Medya

Eski Guardian GYY'si Peter Preston hayatını kaybetti: Baskı duvarında her zaman küçük bir delik vardır

Eski Guardian Genel Yayın Yönetmeni Peter Preston, 79 yaşında hayatını kaybetti

07 Ocak 2018 16:55

Eski Guardian Genel Yayın Yönetmeni Peter Preston, 79 yaşında hayatını kaybetti. 1963 yılında Guardian’a katılan ve 1975-1995 yılları arasında editörlük yapan Preston, gazetenin tarihindeki en dramatik anların büyük kısmına tanıklık etmişti. Editörlüğü bırakmasının ardından Guardian ve Observer için köşe yazarlığı yapan deneyimli gazetecinin son yazısı, yılbaşı akşamında yayınlanmıştı. 

Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun, 17 Ocak 2013’te hayatını kaybeden gazeteci Mehmet Ali Birand’ın anısına 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde düzenlediği konuşmaların ikincisinde katılan Preston, "Dijital Çağda Dünya Çapında Haber Özgürlüğü” başlıklı bir konuşma yapmıştı. 

"Türkiye yeni Birandların yetişeceği bir yer, bir mükemmellik ve azim imparatorluğu olabilir"

"Özgürlüklere sıkı sıkı sarılan Türkiye yeni Mehmet Ali Birandların yetişeceği bir yer, bir mükemmellik ve azim imparatorluğu olabilir. Burada özgürlük aşılması gereken bir engel değildir. Özgürlük anahtardır” diyen Preston’ın konuşması şöyleydi: 

Bundan otuz yıl önce, emekli olduktan sonra Avustralya’ya yerleşen Peter Wright adında bir MI5 gizli ajanı anılarını yazmaya başladı. Wright, altmışlı yıllarda, dönemin MI5 Başkanı Sir Roger Hollis’in bir Rus ajanı olduğundan kuşkulanıldığı ve Wright ile aynı fikirdeki bazı meslektaşlarının Britanya Başbakanı Harold Wilson’ın da bir Rus ajanı olduğundan şüphelendiği yıllarda kıdemli bir MI5 yöneticisiydi. Komploları ve muhtemel darbeleri varın siz düşünün. Wright kitabına Spycatcher (Casus Avcısı) adını verdi.

Gazeteciler arasında anında ve kaçınılmaz olarak bir heyecan dalgası yayıldı. Ajan haberleri büyük haberler demekti. Ve iki gazete – genel yayın yönetmenliğini benim üstlendiğim Guardian ile Observer– ilgiye değer bir kitabın kısa bir süre sonra yayımlanacağına dair ön haberler yaptı.

Her iki gazeteye de Spycatcher hakkında başka bir haber yayımlayamayacağımıza dair kapsamlı mahkeme emirleri geldiğinde yaşadığımız şaşkınlığı gözünüzde canlandırın. Sayın Thatcher, kimsenin Sovyetler Birliği ile gizli kapaklı işler çevirmekle suçlamadığı bir Başbakan, kitabın herhangi bir yerde yayımlanmasını önlemek amacıyla açılan bir davada kanıt sunmak üzere özel kalem müdürünü alelacele Sidney’e gönderdiğinde yaşadığımız şaşkınlığı gözünüzde canlandırın. Ve Britanya hükümeti Amerika, Avrupa ve pek tabii ki Britanya’da da benzer davalar açtığında duyduğumuz su katılmadık kuşkuyu gözünüzde canlandırın.

"Dünya kitapları yasaklayamayacağınız kadar büyük ve açık bir yer"

Davalar birbirini izledikçe, tazminat ve hukuki masraflar üst üste yığıldıkça Sayın Thatcher kaybettikçe kaybetti. Kitap Avustralya’da yayımlandı. Amerika’da yayımlandı. Avrupa’nın her ucunda kitap bulunabiliyordu. Hatta, aylar ve yıllar geçtikçe – ayrı bir hukuk sistemi olan İskoçya’da bile bulunabiliyordu. En nihayetinde, Downing Street 10 Numara düpedüz küçük düşürülmüştü. Washington D.C., ki kitap orada Anayasa’nın birinci maddesi ile korunuyordu, Britanyalıların böylesine budalaca davranmasını hor görüyordu. Dünya öyle kolay kolay kitapları yasaklamayı deneyemeyeceğiniz kadar büyük ve açık bir yerdi. Siz bir havaalanında veya tren garında bir kitap alıp rahatlıkla sınırdan geçirebilirken, bu ne gülünç bir çabaydı? Ne var ki, Margaret Thatcher bunun farkına ancak çok sonraları varabildi. Belki de ancak beş yıl sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nihayet onun absürt ve tuhaf davranışlarını kınayıp, o zamana dek zaten herkesin okuduğu bir kitabı Britanya basınının yayımlama hakkını onadığında farkına varmıştır.

Bu geçmişte kalmış fiyaskonun ayrıntılarını şunu göstermek için aktarıyorum; o zamanlar bile basın özgürlüğünün bastırılması bir başbakanın avukatları göreve çağırmasıyla halledilecek kolay bir mesele değildi. O zamanlar bile dünya bundan çok daha karmaşık bir yerdi. Ve tabii, bir de şimdi bakın… 

Birkaç hafta önce Britanya’da BBC, Yeni Delhi’deki bir otobüste toplu tecavüze uğrayan ve sonrasında öldürülen Hindistanlı bir genç kadın hakkında bir belgesel yayınladı. Programa India’s Daughter (Hindistan’ın Kızı) adını verdiler ve tecavüzle suçlanan mahkûmlardan biriyle cezaevinde görüştüler. Tam da bu noktada Hindistan hükümeti bir öfke patlaması yaşadı. İktidar partisinin içişleri bakanı olaydan duyduğu utancı dile getirdi ve filmin yasaklandığını ilan etti. Ülkenin imajını böylesine kötü gösteren bir şeyin yayınlanması özgürlükler kapsamında değerlendirilemezdi.

Peki, sonra ne oldu? India’s Daughter (Yeni Delhi’nin kontrolünün çok ötesinde) Britanya’da gösterildi. Filmin yasaklandığı haberi günlerce üst üste Hindistan medyasının ilk sayfalarını kapladı. Ve sosyal medyadaki patlamalar –tabii YouTube’un harikaları da – bunca tantananın neden koptuğunu öğrenmek isteyen her Hindistanlının bilgisayarını açıp bunu yapabilmesini mümkün kıldı.

Bir bakıma Spycatcher destanı bu kez dijital bir öykü olarak yeniden oynanıyordu. Bir kez daha hiçbir ülkenin bir ada olmadığı gözler önüne serildi. Ve bu olay, bir terör komplosuna veya güvenlik fermanına değil, toplumsal ve ahlaki bir maraza dikkatleri çekti.

Evet! Birazdan Türkiye’ye de geleceğim…

"Kimsenin saklamaya değer bulmadığı sırlar var"

Elbette çok uzun yıllar süren olaylar, gizli planlar ve bağlantılı hükümler var. Bugün Julian Assange ve dünyaya yayılan WikiLeaks haberleri üzerine konuşabilirdim. Nispeten daha az tartışmalı bir şekilde Edward Snowden ve devletin gizli kapaklı izlemeleri hakkındaki olağanüstü ifşaatları üzerine konuşabilirdim. Ne var ki, söz konusu meselelerin yalnızca ulusal ve uluslararası güvenlik bağlamında ele alınması gerekmiyor – zira India’s Daughter vakasının önemi, sorun yaratan diğer pek çok haberde olduğu gibi bugün dijital bir dünyada yaşadığımız gerçeğinin bir başka örneği olmasından kaynaklanıyor. Kimsenin saklamaya değer bulmadığı sırlar var. Bir tuşa basmanızla ardına kadar açılacak kapılar var.

Ve bir de en sıradan biçimlerde – davranış, yönetim, hayatımızı nasıl yaşadığımız gibi meseleler üzerine – anında kurulan bağlantıları hesaba katın.

Son on yılda Britanya’da basın açısından (kimi riskler göze alınarak eski gazetem tarafından ifşa edilen) telekulak skandalı kadar ihtilaflı ve hasar verici başka bir konu olmamıştır. Bu skandal, hükümet emriyle Lord Justice Leveson başkanlığında bir soruşturma başlatılmasına neden oldu ve Leveson gazeteler için öz-denetim kodları ve özel mahkemeler salık vermek gibi epey Britanya usulü bir işe kalkıştı. Birdenbire “Britanya usulü mahremiyet” diye bir şey olduğu da bu sırada ortaya çıktı. Strand Caddesi’ndeki mahkemelerin hükümlerinden bu sonuç çıkarılabilirdi. Fakat soruşturmalar sırasında mahkeme salonundaki bir karşılaşma tahmin edilenden çok daha fazlasını gözler önüne serdi. Daily Mail gazetesinin online edisyonunun yayın yönetmeni Martin Clarke ifade veriyordu ve Leveson kendisini veya varsayılan ahlak kodlarını zedeleyen fotoğraf ve haberlerin – aynı fotoğraf ve haberler Amerikan hukukunca denetlenen Daily Mail’in Amerikan edisyonunda zedeleyici sayılmazken – nasıl yasaklanacağı üzerine sorular soruyordu.

Yargıcın esrarengiz bir şekilde aynı internet sitesinin Britanya edisyonu ile ABD edisyonunun tamamıyla ayrı ve farklı olduğunu düşündüğü anlaşıldı. Martin Clarke’ın enformasyon denetiminden sorumlu sözde başvezire Londra’dan veya New York’tan hatta Ankara’dan tek bir tuşa basılmasıyla ekranınızdaki materyalin mili-saniyeler içinde değişebileceği üzerine söylev vermesini dinlemek büyük keyifti doğrusu. Burada söz konusu olan, Clarke’ın sabırla açıkladığı üzere, yavaş ayrımlar değildi. Burada söz konusu olan anında birleşmeydi. Yargıçlar ve avukatlar, o belgelerle dolu ağır mı ağır kutularıyla bir ülkede bilginin erişimden kaldırılabileceği o eski dünyada yaşıyor olabilirlerdi. Ama artık bunun bir geçerliliği yoktu. Dünya değişmişti.

Bugün, bu değişimin bazı sonuçlarını incelemek istiyorum. Bugün, sizlerle birlikte bu yeni dünyanın patikalarında yürümek istiyorum. Bugün, nelerin iyi sonuç vereceğine ve nelerin katiyen iyi sonuç vermeyeceğine bakmak istiyorum.

Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir

Sözgelimi, Avrupa’yı (Britanya’yı ve tabii Türkiye’yi de) ve ABD’yi ilgilendiren kişisel mahremiyet kanunlarına bir göz atalım. Britanya’da herkesin Avrupa Anlaşması’ndaki 8. Madde’den etkilenen fakat onunla sınırlı olmayan bir mahremiyet hakkı vardır.

1 - Herkes özel hayatına, aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.

2 - Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabilir.  

Fakat bu hak, eminim sizin de hatırlayacağınız üzere, Madde 10 ile dengelenmek durumundadır.

Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve görüş alma ve verme özgürlüğünü de kapsar.  

Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.

Ne yazık ki, bu madde başka şeyleri de izin rejimine tabi tutmalarına engel olmuyor. Fakat Amerika’da işler böyle yürümüyor.

Kongre, dini bir kuruma ilişkin, veya serbest ibadeti yasaklayan, ya da ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü kısıtlayan, halkın sükunet içinde ve şikayete neden olan bir halin düzeltilmesi için hükümetten talepte bulunma hakkını kısıtlayan herhangi bir yasa yapmayacaktır. 

Yani yıllar içinde, veya Amerika açısından yüz yıllar içinde, kişisel mahremiyetin bütünüyle farklı bir yorumunun hakimiyet kazandığını görüyoruz. Kısaca, ve kabaca söylemek gerekirse, senatörler, kongre üyeleri, hâkimler, beysbol oyuncuları, yazarlar veya sinema yıldızları gibi Amerikan yaşantısında halkın gözü önündeki kişilerin doğrudan bir mahremiyet hakkı yoktur. Zira halkın gözü önündeki kişiler olduklarından bizatihi kendileri ve davranışları da kamusaldır. Çocukları, eşleri, ebeveynleri ise hiç ilgi odağı olmadıkları takdirde mahremiyet hakkına sahip olabilir. Fakat şayet tanınmış biriyseniz, Amerikan Anayasası’nı birinci değişiklik maddesi ve ona bağlı her şeyin ışığında batarsınız ya da çıkarsınız.

"Kamuoyunun haber alma hakkı vardır"

Adalet bu mu? Değişir. Diyelim François Mitterand’sınız, Fransa’nın Cumhurbaşkanısınız ve gayrımeşru bir çocuğunuz olduğu gerçeğini saklamanın yollarını arıyorsunuz, bu durumda Fransız hukukunun desteklediği Avrupa hukuku siz ölene kadar sırrınızı saklayacaktır. Diyelim Hilary Clinton’sınız ve Dışişleri Bakanı iken yazdığınız kişisel e-mail’leri gizli tutmanın yollarını arıyorsunuz, bu durumda hayalkırıklığına uğramaya mahkûmsunuzdur. Diyelim golfçü Tiger Wood’sunuz ve bir dizi aşk maceranızı eşinizden ve kamuoyunun gözünden saklamanın yollarını arıyorsunuz, bu durum kızgın eşiniz arabanızın camlarını indirmeye başladığında fiziksel olarak nerede bulunduğunuza bağlı olarak değişir. Şayet bu olay Britanya’da yaşanırsa, uygun bir ücret karşılığında bir hâkim bulup basına vahim bir haber yasağı kararı çıkarttırmak için hazırda bekleyen pek çok avukat bulabilirsiniz. Fakat bu olay Florida’da yaşandığı için Woods ifşa edildi. Kamuoyunun haber alma hakkı vardır.

Ve Britanya kamuoyunun, Fransız kamuoyunun, daha geniş ölçekte dünya kamuoyunun da, pratikte ve bilfiil, kritik biçimde bilme hakkı vardır. İnternet, kamuoyuna haberi kaşla göz arasında ulaştırır. New York’un ve Los Angeles’ın sayısız dedikodu sitesi haberi köpürterek yayar. Artık hangi ülkede olursa olsun özel hayatın gizliliği gibi geçerli bir hak yok. Her ne kadar Britanya mahkemeleri henüz bunu kabul etmeye yanaşmasa da, bu konudaki yasaklama emirlerinin ve susmayı zorunlu hale getiren eski mekanizmalarının tarihin tozlu sayfalarında kaldığını da biliyorlar.

"Bu baskı duvarında her zaman küçük bir delik vardır"

Ne var ki – işte bu noktada bugünkü konuşmamın odak noktasına geliyorum – eğer mahremiyet hukukuna ve ek haklara ilişkin bütün bu söylediklerimiz doğruysa, aynı şeyin muhakkak basın özgürlüğü hakları için de geçerli olması gerekmez mi? İnternetin büyümesi, bir anda dünyaya yayılması, muhakkak medya özgürlüklerinin de benzer şekilde serbest bırakılması anlamına gelmez mi?

Bu soruların cevabı evet; ama belki de henüz değil. Şayet Komünist Çin’in lideriyseniz, emrinize amade 30 bin civarında siber polisiniz vardır. İnternet sitelerini kapatabilir, servis sağlayıcılarının gözünü korkutabilir, bloggerları hücreye kapatıp anahtarı fırlatıp atabilirsiniz. Keza Suudi Arabistan ve İran gibi diğer ülkelerde de durum çok da iç açıcı değil. Ne var ki, her zaman bir kaçış planı vardır. Bu baskı duvarında her zaman küçük bir delik vardır.

Şu klişe kelimeyi hesaba katın: Küreselleşme. Bu kelime, iş yapma işinin Pekin’den Baltimore’a trilyon dolarlık otobanlarca uzadığı ve Mail Online’a yeni bir sayfa eklemek kadar kolaylıkla yapılabileceği anlamına geliyor. Muazzam para akışları dünyayı kuşatıyor. Bu kelime aynı zamanda birbirimizin işlerini takip etmemiz, diğer şeylerin yanı sıra siyasi istikrarın bir yerde yatırım yapılıp yapılamayacağını belirleyen kıstaslar arasında olduğu anlamına da geliyor. Demek istediğim, pek çok açıdan birbirimizle bağlantılıyız – ve demokratik davranış normları ve gelenek de kendilerini özgür dünyanın bir parçası olarak görmek isteyen ülkeleri birbirine bağlıyor. Bundan bağımsız olarak tabii iş ve turizm amaçlı dünya seyahatleri de günden güne artış gösteriyor. Bir internet sitesine Pekin’de giremiyorsanız, Bombay’da girebilirsiniz. Bulawayo sizin erişimize kapalıysa, onun yerine muhakkak Bratislava gözlerini açacaktır. Dünyamızdaki daha zengin milyarlarca insan, maddi imkân sahibi, eğitimli, etkili ve azimli insanlar aynı zamanda sürekli hareket halindeler. Meraklı zihinleri var: Seyahat edecekler. Kulakları var: Duyacaklar. Gözleri var: Net bir şekilde görecekler.

"Yönetimlerde hiçbir şey ilelebet değildir"

Dünyanın büyük bir kısmında bugüne dek yoksulluk ve eğitimsizlik bilgiye erişimin önüne kendi sınırlarını çizdi. Dünyanın bir kısmında –  yine Çin örneğini verelim – zımni icazet ile zenginleşme arasında sürdürülebilir veya sürdürülemez aleni bir denge sözkonusu. Geçen ay Lee Kwan Yew’ın sterilize edilmiş, neredeyse lobotomi yapılmış Singapur’una, bir nevi Stepford devletine yapılan ticari övgülerin sıcaklığı karşısında şaşkına döndüm. Fakat yönetimlerde hiçbir şey ilelebet değildir. Işık, huzursuz bir can sıkıntısı misali, her zaman yakındadır. Çin tarihinin hanedanları tesadüf eseri yıkılmadı. Değişim, bir yandan, her şeyi silip süpürüyor.

Afrika her geçen gün cep telefonlarıyla, akıllı telefonlarla, dizüstü bilgisayarlar ve tabletler aracılığıyla birleşiyor. Tanzanya’daysam ve Güney Afrika basınının ne düşündüğünü okumak istersem, internete girmem yeterli olur. İngiliz ve Amerikan gazeteleri yeni online edisyonlarını nereye konuşlandıracaklarını düşünüp taşınırken, Hindistan, onlar için en azından büyük şehirleri özelinde bir dijital merkez ve fırsat ülkesi halini almaya başladı bile. Dünyanın neresinde olursa olsun atılan bir tweet o ana dek saklı kalan bir haberin virüs gibi yayılmasını sağlayabilir. Bu da hem gazeteler ve yayınlar, hem bunların hizmet ettiği ülkeler, hem de bunların gözetlemesi gereken hükümetler için yeni bağlamlar yaratıyor.

Toplumlarınızı ve okurlarınızı bir süreliğine karanlıkta tutabilirsiniz. Bilmeleri gereken şeyleri onlara söylemeyebilirsiniz. Doğrudan sansür yapabilir, internet sitelerinin kapatılmasını emredebilir veya diğer geleneksel adımları atabilirsiniz. Fakat bunları yaptığınızda ödenmesi gereken bedeller vardır. Güven kaybı bedeli, niyetinizin sorgulanması; kinizm ve şüphedir bu bedeller; büyüyen demokrasi açıklarıdır.

Bu son birkaç yıl içinde sık sık güven sorunları üzerine yazdım. Gazeteciler güvenilmek, inanılmak ve hatta saygı görmek istiyor. Ne var ki, öz-imaj ve saygınlık konusunda takıntılı olunursa her şey aşırıya da kaçabilir. Güven, lüzumlu doğruların söylenmesiyle kazanılır. Hükümetler içinse güven, açıklıkla, şeffaflıkla, dürüst iş yapmanın itibarıyla kazanılır. Bu bakımdan her iki taraf için de zorunluluklar ortak noktada buluşuyor. Muhabirler ve editörler özgürlüğün mevcut olduğunu gösterebilmek adına özgürlüğün sınırlarını zorlayabilmek durumundadır, keza hükümetler de bu özgürlükleri tanımlamak durumundadır, zira iktidarlarının meşruiyeti kadar seçilme özgürlükleri de halkın iradesine bağlıdır.

Online dünyamız, bağlantılı dünyamız, bu sorunları öncesine kıyasla çok daha katıksız bir şekilde önümüze getiriyor. Sosyal medya tabii ki hükümetlerce, nüfuz sahibi ticari çıkar odaklarınca yönlendirilebilir. Günaydın, Belarus! Dünyanın belli başlı yerlerindeki kimi sorun ve tehditler tabii ki yönetimler açısından zorlu sorunlar doğurmaktadır. Pratikteki düşük sorunların varlığını kabul etmeden büyük ahlaki dersler yorumlamanın bir anlamı yok. Fakat bu, büyük dijital bilgi otobanının özgürce ve kolaylıkla akmasına izin verilmemesi anlamına da gelmemelidir, aksine akması gerekmektedir. Bunun önüne geçilemez. Sadece nafile bir kısa zaman dilimi için kısmen durdurulabilir. Dolayısıyla aslında bunun benimsenmesi gerekir.

"Falan söyleyebilir veya otosansür yapabilirsiniz; fakat ifşa edileceksiniz"

Siyaha beyaz diyen bir gazete anında tweetlerin, blogların, Facebook’un ve LinkedIn’in sorgulamasıyla, kaşla göz arasında bütün güveni yerle bir eden sosyal medyanın toplu ağırlığıyla karşı karşıya kalır. Her ne nedenle olursa olsun, yalan söyleyebilir veya otosansür yapabilirsiniz. Fakat ifşa edileceksiniz. Hakir görülüp bir kenara atılacaksınız. Eğer inanılmak ve bu sayede etkili olabilmek adına yazıyor ve yayınlıyorsanız, varlık sebebinizin yerle bir olduğunu görebilirsiniz ve de göreceksiniz. Tabii aynı ceremeler dünyanın dört bir yanındaki hükümetler için de geçerli. Güven, anlamak ve kabul etmek anlamına gelir; zayıflayan güven ise neticede öfke ve meydan okuma anlamına gelir; güvensizlik sorun demektir.

Bir anlığına Spycatcher ve Sayın Margaret Thatcher’a dönelim. O dönemde, yenilgi, kâh kazanılan kâh kaybedilen uzun mahkeme savaşlarıyla yıllara yayılarak yavaş yavaş geldi. Sayın Thatcher başlangıçta ulusal güvenlik kartını oynadı. Bu kitabın yayımlanmasının hepimizi daha az güvenli kılacağını söyledi. Tabii, halkın en azından başlangıçta kulak verdiği bir iddiadır bu. Ama zaman içinde, Peter Wright’ın ifşaatlarının nüshaları bir ülkeden diğerine yayıldıkça, günden güne daha fazla ülkedeki insanlar kitabın ne dediğini öğrenip kendi değerlendirmelerinde bulunma imkânına sahip oldukça, o saygı duygusu da uçup gitti. Bunların hepsi gülünçtü, değil mi? Kötü bir şakaydı. Bugün ise internet sayesinde şakanın anlaşılması için yıllar geçmesi gerekmiyor. Hatta şakanın en can alıcı noktasını saniyeler içinde avucunuzda bulabilirsiniz. Saygı ile alay arasındaki uçurum göz açıp kapayıncaya kadar büyüyor. Gerçek bilginin özgürlüğü kanun kitabında yavaş yavaş oluşan bir şey değil. Anlık bir gerçeklik.

Ve haliyle cevaplanması gereken sorular var. Bunlardan biri, ulusal bağlamlarda, hükümetler bu bilgi oyunundaki değişiklikleri nasıl ele alacaklar? Demokratik davranış normlarını terk edip bir yandan sindirilmiş basını da aynısını yapmaya zorlayarak hızla otokrasiye doğru mu yol alacaksınız? Yoksa bir kanaat ve itibar meselesi olarak bilgi akışına kapılmayı seçip vatandaşlarınıza özgür, bağımsız bir ülkede yaşayan özgür, bağımsız insanlar olarak mı muamele edeceksiniz?

Dünyanın dört bir yanından hangi yöne doğru yol aldığımıza yönelik son değerlendirmeler hiç de ümit verici değil. 20 yıl önce demokrasinin önünün açık olduğunu, diktatörlüklerin geride kalmaya başladığını söyleyebilirdiniz. Bugün ise bu denge çok daha karman çorman görünüyor. Fakat biraz daha yakından bakarsanız, başarısızlıkların ve zaafların dünya ekonomik krizinden etkilenen daha yoksul ve küçük ülkelerde yaygın olduğunu, daha büyük ve eksen ülkelerde ise özgürlükleri sürdürme mücadelesinin hâlâ birbiriyle yakından ilintili olduğunu görebilirsiniz. Uzun sözün kısası, saygı ve servet edinmeye azimliyseniz, dijital bağlantılarınız olması gerekiyor. Ve bu bağlantıların da – pek tabii ki –  daha geniş bir dünyayla bağlantılı olması gerekiyor.

Şimdi, burada dijital devrim ile matbu, radyo ve televizyon gazeteciliğinin ilişkisine yönelik ileri sürdüklerim evrensel bir nokta içeriyor zira Britanya için olduğu kadar Brezilya için de, Almanya için olduğu kadar Arjantin için de, hemen her ülke için geçerli. Aynı yolda ilerleme ve neticede hukukun da bu ilerleyişe ayak uydurabilmesi için hukuki mesnetleri bağdaştırma yönündeki baskılar hayranlık uyandırıcı. Belki “küreselleşme” üzerine her konuştuğumuzda bunları aklımıza getirmiyoruz ama küreselleşme özünde medya özgürlüklerinin etkin sürücüsüdür.

"Türkiye'de kıskanılacak çok şey, keza başarı için büyük bir potansiyel de var"

Bununla birlikte, bugün büyük bir Türk gazetecinin, Mehmet Ali Birand’ın hatırasını kutlamak üzere Türkiye’de bulunuyorum. Haliyle besbelli ki, şu anda etrafımda bununla doğrudan ilişkili meseleler de görmüyor değilim – özellikle de Türkiye’nin demokrasinin gerektirdiği medya koşullarına bağlılığı konusunda günden güne artan endişelerin oluşturduğu daha geniş bir bağlamın içinde, internetteki paylaşımlar üzerinde ani politik kontrol uygulamak için alınan yeni tedbirlerde görüyorum bunu. Trajik Savcı Kiraz vakasında ve diğer kriz anlarında Twitter’ın, Facebook’un ve diğerlerinin hükümet tarafından yasaklanması – bununla beraber özgür matbu basına yönelik müdahaleler –  dünyanın dört bir yanında anında haber oldu.

Bu endişeleri bir bağlama – bir haritaya bakma veya bir gazete alıp bakma gibi basit bir bağlama yerleştirmek istiyorum. Türkiye’nin çalkantılı bir tarihi var ve istikrarsız sınırlarla çevrelenmiş durumda. Bu nedenle, güney sınırlarında hiddetlenen dehşet verici çatışmalarda mecburen bir rol oynamak durumunda kalıyor. Dudak uçuklatan yüklere katlanıyor. Çok çok uzaklarda olan Britanya bu baskılara nasıl göğüs gererdi, aklıma getirmek bile istemiyorum. Bağlamın önem taşıdığını biliyorum.

Bununla birlikte, modern Türkiye tarihinin daha geniş bağlamı da önem taşıyor. Yaklaşık otuz yıldır zaman zaman Türkiye’yi ziyaret ediyorum: Bazen basın özgürlüğü konferanslarına katılıyorum, bazen konuşmacı olarak geliyorum, bazen ve son seferde ise Uluslararası Basın Enstitüsü’nün inceleme heyetine başkanlık yapmak üzere gelmiştim. Bu sayede, askerî yönetimin sancılarının hissedildiği demokrasinin eski ve kırılgan günlerini mukayese etme ve günümüzü de bu çerçeveye sığdırma imkânı buldum. Ve bu beni hem etkileyen hem de hayal kırıklığına uğratan bir şeydir; Türkiye dünyanın en yüksek standartlarında iş üreten çok sayıda yetenekli gazeteci yetiştirdi. Mehmet Ali Birand gelmiş geçmiş pek çok böyle isimden biriydi. Türkiye, Avrupa’daki herhangi bir ülke kadar hareketli olma kapasitesine sahip bir gazetecilik sahnesine sahip olmakla övünebilir. Yayıncıları ender görülen bir enerjiyle rekabet ediyor. Kısacası, kıskanılacak çok şey var, keza başarı için büyük bir potansiyel de var.

"Sanatsal açıdan, yaratıcılık açısından Türkiye kimseye boyun eğecek gibi görünmüyor"

Türkiye, bugün durduğu yerde, gözettiği çıkarlar açısından, dünyanın önemli bölgeleri için yeni bir medya merkezi haline gelebilecek bir konuma sahiptir. Sıranın kendisine gelmesini bekleyen bir kaplandan farksızdır. Muazzam önem taşıyan etkili ve özgür, bağımsız bir bölgesel güç olma potansiyeline sahiptir. Mükemmel film yapma sicili – Bir Zamanlar Anadolu’da ile Kış Uykusu’nu aklınıza getirseniz yeter – derin hayranlık uyandırıyor. Yazarları, hakeza küresel itibar görüyor. Sanatsal açıdan, yaratıcılık açısından Türkiye kimseye boyun eğecek gibi görünmüyor.

Peki ya politik olarak? Gelecek vaadi kolaylıkla elinden alınabilir, içselleştirilmiş endişe ve baskıların bitmek bilmez krizlerine dalıp gidebilir. Sadece kendi içinize dönüp baktığınız zaman, öncü olma ve ilham verme kabiliyetiniz solup gider – ve alaycı kahkahalar riski de giderek artar. Eğlence figürleri haline gelen liderlerin ve hükümetlerin –  diğer bir deyişle kahkahanın doğal nesnelerinin – önemli bir sorunları vardır. Sayın Thatcher bunu Spycatcher sayesinde, kitabı yasaklama teşebbüsleri bir kaba güldürü halini aldığında öğrendi. Modi hükümetinin India’s Daughter’ı yasaklama çabaları da aynı şekilde gülünç bir yenilgiyle sonuçlandı. Peki anında bir güldürü sembolü olarak #TwitterisblockedinTurkey (#TwitterTurkiyedeyasaklandı) hashtag’ine ne diyeceğiz? Kim saniyeler içinde kendisine meydan okunmasını ve hatta kendisiyle dalga geçilmesini ister? Kim dünyanın dört bir yanında kınanmayı ister? Kim, tıpkı Lord Justice Leveson gibi internetle henüz tam anlamıyla barışamamış, orta yaşlı bir ülkenin orta yaşlı bir lideri olmak ister? Kim gençlerin akıllı telefonlarından kendisine gülmesini ister? Pratikte bu sorulara yanıt vermek için uzun uzun kafa yormaya gerek yok.

Belki de, iddia edildiği gibi, Türkiye hükümeti bundan daha akıllıdır. Belki de asıl amacı ardı arkası gelmeyen yasakları yanlış yönetmek değil de, sosyal medyayı şeytanlaştırmaktır. Belki de sıradan ve inançlılar bu sayede enine boyuna tweet’lere konu alan ilişkilere, tapelere, yorumlara güvenmemeyi öğrenecektir. Belki. Fakat bunun entelektüel, eğitimsel bir çıkmaz sokak olduğunu, hiçbir işe yarayan bir savunma biçimi olduğunu da görmek gerekiyor.

Türkiye gazeteciliğinin mücadelesini endişeyle takip etmemin bir başka nedeni de burada yatıyor: Sadece baskı gören imtiyaz sahiplerinin otosansürü ve özgürlükleri kısıtlayan mevzuat herhangi bir düzlemde önemli sorunlar olmadıkları için değil; sadece yaratıcı seslerin feryatlarının katiyen susturulmaması gerektiği için değil – ama bu yolda ilerledikçe keşfedeceğiniz israflar yüzünden – yetenek israfı, tutku israfı, arzu israfı. Sürekli genişleyen internet, ülkeler arasında sürekli artan bilgi bağlantısı bir tehdit değildir. Bir imkândır.

"Özgürlük aşılması gereken bir engel değildir, özgürlük anahtardır"

İtibarınızı ve etkinizi büyütmek için bir imkândır. Fikirleri, girişimleri ve yaklaşımları ihraç etme imkânıdır. Büyük işler başarma imkânıdır. İnternet hepimize daha önce hiç tecrübe etmediğimiz tarzda bir iletişim ve açıklık fırsatı sunuyor. Bu fırsatın ise özgürlükten kaynaklanması gerekiyor. Siyasetçiler ile servis sağlayıcıların arasındaki örtülü pazarlıklar arasında güme giderse, bu fırsat kaybolur. Bu noktada her ülke için sonuçlar devasa, imkânlar ise büyük ve cazip. Özgürlüklere sıkı sıkı sarılan Türkiye yeni Mehmet Ali Birandların yetişeceği bir yer, bir mükemmellik ve azim imparatorluğu olabilir. Burada özgürlük aşılması gereken bir engel değildir. Özgürlük anahtardır.