Gündem

Ertuğrul Özkök'ten Salih Tuna'ya: Bunu söylemek 'FETÖ PR'cılığı' değil!

"Hâlâ aynı şeyi söylüyorum"

21 Eylül 2017 05:12

Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, kendisine yönelik olarak “Ali Bulaç savunmasında FETÖ’cü olmadığına dair kimi gazeteci ve yazarların görüşlerine de yer vermiş. Bunlardan biri de FETÖ’nün yargı ayağının kesintisiz PR’cısı. Hani şu Aydın Doğan’ın kıymetlisi. Ali Bulaç onu ‘şahit’ göstereceğine, ‘O niye dışarıda, ben niye içerideyim’ deseydi iyiydi" diyen Sabah yazarı Salih Tuna'ya tepki gösterdi. "Google’da aradım ama Bulaç hangi gazetecileri örnek vermiş bulamadım" diyen Özkök, gazetecilerin tutuksuz yargılanmasından yana olduğunu belirterek "Bunu yazmayı, söylemeyi de “FETÖ PR’cılığı” olarak asla görmüyorum" ifadesini kullandı. 

Ertuğrul Özkök'ün "Dindar ve kindar nesil görevi Suriyeli çocuğa" başlığıyla yayımlanan (21 Eylül 2017) şöyle: 

Galiba bu ülkenin insanları çocuklarını imam hatip okullarına göndermek istemiyor...

*

Baksanıza 650 kişilik binalar 45 öğrenci ile eğitime başlıyor. Promosyon dönemi başlamış, boş binaların tepelerine “Gelene 250 TL burs” ilanları asılmış...

*

O da yetmeyince...

Bu defa çare Suriyeli göçmen çocukları imam hatiplere yerleştirmekte bulunmuş...

Ne demek bu...

“Dindar ve kindar nesil” projesi Türklere çalışmadı...

Öyleyse, Suriyeli bir dindar ve kindar nesil yetiştirelim...

Bu mu demek yani...

*

Bu ülkenin eğitim sorunu, hepimizin sorunu olduğuna göre, hepimize soruyorum.

Sizce iyi bir fikir mi bu...

*

Mesela şu soruyu sormayacak mıyız....

Hadi dindarlıklarını anladık da, kime karşı kindar olacak bu Suriyeli çocuklar...

*

Bakın bir sosyolog olarak şuraya yazıyorum...

İsterseniz bugün beni linç edin, recm edin...

Ama yarının insanları anlayacak...

Unutmayın bu çocukların aileleri zaten bu ülkeye “öfkeli dindarlar” olarak geldiler.

Bunları daha dindar, daha kindar bir nesil haline getirmenin kimseye hayrı dokunmaz...

*

O nedenle naçizane tavsiyem Suriyeli çocukları imam hatiplere yönlendirmeyin.

Bırakın hangi okulları tercih ediyorlarsa oraya gitsinler.

Bu savunmaları okuyunca oyunca içim açılıyor

- Koskoca Nazlı Ilıcak’ı...

Bütün hayatı darbelerle ve darbecilerle mücadele ile geçmiş bir kadını yalvarırcasına konuşurken görmek içimi acıtıyor...

- Koskoca Ali Bulaç’ı...

Bütün hayatı boyunca muhafazakârlığın mücadelesini vermiş bir insanı, bu halde seyretmek içimi acıtıyor...

Onları bu hale getiren FETÖ örgütünün yaptıklarını affetmesem de, bu insanların hallerinden medet umamıyorum.

Israrla söylüyorum...

Bu sahneler belki bazılarına iyi geliyor... İçlerinden “Oh olsun”diyorlar...

Ama ben hiç çekinmeden söylemeye devam edeceğim.

Bu insanların hapiste kalmaları, bu sahneler FETÖ’yle mücadeleye zarar veriyor.

Sevgili kardeşim Salih... Ekrem'e şunu söylemiştim

Sabah gazetesi yazarı Salih Tuna dün şunu yazmış:

“Ali Bulaç savunmasında FETÖ’cü olmadığına dair kimi gazeteci ve yazarların görüşlerine de yer vermiş.

Bunlardan biri de.

FETÖ’nün yargı ayağının kesintisiz PR’cısı.

Hani şu Aydın Doğan’ın kıymetlisi.

Ali Bulaç onu ‘şahit’ göstereceğine, ‘O niye dışarıda, ben niye içerideyim’ deseydi iyiydi.”

Google’da aradım ama Bulaç hangi gazetecileri örnek vermiş bulamadım.

Ben kendi payıma bütün gazetecilerin tutuksuz yargılanmasından yanayım.

Bunu yazmayı, söylemeyi de “FETÖ PR’cılığı” olarak asla görmüyorum. Çünkü adaleti, tarafsız yargıyı ve vicdanı savunuyorum. Ben yargılamalara karşı değilim, adaletsizliklere karşıyım.

Geçmişte Zaman gazetesi benim hakkımda 28 Şubat’taki yayınlar dolayısıyla kampanya yaparken Ekrem Dumanlı’ya şunu demiştim:

“Gazete manşetlerinden ve köşe yazılarından suç türü yaratmayın. Bu ileride sizin de ayağınıza dolanır.”

Hâlâ aynı şeyi söylüyorum.

Bir gün her genel yayın yönetmeni bunu tadacak

Bomboş bir oda...

Duvarda bir 
“Bild” tablosu... Burası Bild gazetesini 16 yıl boyunca yöneten Kai Diekmann’ın odası.

Geçen salı günü itibariyle bu odayı boşalttı.

Bir yıl önce Bild’in genel yayın yönetmenliğinden ayrılmıştı.

Salı akşamı onun için bir veda partisi düzenlendi. Ve o odada artık başka biri oturacak.

Her genel yayın yönetmeninin 
kaderi budur.

İstediğiniz kadar uzun oturun o koltukta...

Sonunda kalkıyorsunuz. Bu fotoğrafın anlattığı şey şudur:

Genel yayın yönetmeni gider, kurum kalır... Boş odada kalan seda ise şudur:

“Böbürlenme arkadaş... Senden büyük Allah var...

Bir de çalıştığın kurum...”

Yani sana söylüyorum genel yayın yönetmeni, ama sen de anla ey egosu kulağından fışkırmış “tanrı yazar”...

Bu odadan kimler geçti

- KAI Diekmann’ın bu odasına kimler girdi, kimler misafir oldu...

Gorbaçov, Kohl, Merkel, Harrison Ford, Will Smith, Lady Gaga, Mark Zuckerberg, Justin Bieber, Rupert Murdoch, Nicholas Cage, Bruce Willis, Eric Schmidt, Bon Jovi...

Kai kimlerle mülakat yaptı...

Papa İkinci Paul, Putin, Erdoğan, Esad, Hollande, Trump...

Çok sevişen insanlar akıl hastanesine mi

Tam 42 yıl olmuş ve ben o harika konuşmayı tamamen unutmuşum.

“Guguk Kuşu” filminin başında hapishaneden akıl hastanesine getirilen McMurphy ile psikiyatrı arasında şu konuşma geçer:

- Dr. Spivey: “Buraya gönderilmenin nedeni şu. Bizden senin akıl hastası olup olmadığına karar vermemiz istendi. Hastane yöneticileri sence neden böyle bir şey sordular?”

- McMurphy: “Anladığım kadarı ile çok kavga ediyorum. Bir de çok seks yapıyorum. Herhalde ondandır.”

Şimdi bu soru bana çok anlamlı geliyor.

Çünkü geçmişe bakıyor ve kendi kendime soruyorum:

“Acaba ben geçmişte deli miydim?”

Kimse beni akıl hastanesine göndermediğine göre değildim herhalde...

- NOT: Psikeart dergisinin yayınladığı PsikeSinema temmuz-ağustos sayısını Antipsikiyatri ve Sinema konusuna ayırdı. Özellikle “Guguk Kuşu” ve “Otomatik Portakal” filmleri üzerine çok iyi yazılar var.

Baskı ve korkuortamı normali delirtiyor da deliyi normalleştiriyor mu

Psikesinema dergisinin son sayısında Funda Bilgen Steinberg’in “öğrenilmiş tutsaklık” üzerine çok güzel bir yazısı var. “Guguk Kuşu” filmindeki akıl hastanesini, bir tür devlete benzetiyor ve baskı ve korku ortamında “gücün kötüye kullanılmasını” anlatıyor.

Korku ve baskı kelimelerini duyunca ister istemez kendi durumumu düşündüm.

Bu öğretilmiş çaresizlik ve öğretilmiş tutsaklık çaresiz bir psikoloji mi?

Funda Bilgen Steinberg’in şu cümleleri bana hafiften umut verdi:

“Her şeye rağmen korku ve baskı ortamında ‘delilerin’ normal olanları kandırdığı, ‘normal’ olanların ‘deli’ diye yaftalandığı ortamda hiç umut yok demek yanlıştır.”

Nedir o umut...

“Guguk Kuşu”nun son sahnesi diyor...