Dünya

Doğu Türkistan: Global kapitalizmin bir laboratuvarı

Doğu Türkistan'ın 21. asırda devlet-toplum ilişkisinin muhtemel geleceğini ve 21. asrın insanını nelerin beklediğini gösteren bir distopya halini aldı

14 Aralık 2018 03:00

Mehmet Volkan Kaşıkçı*

Son dönemde, Çin’in tarihi olarak Doğu Türkistan adıyla bilinen Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki baskıları en üst düzeye yükseldi. Azınlıkların toplama kamplarına alınması meselenin ulaştığı en çarpıcı boyutu gösteriyor. Aylar süren inkarın ardından Çin bu kampların varlığını kabul etti, ancak bunların “yeniden eğitim” kampları olduğunu, yani bu kamplarda Uygurlar’ın ve diğer gruplardan kişilerin “ekstremist” fikirlerden arındırılarak ideolojik olarak doğru çizgiye getirildiklerini ve de mesleki eğitim aldıklarını iddia etti. Bunun yanında kanunların ve Çince’nin öğrenilmesi de resmi olarak bu toplama kamplarının amaçları arasında sayıldı. Resmi söylemde kamplar dans eden, şarkı söyleyen, yeni şeyler öğrenen ve meslek edinen Uygurlar’la dolu. Ancak uluslararası insan hakları örgütlerinin raporları ve uzmanların çalışmaları bize bu kampların toplama kampları olduğunu ve bir milyondan fazla insanın doğru düzgün bir sebep bile ileri sürülmeden bu kamplara kapatıldığını gösterdi.[1] Güvenlik bütçelerini ve kamplardan sorumlu departmanların satın alma listelerini inceleyenler, bunların nasıl “yeniden eğitim” merkezinden ziyade hapishaneye benzer toplama kampları olduklarını ortaya koydular.[2]Çince konuşan Müslümanlar olan Huiler haricinde, bölgedeki Türk dilli Müslüman grupların toplam nüfusunun 13 milyon civarında olduğunu düşününce olayın boyutu daha iyi ortaya çıkacaktır. Ancak toplama kampları mevcut durumun ancak en çok göz önüne gelen parçasını oluşturuyor. 2009’dan başlayarak, özellikle Tibet’ten gelen Çın Çüenguo (ChenQuanguo)’nunKomünist Parti sekreteri olarak atandığı 2016 Ağustosundan beri bölgede dünyada eşi benzeri görülmemiş bir gözetim sistemi kurulmuş durumda.[3] Polis kontrol noktaları, zırhlı araçlar ve on binlerce yeni güvenlik görevlisine yüz tanıma sistemleri gibi son teknoloji gözetim araçları eşlik ediyor. Bunun yanında bir milyon kadar Komünist Parti üyesi azınlıkların evlerine periyodik olarak yollanıyor ve azınlık aileleriyle kalmaları sağlanarak daha doğrudan bir gözetim sistemi de kurulmuş oluyor.[4] Bölgedeki durumun eriştiği trajik boyutu daha önce Medyascope.tv’de değerlendirmeye çalıştım.[5] Bu yazıdaki amacım daha önce söylediklerimi tekrar etmek değil. Ancak son iki yılda baskının ve gözetimin azami dereceye ulaşmasının dışında, Çin’in politikasında ortaya çıkan birkaç değişikliği daha kısaca vurgulamak gerekiyor. Öncelikle, bölgede her zaman etnik sorunlar ve baskılar olmasına karşın, geleneksel olarak bu baskılar Uygur nüfusunun ve kültürünün daha baskın olduğu Kaşgar ve Hoten bölgelerinde yoğunlaşmış, Turfan ve Hami gibi şehirler ise Çin ile bir derece daha iyi entegre olmuş durumdaydı. Bugün bunun da değiştiğini ve aynı baskı rejiminin bu bölgelerde de kurulduğunu görüyoruz.[6] Bunun dışında en önemli değişiklik, artık devletin Uygurlar dışındaki azınlıkları da doğrudan hedef alıyor olması. İki yıl öncesine kadar baskı neredeyse tamamen Uygurlar’la sınırlıyken, bugün Kazaklar ve Kırgızlar’ın (ve hatta çok daha az sayıda bulunan Tatarlar’ın ve Özbekler’in) da aynı muameleye tabi tutulduğunu görüyoruz. Öyle ki, Çin vatandaşlığından Kazak ve Kırgız vatandaşlığına geçenlerin bile toplama kamplarına alındığını biliyoruz.[7] Son durum Huiler’i de bir nebze etkilese de henüz onlar bu derece bir baskı ve gözetime tabi değil. Ve tabi ki Han Çinliler’i kurulan gözetim rejiminden etkilenseler de baskı politikalarından büyük ölçüde muaflar.

Bu yazının temel argümanı Doğu Türkistan’daki durumun global bir örnek olay teşkil ettiği ve Doğu Türkistan’ın aslında yalnızca Çin için bir laboratuvar konumunda olmanın ötesinde 21. asırda devlet-toplum ilişkisinin muhtemel geleceğini ve 21. asrın insanını nelerin beklediğini gösteren bir distopya halini almış olması. Teknolojik veya dijital gözetim sistemi/rejimi kavramı, konuyla ilgili şu ana kadar kullanılan en yaygın tanım olsa da, teknolojik distopya, dijital polis devleti veya terör kapitalizmi (ya da kapitalizm terörü) gibi kavramlar da şu ana kadar durumu tasvir etmek için başvurulanlar arasında. Burada dikkat etmemiz gereken ise mevzunun Çin’in kapitalist gelişimi ve global kapitalist bağlarla ilgisi. Türkiye’deki Uygurlar ve de Kazaklar, 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti hakimiyeti sağlanıp Sovyet desteğiyle kurulan 2. Doğu Türkistan Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra çok zorlu göçlerle Türkiye’ye gelmiş olan gruplar. Bu gruplar, Türkiye’deki ideolojik kutuplaşmanın neticesinde kendilerine ancak anti-komünist çevreler arasında yer bulabildiler, bu da meselenin Çin dünyanın en vahşi kapitalist rejimlerinden biri haline gelmişken bile hala anti-komünizm üzerinden algılanması sonucunu doğuruyor. Ancak bugün artık meselenin anti-komünizm bağlamından ve solculuk adına Çin savunuculuğu yapmaktan öteye taşınması gerekiyor. Aslında bu yalnızca Türkiye’ye has bir ideolojik gerilim değil. Bütün dünyada sol, uzun dönem Çin’in komünist geçmişinden dolayı Uygurlar’a karşı kayıtsız kaldığı için, Uygurlar dünyada ancak sağ eğilimli gruplar arasında yer bulabildiler. Netice olarak bu durum David Brophy’ninJacobin’deki makalesinde ortaya koyduğu gibi kısır bir döngü yarattı.[8] Uluslararası politikada Amerikan emperyalizmiyle Çin emperyalizmi arasına, Türkiye’nin iç siyasetindeyse anti-komünizm ile sol adına Çin savunuculuğu arasına sıkışıp kalmış konuyu bu çıkmazdan çıkarmak şart. Zira yazının geri kalanında göstermeye çalışacağım gibi bugün Sincan bölgesinde kurulan gözetim sistemi her ne kadar totaliter amaçları olan bir devletin güvenlik ve ekonomik gelişme politikalarından kaynaklandıysa da ancak global kapitalist ağlarla mümkün oldu.

Bugün Çin Komünist Partisi üyesi olan JackMa ne kadar komünist sayılabilirse, Çin de ancak o kadar komünist. Demokrasiyi kapitalizmin bir ön şartı olarak sunan liberal teorilerin bugünün dünyasında çok bir geçerliliği kalmadığını söylemek mümkün. Çin’in anti-liberal kapitalist gelişmesinin son veçhesi olan “Bir Yol-Bir Kuşak” projesi, Sincan bölgesinin nedenbugün tam anlamıyla zabt u rabt altına alınmak istendiğinin cevabı. Doğu Türkistan’daki teknolojik totalitarizmin kurulmasında Çinli olmayan kapitalist şirketlerin oynadığı role bakmak ise global kapitalist ağların önemini görmek için elzem. Bu noktaya odaklanmak DarrenByler’ın kullandığı “terrorcapitalism” kavramının aslında ne kadar çarpıcı olduğunu da ortaya koyacak.[9] Mesela Çin’in Doğu Türkistan’da kurduğu distopik rejime en önemli teknolojik desteği ve altyapıyı sağlayan Çin merkezli uluslararası bir şirket olan Hivkinson’un “komünist” bir şirket olduğunu iddia etmek komik olacaktır. AyrıcaEmilyFeng’in aktardığına göre Intel, Nvidia ve Seagate gibi Amerikan şirketleri Hivkinson’a çok çeşitli ve hayati teknolojik destek sağlıyorlar.[10] Bunun yanında Doğu Türkistan’da DNA örneklerini toplayarak Çin devletine satan ThermoFisherScientific adlı bir Amerikan şirketi var.[11] Ek olarak Tesla araçlarının bulunduğu konumu sürekli olarak Çin devletine gönderiyor. Tesla bu konuda tek değil, Volkswagen, BMW, Daimler, Ford, General Motors, Nissan, Mitsubushi gibi şirketler de Çin devletiyle işbirliği yapmış durumda.[12] Apple ve Google da Çin’deki faaliyetleri nedeniyle eleştiriliyor. Çin pazarından daha önce çekilmiş olan Google’ın tekrar bu pazara girebilmek için Çin devletiyle temasta olması ciddi tartışmalar yaratıyor ve bu temasın en önemli ayağı Çin’in başta Sincan olmak üzere ülkede kurmuş olduğu gözetim sistemini güçlendirmek oluşturuyor.[13] Aslında Facebook ve Cambridge Analytica krizleriyle de ortaya çıktığı gibi karşı karşıya olduğumuz global bir süreç ve Doğu Türkistan’daki gözetim sistemi bu global sürecin hangi boyutlara ulaşabileceği konusunda bize fikir veriyor. Nitekim yüz tanıma sistemleri yalnızca Çin’de gelişmiyor elbette, Amerika’da da Microsoft’un bu teknoloji üzerine çalışıyor olması Çin’in Uygurlar üzerine kurduğu sistemin gelecekte nasıl bir örnek olabileceği sorusunu çoktan akıllara getirdi.[14] Google gibi Batılı şirketlerin kişisel bilgilerimizi takipte ve gözetim sistemleri teknolojilerinde hangi boyuta ulaştığını düşünmek olayın nasıl global kapitalizmin bir parçası olduğunu gözler önüne seriyor.

Avrupa’ya yıkım getiren topyekûn savaş tecrübelerinin nasıl Avrupalı kolonyalist rejimlerin kolonilerindeki uygulamalarıyla ilişkili olduğunu birçok tarihçi ve düşünür ortaya koydu. HannahArendt’in meşhur tezi bunlardan yalnız birisi. Mesela Rus Devrimi’ndeki şiddeti inceleyen tarihçi Peter Holquist, bu şiddet sürecinde kolonyalizmin mirasına odaklanıyor.[15] İç Savaş sırasında kullanılan metotların birçoğunun aslında önce kolonilerde kullanıldığını gösteriyor ve koloniler işte bu anlamda bir laboratuvar. Önemli olan bir nokta, kolonilerin Avrupa hukukunun geçerli olmadığı istisnai alanlar teşkil etmiş olmaları. Tıpkı bugün Doğu Türkistan’da kurulan kampların da (her ne kadar sonradan gelen tepkilerle yasallaştırılmış olsalar da) aslında Çin hukukunda bile yeri olmayan kurumlar olmaları ve bir milyon insanın herhangi bir hüküm giymeden bu kamplara gönderilmiş olması gibi. Bu anlamda da Doğu Türkistan kolonilerin istisnai özelliğini taşıyor.İlginç bir nokta şu ki, kolonyal devletler birbirlerine rakipken bile birbirlerinden öğreniyorlar. Orta Asya’nın işgalinde görev alan Rus generallerin Fransa’nın Cezayir’deki tecrübesini derinlemesine incelediklerini, bazı Fransız subayların da Ruslar’ın Kafkaslar ve Orta Asya’daki işgallerini yakından takip ettiklerini Holquist’in makalesinden öğreniyoruz. Yani aslında ırkçılık veya oryantalizm gibi daha soyut kavramlara başvurmadan bile kolonyalist devletlerin birbirlerine rakip veya düşman bile olsalar nasıl ortak yöntemler geliştirdiklerini ve birbirlerinden öğrendiklerini daha somut bir şekilde görmemiz mümkün. Peki bunu bugün Doğu Türkistan meselesine nasıl bağlayabiliriz?

Doğu Türkistan, öncelikle Çin’in geri kalanı için bir laboratuvar olma özelliği taşıyor. Benzer bazı uygulamaların Pekin dahil Çin’in diğer bölgelerinde kullanılmaya başlandığını zaten biliyoruz. Bunun en başında geleni 2020’de kapsamlı olarak hayata geçirilmek istenen bir çeşit vatandaşlık puanı olan sosyal kredi sistemi.[16] Bu sistem şu an Doğu Türkistan’da yoğun olarak kullanılıyor ve Çin’in 2020 hedefi için gerçek bir laboratuvar olarak işliyor. Bunun dışında yüz tanıma sistemleri, gece görüşlü kameralar gibi teknolojilerin de ülkenin çeşitli başka bölgelerine yayılmaya başladığını biliyoruz. Bunu ilk söyleyen tabi ki ben değilim, birçok yerde Doğu Türkistan’ın bugününün bütün Çin’in geleceği olduğu yazıldı.[17]Huiler’in henüz tam olarak baskı altına alınmadığını söyledik, ancak yakın zamanda NingxiaHui Özerk Bölgesi Sincan’la güvenlik konusunda işbirliği anlaşması imzaladı.[18] Son olarak Hong Kong’tan bir delegasyon da Sincan’ın “terör”e karşı geliştirdiği güvenlik sistemi tecrübesini incelemek için bölgeye gitti.[19]Elbette Doğu Türkistan’la en büyük benzerlik taşıyan bölge ise Tibet. Çın Çüenguo Sincan bölgesine atanmadan önce baskı politikalarının birçoğunu Tibet parti sekreteriyken orada uyguladı. Yine de başta toplama kampları olmak üzere Doğu Türkistan’daki durum, Tibet’teki durumun bile çok ötesine geçmiş durumda.[20]Çin’in içindeki diğer bölgelerin de yakın zamanda Sincan’ın “tecrübesi”nden öğreneceğini tahmin etmek zor değil.

Uluslararası arenaya baktığımızda ise, şu ana kadar Çin devletinin ve Çinli şirketlerin Doğu Türkistan’da uyguladıkları gözetim sistemlerini Venezuela ve Singapur’a ihraç etme aşamasında olduklarını okuduk.[21] Aynı şekilde en son gelen haberler Rusya’nın ve bazı Rus şirketlerin Doğu Türkistan tecrübesinden faydalanarak yeni bir güvenlik modeli geliştirmek istedikleri haber oldu. Rusya’da şimdiden yüz tanıma sistemlerinin kullanılmaya başlandığı ve Tataristan başkan yardımcısının Kazan şehrinde yeni bir güvenlik anlayışı geliştirmek için Çinli şirketlerle temas halinde oldukları haber yapıldı Rus basınında.[22] Yani nasıl 19. ve 20. asrın kolonyalist devletleri kitlesel gözetim, “yeniden eğitim” ve çeşitli askeri kontrol teknolojilerinde birbirlerinden öğrenmişlerse, bugün de Çin’in Doğu Türkistan’da kurduğu 21. asrın teknolojik distopyasıbenzer bir şekilde diğer güçler tarafından “öğreniliyor”. Zaman içerisinde daha birçok otoriter rejimin Çin’in Doğu Türkistan’daki tecrübesinden faydalanmak için kuyruğa gireceğini tahmin etmek zor değil.

Kolonyal rejimlerdeki uygulamalara bilindiği gibi biyolojik ırkçılık ve Oryantalizm gibi ideolojiler veya Foucauldian veya Saidian anlamda söylemler eşlik ediyordu. Bu ideoloji veya söylemler beyaz olmayan, Avrupalı olmayan insan gruplarına karşı yapılan muameleleri bir anlamda meşrulaştırıyordu ve bu da yine birbirine rakip ve hatta düşman olan emperyal devletler için ortak bir emperyal ideoloji oluşturuyordu. Yine bu noktada Doğu Türkistan’ın bugünüyle çok uygun bir analoji kurmak mümkün. Çin 11 Eylül öncesinde hiçbir Uygur için radikal İslamcı etiketini kullanmamış olmasına rağmen, 11 Eylül sonrası bu etikete can simidi olarak sarıldı. Bu noktadan sonra her türlü “sorun” radikal İslam’ın ve ekstremizmin işi olarak lanse edildi.[23] Bugün kamplara koyduğu bir milyon civarı insan için de temel meşruiyet kaynağı bunları ekstremizmden arındırma amacı gütmesi. Burada da ırkçılık ve oryantalizm gibi, teröre karşı savaş ve İslam karşıtlığının nasıl global bir ideoloji olduğunu görmezden gelemeyiz. Çin bu söyleminde dünyadan bir derece destek bulabildiyse, bunun nedeni bu söylemin global bir söylem olması. Trump’ın seçilmesi ya da Avrupa ülkelerinde yükselen İslam karşıtı ırkçı hareketler hep benzer argümanlar üzerinden yükseliyor. Bu durumda aslında Trump rejiminin kendi ülkesindeki politikaları, ya da Avrupa’daki göçmen karşıtlığı Çin’in Doğu Türkistan’daki politikalarını meşrulaştırma çabasında kullandığı bir araç. Ve bunun dünyada alıcısı olduğunu da görüyoruz. Her ne kadar şu ana kadar Türkiye’nin aksine Batılı devletler Doğu Türkistan meselesini gündeme getirmiş olsalar da, bu ülkelerin kendilerinin Çin’in İslam karşıtı söyleminden arınmış olduğunu söylemek mümkün değil. Doğu Türkistan’la ilgili çıkan haber veya makalelere yapılan yorumlara göz atmanız bunun için yeterli. Devletler resmi olarak Çin’i kınasa ve bu kampları kapatmaya çağırsa da, Çinli, Avrupalı, Amerikalı, Hintli vs. yüzlerce, binlerce insan her gün bu haberlere Çin’in doğrusunu yaptığını, Müslümanlar’a böyle davranmak gerektiğini, Batı ülkelerinin de Çin örneğini takip etmeleri gerektiğini yazıyor. Öte yandan Amerika içinde konunun en baş müdafinin önde gelen Cumhuriyetçiler’denMarcoRubio olduğunu düşünürsek, elbette Amerika’nın söylemindeki ikiyüzlülüğü görmek de çok kolay.[24]

Mevzunun anti-komünizm bağlamına sıkışmasının bir nedeni, bu söylemin meseleyi zamansız ve mekânız bir Türk veya Müslüman düşmanlığına indirgemesi. Doğu Türkistan’ın bugünkü durumunu anlamak ve anlatmakta düşülen en büyük yanlışlardan biri toptancı bir yaklaşımla bunun zaten gerek Çin’in gerek Ruslar’ın tarihin başından beri Türkler’e, Müslümanlar’a düşmanlıklarının sonucu olduğu gibi bir söylem. Bu tarz iddialar aslında meseleyi sıradanlaştırarak mevcut trajedinin boyutunu gözden kaçırmamıza neden oluyor ve aslında tam aksine meselenin ciddiyetine zarar veriyor. Öte yandan, en azından 2. Dünya Savaşı’ndanitibaren Sovyetler’in Orta Asya’daki yönetiminin Çin’in Doğu Türkistan’daki yönetimiyle karşılaştırılabilir hiçbir noktası yok (en basitinden Sovyetler Birliği bir “Rus” devleti değildi). Aslında Çin Halk Cumhuriyeti’nin milliyetler politikası büyük oranda Sovyet milliyetler politikasından etkilendi ve biz bunun neticesinde bugün bir Uygur Özerk Bölgesi’ne sahibiz. Ancak Sovyet etkisiyle tanınan hakların alınması ve asimilasyonun temel amaç haline gelmesi esas sorunu yaratan. Sovyetler Birliği’nde ise her ne kadar Rus kültürünün ve Rusça’nın üstünlüğü olsa ve bu da özellikle Kazakistan’da ve bir nebze Kırgızistan’da kültürel ve lingüistik Ruslaşma yaratmış olsa da, bu şekilde bir asimilasyon hiçbir zaman amaçlanmadı. Zaman ve mekâna göre değiştiği için her durumu özel olarak değerlendirmek gerekiyor, ancak genel itibariyle söylemek mümkün ki Türkiye’deki yaygın kanaatin aksine Orta Asyalılar Sovyetler Birliği’nin eşit birer yurttaşıydılar ve milli kimlikleri ve farklılıkları her zaman vurgulandı ve korundu (Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri, Volga Almanları gibi etnik temelli sürgüne uğrayan halklar için bu geçerli değil tabi ki). Kazakistan’daki Ruslaşma da bilinçli bir politikanın değil, nüfus dengesinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Stalin yönetimi altında Orta Asyalılar büyük zulümler gördüler evet, ancak bu zaten bütün Sovyet halkları için geçerliydi; çok daha fazla sayıda Rus ya da Ortodoks baskı altına alındı ya da katledildi. Türkiye’den bakanların Orta Asya’daki Sovyet nostaljisini ya da, Sovyet geçmişini bir öcü olarak görmemelerini anlayamamalarının temelinde yatan neden budur.

Çin’in asimilasyon politikası 1949’da Sovyet etkisiyle tanınan haklardan geri dönüşü işaret ettiği gibi, etnik kimliklere duyarsız ulus devletlerin aksine insanları hala etnik kategorilere göre sınıflandırarak, kimliğin kendisini bizatihi sabit tehdit unsuru haline getiriyor. Bugün gelinen nokta kaçınılmaz bir son değildi. Ancak yine de Çin’in siyasi geleneğinde çevresinde bulunan grupları asimile etmeye yönelik emperyalist bir ideolojinin uzun bir geçmişi olduğunu gözden çıkarmamak lazım. Bunun karşısında ise bugün Çin siyasi bilincini oluşturan en önemli etmenlerden birinin, özellikle Afyon Savaşları ile başlayan süreç sonunda 19. ve 20. asır boyunca defalarca Avrupa emperyalizmi tarafından aşağılanmış olmasının yarattığı travma olduğunu da hatırlamak lazım. Bu açıdan dışarıdan gelen her eleştiri, her kınama aslında Avrupa kolonyalizminin mirasını hatırlattığı için meselenin uluslararası bir platformda çözüme kavuşturulmasını da daha zor hale getiriyor. Yaklaşık iki asır boyunca aşağılanan dünya tarihinin en eski devlet geleneklerinden birine sahip olan ülke gücüne güvendiği noktada tabi ki dünyaya meydan okuyarak dışarıdan gelen her eleştiriyi kendi egemenliğine müdahale olarak algılıyor.Mesele dönüp dolaşıp Batı emperyalizminin müdahalesiyle Çin’in kendi emperyalizmi arasında sıkışıp kalıyor ve bu yüzden çok daha çözümsüz bir hal alıyor. Bu sebeple konuyu anti-komünizm bağlamından çıkarıp, global kapitalist bir sürecin parçası olarak ele almak ve bunun Batı ülkelerindeki yansımalarını da gözden kaçırmayarak süreç hakkında yorum yapmak tek çıkar yol. Zira 3 yıl önce kendi siyasi amaçları doğrusunda yarı doğru yarı yanlış haberlerle insanları sokaklara döken AKP Hükümeti, bugün 21. asırda örneği görülmeyen bir trajediye karşı sessiz duruyorsa, bunun baş sebebi devletin ve iş adamlarının Çin’den sağladığı ya da sağlayacağını düşündüğü ekonomik kazanç. Türkiye’nin tavrı aslında uluslararası politikanın nasıl şekillendiğinin çok güzel bir örneği. Tıpkı İslam Dünyası’nın “Bir Yol-Bir Kuşak” politikasından geleceğini umduğu yatırımlardan dolayı tamamen sessiz kalması ya da Çin’i sanki kapitalizme alternatifmiş gibi sunanlara rağmen, Çin’in İsrail’in en büyük ikinci ticari ortağı haline gelmesi gibi.[25]


[5]“Doğu Türkistan’da Neler Oluyor? Mehmet Volkan Kaşıkçı ile Söyleşi”,  
Benim ardımdan konunun dünyadaki sayılı uzmanlarından David Brophy ile de bir söyleşi gerçekleştirildi: https://medyascope.tv/2018/11/20/with-dr-david-brophy-on-chinas-uyghur-repression/.

[7]Toplama kamplarındaki Kazaklar’la ilgili tam bir kronoloji için “Şınjandagı Kamau Hronikası”,

Kırgızlar hakkında Yazgul Masalieva,
“Kırgızov v Kitaeotpravlyayut v lageryaperevospitaniya. Prezidentaprosyatpomoç’”

[12]ErikaKinetz, “InChina, your car could be talkingtothegovernment”, https://apnews.com/4a749a4211904784826b45e812cff4ca.

[15]Peter Holquist, “Zorba Rusya, ölümcül Marksizm?: Şiddet çağında Rusya (1905-1921), Türkiye Günlüğü, 2017, sayı 132 (çev.: Seçkin Çelik)

[16]Bu sistemin şimdiden Çin vatandaşlarının hayatını nasıl etkilemeye başladığı hakkında:
Harry Cockburn, “China blacklists millions of people from booking flights as ‘social credit’ system introduced”

[20] Çın Çüenguo’nun Tibet’teki uygulamaları ve Tibet ile Sincan arasındaki bağlantılar hakkında bakınız:
“Theorigin of the ‘Xinjiang model’ in Tibet under ChenQuanguo: Securitizing ethnicity and accelerating assimilation”

[23] Doğu Türkistan’da hiçbir terör eyleminin olmadığını söylemek istemiyorum. Ancak en meşhuru 2014’te Kunming şehrinde gerçekleşen eylemlerin uluslararası bir bağının olduğu hiçbir şekilde kanıtlanmamış durumda. Olaylar genelde münferit ve spontane şekilde gelişerek ya Uygurlar ile polisler arasında bir çatışmaya, ya da doğrudan etnik çatışmaya dönüştü. Ancak bu vakalar yalnızca nitelik olarak değil, sayı itibariyle de Çin propagandasının aktardığının çok altında. Bu konuda bakınız:

Joanne Smith Finley, “TheWangLixiongprophecy: ‘Palestinization’ in Xinjiang and the consequences of Chinese state securitization of religion”, Central AsianSurvey, 2018, online first edition. 

[24]Amerika’nın söyleminin nasıl Çin tarafından bir meşruiyet aracı olarak kullanıldığı hakkında:
Akbar ShahidAhmed, “China is Using U.S. ‘War on Terror’ Rhetoric to Justify Detaining 1 Million People”

[25]Francis Ghiles, “İsrail’in ikinci büyük ticaret partneri: Çin” (çev. Gülçin Karabağ)

* Arizona State Üniversitesi / Doktora