olan devletin bugün açıktan İslâmcıları kendine asker ve militan yazması artık bizi şaşırtmamalı. İslâmcılığın memuriyetine omurga veya onur gibi sebeplerle tam teslim olamayan unsurların zaten tasfiye edildiğini görüyoruz. Akif Emre gibi samimi ve kendini menfaat için “satmayan” İslâmcıların arkasından kendini “satmış” olan İslâmcıların neden ağıtlar yaktığını buradan da anlayabiliriz. İslâmcılık zaten alttayken bir hınç ideolojisiydi. Şimdi üstteyken bir faşizm halini almıştır, alıyor.
Bugün Türkiye’de siyasetin şiddet ve celali, entelektüel alanı rehin almıştır. Korku ve menfaat ile söz kanalları derdest edilmiş haldedir. Bu olağanüstü hal toplumun pek çok insaflı sesini konuşamaz hale getirmiştir. Entelektüel üretim artık kayıtdışı bir nitelik kazanmış ve riyakârlık herkes için zorunlu bir hayatta kalma stratejisi halini almıştır. Gülenizmin şeytanlaştırılması ve iç düşman konsepti Gülenistlere kasteden bir hamle gibi görünse de aslında toplumun geri kalan (özellikle dindar) kısmı üzerinde bir tedhiş aracı ve itaat silahı olarak kullanılmaktadır. Dinî cemaatlerin, hemen hepsi hayatta kalma ücreti ve bazen de imkân rüşvetleri karşılığı olarak ya direkt askere alınmış ya da fikren esir alınmıştır. İstibdad her zaman riyakarlığı milli bir spor haline getiriyor.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Eli kalem tutan veya fikirle meşgul insanlar olarak düşünmenin ve daha da önemli olarak hakikatin gücüne fazla inanıyormuşuz diye düşünüyorum. Ben bir hakikatin varlığına inananların, özellikle de buna binaen söze ve fikre güven ve mesai verenlerin, hakikatin varlığına inanmayan (en başta politik) müteşebbislerin karşısında naif ve çaresiz kaldıklarını düşünmeye başladım. Felsefe, siyasetin suç mahalline vardığında iş işten geçmiş oluyor. İyilerin veya hakikatin en sonunda kazanacağı inancı belki de Hollywood filmlerine yahut Marx’vari tarih felsefesi teorilerine projekte ettiğimiz bir ümitten başkası değildir. Belki de kötü adam kazanacak ve kötülüğü yanına kâr kalacak. İslâmcı entelektüel de iktidardan düştüğü zaman zaten emeklilik için yeterince para kazanmış olacak ve belki de adalet adına tutunduğumuz ve ümit ettiğimiz o mahcubiyeti bile yaşamayacak. Kim bilir?
© Tüm hakları saklıdır.