Kültür-Sanat

Erkek hegemonyasını sarsan iki sanatçı: Joan Jonas ve Şükran Moral

"Sürekli baskı altındayım ve sansürleniyorum, galericiler eserlerimi sergilemekten korkuyorlar"

Joan Jonas, Mirror I Performans, ©Tate 2018.

27 Mayıs 2018 01:20

Selin Tamtekin - Londra

Tate Modern binasının ikinci katında bulunan Joan Jonas sergisinin hemen girişinde sanatçının heykeltıraş Frank Stella ile 1970’de yaptığı Japonya seyahati sırasında ilk defa izlemiş olduğu Noh tiyatrosunun etkisiyle performanslarında ve videolarında daha sonra kullanmaya başladığı çeşitli maskeler duvarları süslemekte. Bunların yanı başında sanatçının başka gezilerde keşfedip stüdyosunda bulundurduğu, yeri geldiğinde çalışmalarında aksesuar olarak tanzim ettiği fabl tarzı, çoğunlukla tahtadan yapılmış hayvan heykeller. Amaç biraz olsun, sanatçının New York’taki stüdyosunun ambiyansını müzeye taşıyabilmek.       

Joan Jonas, They Come to Us without a Word II (2015) Teatro Piccolo Arsenale, Venedik,  Performans.(fotograf Moira Ricci) © 2017 Joan Jonas : Artists Rights Society (ARS), New York : DACS, Londra.    

Jonas sanat serüvenine heykeltıraş olarak başlıyor. 1960’ların sonlarına doğru New York’un yeraltı sanatçı camiası ilhamını –  Philip Glass’ın bir motifin tekrarına dayanan besteleri gibi ­– ekseriyetle o dönemin minimalist müzik ve dansından alan, olabildiğince deneysel ve avangart eserler yaratmakla meşguller.  Bu tarz çalışmaların yanında Jonas Alberto Giacometti’nin uzun figürlerini andıran heykellerini fazlasıyla statik ve tradisyonel bularak imha ediyor.

Joan Jonas, Enstalasyon goruntusu, ©Tate photography (Seraphina Neville) 2018.1968’de ismini Fas’taki bir kasabadan alan Oad Lau adlı ilk performansını bir jimnastik salonunda gerçekleştiriyor. Jonas, performans boyunca yanında başka bir yardımcı performansçıyla birlikte, üzerine küçük aynalar yapıştırmış olduğu parıltılı kostümlerin içinde –tutuk adımlarla ileri geri yürümek gibi–olabildiğince abartısız ve nerdeyse hareketsizliğe yakın hareket serisinden ibaret çalışmasını seyirci önünde gerçekleştiriyor. Jonas gösteri süresince Luis Borges’in ayna temasının sık işlendiği Labirent adlı öykü kitabından kısımlar okuyor.

Joan Jonas,,Stream or River, Flight or Pattern (2016- 2017), Enstalasyon goruntusu, ©Tate photography (Seraphina Neville) 2018.

Bir sonraki odada, sanatçının erken performanslarını belgeleyen –çoğu siyah-beyaz– küçük boy fotoğrafları sergilenmekte; hemen yanı başlarında, zamanın yeni teknolojisini sanatıyla bağdaştırmakta oldukça erken davranan Jonas’ın 1970’de aldığı ilk Sony Portapak video kamerasıyla Soho’nun, o günlerdeki tenha, yoksul sokaklarında çekmiş olduğu videolarını durmaksızın görüntüleyen televizyon ekranları. Organic Honey’s Visual Telepathy (1972) adlı videosunda Jonas bazen kendisini oynuyor, bazense ardında saklandığı ideal kadın yüz hatlarını betimleyen, donuk bir gülümsemeye sahip maskesiyle Organic Honey isimli ikinci bir kişiliğe bürünüyor.  On yedi dakikalık bulanık imgeli videonun bir noktasında Jonas çırılçıplak, başka bir nokta da dansöz kıyafeti dahil olmak üzere bir takım gösterişli kostümler içinde, erotizm, narsisizm ve kadınlara mahsus betimlemeleri ele alıyor. Bunlar 1960’ların sonlarına doğru, ABD’de ikinci dalga feminizmin etkisiyle ortaya çıkan feminist sanatının irdelediği ana temalardan birkaçı.

Joan Jonas, Mirror I Performans, ©Tate 2018.

Serginin birbirine bitişik odalarını dolaştıkça Jonas’ın kendinden emin sesi durmaksızın değişik ekranlardan yükseliyor. Sanatçının ince silueti, elli yıllık sanat kariyerinde, hayatının farklı evrenlerindeki fazla değişmeyen görüntüsüyle, ‘tiyatro’ olarak adlandırılan mini ekranlarda ve Japon paravanlarını anımsatan dev ekranlarda olmak üzere, birbirinden farklı izletme alternatifleriyle, arada bir karşımızda beliriyor.

Kuvvetli bir estetik duygu ön plana çıkmıyor ve bu yönüyle sergi bir akademi öğrencisinin çalışmalarında rastlanan türden, keskin sınırları henüz oluşmamış, kavramsal bazlı yaratıcı arayışlar andırıyor. Sanatçının daha yakın bir zamanda tasarlamış olduğu, mevcut diğer çalışmalara göre daha lirik bir tona sahip, hayvanların ve doğanın kırılganlığını konu alan Stream or River, Flight or Pattern (2016- 2017) Jonas’ın 2015 yılındaki Venedik Bienalinde Amerikan pavyonu için yarattığı ve büyük beğeni toplayan They Come Without A Word adlı mekana özel çalışmasından yankılar taşıyor. Sergide geçmiş performanslara ait çeşitli enstalasyonlar da mevcut. İçinde fotoğraf, video, sanatçının gösteri sırasında gerçekleştirdiği çizimler ve performans esnasında tanzim edilen kıyafetler, aksesuarlar ve eşyaları içeren bu enstalasyonlar geçmiş performansları seyirciye üç boyutlu bir deneyim olarak tattırma çabasında. 

Şükran Moral, Artist, 1994

Sık sık Jonas’ın kendi eserleriyle ilgili aydınlatıcı, samimi bir tonla dile getirilmiş yorumları karşımıza çıkıyor. Ancak bütün bu çabalara rağmen her şeyden çok performanslarıyla zihinlerde yer edinmiş olan Jonas’ın bedensel yokluğu sergide her daim hissediliyor. Bu sorun sergi düzenleyicilerin gözüne çarpmış olacak ki Tate Modern sergi kapsamında açılış tarihinden itibaren bir on günlük süre zarfında sanatçının en önemli performanslarını, çoğunlukla Jonas’ın eğitmiş olduğu genç, yerel, tiyatro sanatçılar tarafından, Londra sanatseverleri için yeniden sahneliyor.

Şükran Moral, Resist Turkey, 2013Bu vesileyle birkaç gün sonra yine Tate Modern’deyim. İzlemeye geldiğim performanslar Tank diye adlandırılan binanın zemin katında bulunan, yerden tavana beton kaplı, endüstriyel görünümlü dairesel salonlardan birinde icra edilecek. Tanklar, aslen bir elektrik santralı olarak inşa edilen binada bir zamanlar benzin deposu olarak kullanılmış. Üzerimde ister istemez ilk defa canlı sanat performansı izleyecek olmanın acemi heyecanını taşımaktayım. Jonas büyük alkışlar içinde şık, sade bir pijamayı andıran, beyaz, saten bir kıyafetle, kırmızıya boyanmış dudaklarında sıcak bir tebessümle ve elinde rahat bir şekilde tuttuğu mikrofonla seyircinin karşısında beliriveriyor. Mirage’ın (Serap) Hindistan’a yaptığı bir seyahatte edindiği izlenimler sonucu ortaya çıktığını belirtiyor. ‘Aydınlık, karanlık ve transformasyon üzerine bir çalışma,’ diyor gerisini seyircinin algılama ve yorumlama kapasitesine bırakarak. ‘Ama o zamandan beri her performansta yeni ögeler kattım, birtakım değişiklikler yaptım. Benim için hiç bir eserim tümüyle bitmiş sayılmaz,’ diyor ve ekliyor, ‘bu gece ki performans eski haline göre çok daha kısaltılmış. Ne de olsa bugünkü seyirci, eskisine nazaran çok daha sabırsız.’ 

İlk 1976’da sahnelenen Mirage, Jonas’ın diğer performansları gibi belirli bir anlatımı takip etmiyor. 81 yaşına göre fazlasıyla dinç ve randımanlı sanatçıyı, durmaksızın farklı görüntüler yansıtılan büyük bir ekranın önünde, yaklaşık otuz dakikalık bir süre boyunca, bir içsel ritüel halinde, bir kısmını belirli aralıklar içinde tekrar geçekleştirdiği (kara tahtaya tebeşirle güneşi çizip sonra belirli kısımlarını sildikten sonra onu aya dönüştürmek, tahta bir çemberden atlayıp durmak, dev bir koniye elinde kasetçalara basarak bir tür hayvanın ulumasını seyirciye dinletmek gibi) her zaman bir anlam veremediğim hareketlerin bazen garip, basit cazibesine kapılıyorum.  Bazen ise –benim için – zaman zaman anlamsızlaşan tekrarlardan bunalarak keşke performans bir an evvel bitse düşüncesini ister istemez aklımdan geçiriyorum.  Örneğin Jonas’ın sahneden birden yok olup sahnedeki büyük ekranda, başta ilginç ve esprili bulduğum, sanatçının Good Night and Good Morning(1976) isimli (Jonas’ın kameraya uyku mahmuru bir halde sabahları günaydın ve gün bitiminde, uyku gözünden akıyorken ‘iyi geceler’ deyişinin b87itmez gibi gelen çok tekrarından oluşan) selfie video çalışmasını fazlaca uzun bir süre izlemek zorunda kaldığımda hissettiğim gibi.

Coşkulu alkışlar eşliğinde sahneden indikten sonra dünyanın her noktasına onu takip eden beyaz finosu Ozu’yla birlikte akabindeki iki performansı izlemek üzere ön sırada olan koltuğuna yerleşiyor. Jonas’ın eğitmiş olduğu yerel performansçılar ellerinde dikey bir pozisyonda dolaştırdıkları büyük dikdörtgen aynalarla seyircinin karşısında beliriyorlar. Mirror Piece I kusursuzca uygulanan, senkronize hareketleriyle bir modern dans performansının şiirsel akıcılığına sahip. Ellerinde dikkatlice taşıdıkları kırılgan ve tahminimce oldukça ağır aynalar seyirci üzerinde tedirginlik yaratırken ara sıra kendi yansımalarıyla karşı karşıya kalan seyirciyi ister istemez performansın bir parçası haline getiriyor.

Şükran Moral, Hit and Run My Heart, 2016

Performans ve vücut odaklı çalışmaların öncülük ettiği feminist sanat akımı, 1960’ların sonuna doğru, Vietnam savaşı karşıtı gösteriler ve mitinglerin düzenlendiği, sivil hak arayışının en ateşli olduğu ve bu şekilde ikinci dalga feminist hareketinin filizlenmesine yol açan, değişime gebe bir ortamın içinde ve onun neticesi olarak ortaya çıktı. Jonas, yıllar önce vermiş olduğu bir röportajında, özellikle o yıllarda, resim ve heykel dallarının tümüyle erkek hegemonyası altında olduğundan, kendilerini ifade etmek için bir mecra arayışı içinde olan kadın sanatçıların bunun bir doğal sonucu olarak performans sanatına yöneldiklerini ifade ediyor.

Performans sanatı kadınları ötekileştiren, vücutlarını metalaştıran ve fetişleştiren ataerkil sisteme karşı, kadın sanatçıların kendi vücutlarını kışkırtıcı bir araç olarak kullanmak şartıyla icra ettikleri bir ifade sekli olmakla birlikte aynı zamanda siyasi bir meydan okumadır.

Bu kapsamda Mirror Check Jonas’ın en önemli yapıtlarından biri. Uzun-boylu, atletik-yapılı, genç bir zenci kadın çırılçıplak karşımıza çıkıp elindeki küçük makyaj aynasıyla baştan aşağı vücudunun her kıvrımını, ancak aynadaki yansımayı kendisinin görebileceği şekilde incelemeye başladıktan bir müddet sonra salonu hayal kırıklığının verdiği iç sıkıcı bir hava kaplıyor.

Ozu’nun bu pür sessizliğin içinde ısrarcı bir biçimde tasmasını çekiştirmesine yol açan bu bıkkın atmosfer, 1970’te Jonas‘ın bu performansı ilk defa o zamanın tutucu değerlerine sahip bir seyirci kitlesi karşısında canlandırdığında yaratmış olduğu şok ve dehşet etkisinden mukayese edilemeyecek kadar farklı olmalı. İlk sahnelenmesinden geçen 50 yıllık zaman diliminde, günümüz Batı toplumu anlayışında, eskisine nazaran, daha sinsi ve riyakar bir kılıfa bürünmüş (çok sayıda ülkede çalışma koşulları bağlamında kadınların erkeklere eşit haklara sahip olamamaları gibi) durumda görüyoruz cinsiyetçiliği.

Bunun neticesinde kadın vücudunun çıplaklığına odaklı bu performans, özellikle Londra’nın hoşgörülü sanatseverlerden oluşan bir seyirci topluluğu için, fazla tepki yaratacak veya insanları sarsacak türden bir hadise değil. Zaten oraya gelmiş çoğu seyirci Jonas gibi sanat tarih kitaplarına adını yazdırmış dev bir sanatçıyı ve hiç kuskusuz Mirror Check gibi tarihsel önemini ebediyen koruyacak performansı nadir canlı izleyebilme şansını yakalayabilmek ve 70’lerin performans sanatının kendine özgün havasını biraz olsun teneffüs edebilmek peşinde.  Ancak yine de yakın mesafeden ve capcanlı izlemenin verdiği direkt hissedilen efektiyle, performansı sahnelemeye yapmaya cüret etmiş olan genç kadına yönelik beslenilen mahcupluk duygularıyla birlikte istediğini bulamamanın yarattığı bıkkınlık ve tedirginlik hakim salonda. 

Mirror Check’i izlerken içinde bulunduğum küçük seyirci kalabalığının düşünce yapısından bir müddet olsun kendimi uzaklaştırıyorum. Böyle bir performansın, cinsiyetçiliğin hala çok aleni bir şekilde yaşandığı ve gittikçe, kadına şiddet ve kadın cinayetlerin durmak bilmeyen dramatik tırmanışıyla, daha vahim sonuçlara yol açan günümüzün Türkiye’sinde, sahnelendiği taktirde nasıl bir etki yaratacağını kafamda canlandırmaya çalışıyorum. 

Türkiye de performans sanatı değince akla ilk gelen isim Şükran Moral. Moral İstanbul ve Roma’da ikamet eden, yurtdışında çeşitli galerilerde ve müzelerde sergilere katılan dünyaya açılabilmiş bir Türk sanatçısı.

Jonas gibi başta daha tradisyonel bir sanat dalına odaklanan Moral, biraz da hayatındaki beklenmedik gelişmeler sonucu, performans sanatına yönelmiş. 1994 yılında Roma Güzel Sanatlar Akademisinde resim bölümünü bitirdikten sonra maruz kaldığı vize sorunu sonucu İtalya dan sınır dışı edilen sanatçı birden bire kendini hiçbir yerleşik düzeni olmayan göçmen sanatçı statüsünde buluverirmiş ve çareyi kendi bedenini kullanmakta bulmuş. Fakat akademi yıllarında resimden uzaklaşarak, heykel ve enstalasyona merak salmış olması sanatçının bu dönemden önce, çoktan kendine bir üç boyutlu ifade şekli arayışı içinde olduğunun göstergesidir. Aynı yıl kendini Isa-misali çarmıha gererek Artist isimli fotoğrafıyla kariyerinde performans sanatına geçişe dair en önemli ilk adımı atmış olur.

1996 yılında Moral kendini jinekoloji muayene masasına koyarak, bacaklarının arasına bir televizyon ekranı yerleştirerek, kadın vücudunun ve kadının toplumdaki konumu hakkında olabildiğince direkt mesajlar veren Spekulum’u gerçekleştirir. Bir sene sonra Karaköy, Yüksek Kaldırımdaki bir genelevi çağdaş sanat müzesine çevirerek girişinde sarı peruk, şeffaf bir kombinezonla ve boynunda ‘satılık’ yazısıyla, yolda duraksayan şaşkın-bakışlı erkeklere nispet yaparcasına, poz verdiği, müze seyircisi ve genelev müşterisi arasındaki tüketim ilişkisini kara mizahla ele alan video çalışmasını gerçekleştirir . 2010 yılında bir sanat galerisinde İstanbul’un elit sanatseverlerinin önünde başka bir kadınla sevişmeyi içeren, özünde kadının bedeni üzerinde tahakküm kuran, iki aynı cinsin (kadın veya erkek) cinsel ilişkisini hor gören, ötekileştiren anlayışa bir başkaldırı olarak Amenus’u icra eder. Moral, performans sonlandıktan  birkaç dakika boyunca çıt çıkmadığını, galerinin ürkütücü bir sessizliğe gömüldüğünü belirtiyor.

‘Zaten ertesi gün medyada ve sosyal medyada bana karşı korkunç bir linç kampanyası başlatıldı . O sessizlik o korkunç linç fırtınasının öncesiymiş.  2010’da başıma gelen şimdi Türkiye de olacakların habercisiydi,’ diyor, bir müddet, geçici olarak liberal rüzgârların estiği, şimdilerdeyse sansürle ve tehditle yönetilenTürkiye’nin sekiz yıl zarfında geçirmiş olduğu muazzam değişimin altını çizmek istercesine.  

Moral İstanbul-Londra arası yaptığımız telefon görüşmesi süresince cana yakın, zaman zaman esprili ancak her daim sözünü sakınmayan ve yaptığının arkasında sonuna kadar duran bir tavırla sorularımı cevaplıyor. Konuşmamamız bir röportajdan çok sohbeti andırıyor.

‘Ataerkil toplumumuz kadın vücudundan nefret ediyor. Kadının cinselliği reddedilmiş. Kadın birini seçemez, sadece seçilmiş olur. Benim bütün eserlerim bu duruma karşı duran işlerdir. Zaten eserleriyle kendi cinselliğine değinen kadın sanatçıların esas olayı erkek düzenine meydan okumaktır,’ diyor.

Türkiye’nin can damarına dokunan konulara el atan bir sanatçı-aktivist aslında Moral. Gezi Park protestoları sırasında Gezi Parkında coşkulu kalabalığın arasında karnına Anarşist kelimesinin ‘A’sını jiletle çizdiği performansı gerçekleştirdi. Bir yıl sonra Türkiye’nin yüz kızartıcı, çocuk istismarcılığını kabul edilebilir kılan çocuk gelin hakikatini tüm dehşet verici çıplaklığıyla işleyen enstalasyonu Welcome to Turkey’de galerinin ortasına Türkiye haritası şeklindeki dikilmiş, kırmızı kan lekeleri içinde bir yatak yerleştirdi. 2016’daki darbe girişimlerinin hemen akabindeki buhranlı döneme ve Moral’in o sıralar özel hayatında yaşadığı sıkıntılara bir metaforik gönderme olarak Hit and Run My Heart adlı sanatçının kafasıyla bir hayvan kalbine çivi çaktığı çarpıcı performansı o yıl İstanbul Contemporary fuarında icra etti. Şu sıralar bu Temmuz ayında İspanyanın Palma kentindeki Es Baluard Museu d’Art Modern’de açılacak kişisel sergisinin yoğun hazırlıkları içeresinde.

Cevabını aşağı yukarı tahmin edebildiğim halde Moral’e ‘Peki Türkiye’de nasıl tepkiler alıyorsun?’ sorusunu yöneltiyorum.

‘Sürekli baskı altındayım ve sansürleniyorum. Galericiler eserlerimi sergilemekten korkuyorlar. Ender sergilediklerinde sanat çevresine bildirilsin ama halkın haberi olmasın düşüncesiyle, korkuyla sergiliyorlar. Bu gerçeği benim haykırmam lazım çünkü başka çarem yok. Ben aynı zamanda daha çok burada yaşayan bir sanatçıyım ­–inatla.’ 

Özeleştiriye tahammülsüz, eğitimlisi, modern kafalısı dahil genelinde farklı kesimlerin kadın kimliğine ve cinselliğine saplantılı bakış açısında birleştiği bir toplumun Moral’i teşhirci ve avam olarak mimleyerek sanatçılığını göz ardı etmesi o kadar da şaşırtıcı değil elbette.       

'Anlaşılmamak seni rahatsız etmiyor mu?'        

‘Bütün sanatçılar gibi dünya sanatında yer almak isteyen bir sanatçıyım.  Biyatçı bir toplumun beni anlamaması kendi sorunu.’

Gezi Parkı protestolarının yıldönümü arifesinde ve önümüzdeki ay ülkemiz için bir dönüm noktası olarak görülen başkanlık seçimlerin yaklaştığı bu çalkantılı günlerde Türkiye’nin nabzını korkusuzca eserlerine yansıtan, Şükran Moral gibi sanatçıların varlığı her zamankinden daha yakıcı bir önem kazanıyor.  

Joan Jonas sergisi 5 Ağustos’a kadar Londra Tate Modern’de.

Şükran Moral kişisel sergisi 13 Temmuz – 19 Eylül’de İspanya, Palma, Es Baluard Museu d’Art Modern’de.