Gündem

Cumhuriyet Vakfı Başkanı Erinç: Kayyım lafı uydurma; Türkiye'de hâkimler var, yoksa Avrupa'da var

"Kulp takılması gerekiyordu Cumhuriyet’e, eski mensuplarımızın katkılarıyla bunu başardılar"

14 Aralık 2016 00:31

Adını Atatürk'ün koyduğu Türkiye'nin en eski ulusal gazetesi olan Cumhuriyet'in 10 yöneticisi ve yazarı, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişiminin ardından gelişen süreçte "FETÖ ve PKK adına suç işledikleri" iddiasıyla 31 Ekim'de gözaltına alındı, 5 Kasım'da tutuklandı. 

Tutuklamaların ardından gazetenin sahibi konumundaki Cumhuriyet Vakfı'nda bir dönem Yönetim Kurulu Başkanvekilliği yapan Alev Coşkun ve eski yeminli mali müşaviri Mustafa Pamukoğlu'nun, gazetenin yazar ve yöneticilerinin gözaltında olduğu emniyete giderek 1 Kasım'da ifade verdikleri ortaya çıktı.

Cumhuriyet Vakfı’nda üç yıl önce yapılan seçimin usulsüz olduğunu öne sürerek şubat ayında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvuran Alev Coşkun ve Mustafa Pamukoğlu'nun "gazetenin yayın politikasında değişiklik yapıldığı", "FETÖ ile iltisaklı şirketlerden ilan alındığı" yolundaki iddiaları gazetenin kayyım atanma sürecine sokulmak istendiği endişesine yol açtı. Nitekim gözaltıların başladığı 31 Ekim'de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan yapılan yazılı açıklamada, "Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu seçimlerinde usulsüzlük yapıldığı" iddiası da operasyon gerekçeleri arasında gösterildi. Coşkun'un, 7 Kasım'da yaptığı açıklamada da şu ifadeler yer aldı:

"İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturmaya ilişkin basın açıklamasında, Cumhuriyet Vakfı’nın 2 Nisan 2013’teki seçim kararının usulsüz olduğuna da değinilmektedir..."
"...Yapılması gereken, usulsüz seçimden önceki yönetim kurulu üyelerinin davet edilerek vakıf seçiminin hukuka uygun olarak yapılmasının sağlanmasıdır. Yaratılan siyasi baskı ve tehdit ortamından yararlanılarak Cumhuriyet Vakfı’nın kayyıma devredilmesine ve Cumhuriyet’in Cumhuriyetçilerce yönetilmesinin engellenmesine karşıyız."

Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı  Orhan Erinç'in Coşkun'a yanıtı ise "Vakıf yönetim kurulu seçimini 2014’teki 9 üyeyle tekrarlayalım, o zaman iktidar kayyım atayamaz, diyor. Peşinen cevap verelim, çekin o zaman davanızı iktidar kayyım atamasın" oldu.

Kayyım atanır mı?


"92 yıllık tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşayan Cumhuriyet'te neler oluyor" sorusuna yanıt bulmak için Orhan Erinç'in kapısını çaldık.

Cumhuriyet'in, yayın politikası nedeniyle Türkiye'deki hiçbir siyasi iktidarla arasının iyi olmadığını söyleyen Erinç, "Adalet ve Kalkınma Partisi Cumhuriyet ile hesaplaşma konusunda sanıyorum ki gerekli doneleri elde edemiyordu, bunu eski Cumhuriyet çalışanı kimi arkadaşlarımız sağladılar" diyor.

Erinç, yazılarına son verildiği dönemde "Bu tablo Cumhuriyet'te 'Fetoculuktan Kürtçülüğe kadar her şey serbest ama CHP milletvekili olarak yazı yazmak yasak' diye özetlenecek bir tablodur" diyen CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay'ın Cumhuriyet'e yazar olarak dönmesine şu ifadelerle ihtimal vermiyor:

"Biz nasıl, siyasete karışan ve bir partinin tüzüğünü okuyarak ona uyacağına karar vermiş, yani bağımsızlığını da bir ölçüde törpülemiş bir gazeteciye yazı yazdırırız? Bu yazarsa ne yazar? Özellikle de genel başkan adayı olduğunu söyledikten sonra, parti içinde çalışmalarını sürdürdüğüne göre yazması, her şeyi bırakalım, 'gazetecilik mesleği açısından etik mi' sorusuna 'Evet' denebiliyorsa Balbay burada yazar, denemiyorsa yazamaz."

Tutuklu yazar ve yöneticilerinin serbest bırakılmasının yanı sıra Cumhuriyet'e ilişkin gündemdeki temel soru, gazete yönetimine kayyım atanıp atanmayacağı...

"Bu kayyım lafı da hukuku bildiğini sananların uydurmasıdır ve gerçeklere de aykırıdır" diyen Erinç, ceza davalarındaki usulün aksine hukuk davalarında hâkimlerin "davacıların talepleriyle sınırlı" olduğuna işaret ediyor ve Cumhuriyet Vakfı'nı dava edenlerin talebinin de kayyım atanması değil "yönetim kurulu seçiminin yenilenmesi" olduğunu belirtiyor.

Tutuklamalarla süren operasyonlar karşısında bulunan Cumhuriyet'e ilişkin süreçte neler olabilir?

"Biz iyi olur diye düşünüyoruz" diyor Erinç,"Çünkü şu anda 'İstanbul’da hâkimler var' aşamasındayız, burada olmazsa 'Ankara’da iki kez hâkimler var' diye bekleme olanağımız olacak. Orada da olmazsa 'Avrupa’da hâkimler var' demek zorunda kalacağız."

Sözü daha fazla uzatmadan, T24'ün sorularını yanıtlayan ve Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı olarak gazetenin "imtiyaz sahibi" konumunda bulunan kıdemli gazeteci Orhan Erinç'e bırakalım:

- Cumhuriyet, 92 yıllık tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor, Cumhuriyet Vakfı Başkanı olarak sizce bu sürece nasıl gelindi? 

Cumhuriyet’in yayın politikaları, yayın ilkeleri nedeniyle Türkiye’deki bütün siyasal iktidarlarla arasının iyi olmadığını biliyoruz. Ben Cumhuriyet’e 1963’te geldim, 81 ile 93 arasında ayrılmıştım. 93’te genel yayın danışmanı diye döndüm, genel yayın yönetmenliği yaptım 2001’e kadar. Sonra yazarlığa başladım. Bir gerçek, başta da belirttiğim gibi Cumhuriyet’in yayın ilkeleri, yolsuzluk, usulsüzlük, kural dışılık konularında eğer bir olay var ve Cumhuriyet’in muhabiri de, çalışanı da saptamışsa o haberin yayınlanması üzerine kurulu bir yayın politikası var. 

O açıdan bakınca tabii Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının da Cumhuriyet’e kızıyor olması, demokrasiye, ifade özgürlüğüne aykırı olsa da Türkiye’nin gerçeklerinden biri. Ama, Adalet ve Kalkınma Partisi Cumhuriyet ile hesaplaşma konusunda sanıyorum ki gerekli doneleri elde edemiyordu, bunu eski Cumhuriyet çalışanı kimi arkadaşlarımız sağladılar. Yani bugün yaşadıklarımızın nedenleri arasında arkadaşlarımızın kendi siyasal anlayışlarına göre yaptıkları değerlendirmeler, kafalarındaki siyasetin uygulanması için gösterdikleri çabalar, tabii bunun yanında hırslarının ve çıkarlarının akıllarının önüne koymuş olmaları da var. Çünkü yaptıklarını “Cumhuriyet’i kurtarmak adına yapıyoruz” derlerken aslında Cumhuriyet’in sonunu getirmeyi de göze alarak bir girişimde bulunulduğu anlaşılmaktadır. 

Cumhuriyet’in iç sorunu olarak görünen vakıf seçimi, aslında arkadaşlarımızın yorumları nedeniyle kamuoyuna yayın politikası değişikliği olarak aktarılmış ve kimi suçlamalar öne sürülmüş, işte “FETÖ’cüler, PKK’cılar” yazıyor, çiziyor gibi… Ama cesaretleri olmadığından bunları da isimlendiremiyorlar, çünkü isimlendirilirse başlarına gelecek şeyi de biliyorlar sanıyorum, çünkü böyle bir şeyin olması mümkün değil. Ama bu iddianın üzerine iktidar balıklama atladı ve bu saldırının nedenlerini oluşturmayı başardı. 

Tabii ikisini birbirinden ayırmak zor oluyor ama vardığımız sonuç şu, öyle bir hava yaratıldı ki bu sanki AKP’nin Cumhuriyet gazetesine saldırısı değilmiş de, vakfın iç sırrından çıkan bir olaymış gibi kamuoyuna yansıtıldığı için Cumhuriyet okurları ve okumayı düşünenler üzerinde bir algı oluşturulmuş durumda. Şimdi tabii başlangıcı kimi eski Cumhuriyet mensuplarının çıkışı olduğuna göre oradan bunu yürütmekte de yarar var zannediyorum. Çünkü Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün denetlemeleri, o denetleme vakıf lehine olduğu için asliye hukuk mahkemesine açılan davada Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün de davalı olarak gözükmesiyle birlikte, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün de açılan davayı haksız ve mesnetsiz bularak reddini istemesi ile sürdü. O süreçte Vakıflar Genel Müdürlüğü, 01.06.2015 tarihinde tartışma konusu yapılan yönetim kurulunun aslında tartışmasız olduğuna ve işlem yapmaya yetkili olduğuna dair de bize yazı gönderdi. 

Ama bu olay "Saray öncesi" ve "Saray sonrası" diye iki bölümde oluşuyor. Saray öncesi durumda Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün denetçilerinin, müfettişlerinin verdikleri rapor usule aykırılık olmadığı, o rapora dayanarak dava edilen Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün de açılan davanın yani Alev CoşkunMustafa Pamukoğlu ve Şevket Tokuş’un açtığı davanın haksız ve mesnetsiz olduğuna dair yazısı dosyanın içinde duruyor. Ama şöyle bir gelişme oluyor; kendisine Cumhuriyet gazetesi çalışanı, hâlâ “çalışanı” diye değer biçen bir kişi Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne bir başvuruda bulunuyor; başvuru şöyle: 
“Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğine, sayın genel sekreter Fahri Kasırga’nın özel dikkatine…” 

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nin özel dikkatine çekilen olay ne? Bir hukuk sorunu. İşte bir sürü bir şeyler anlatılıyor. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği de"01.04.2016’da posta yoluyla isimsiz olarak gönderilen ve çeşitli iddialar içeren dilekçe ekte sunulmuştur. Söz konusu dilekçede belirtilen iddialara ilişkin olarak Genel Müdürlüğünüz tarafından gerekli işlemin yapılmasını, yapılan işlemin neticesinde genel sekreterliğimize bilgi verilmesini rica ederim" diye bir yazı gönderiliyor. Yani bir tür “Sen bunu incele, benim istediğim yönde incele, sonucunu da bana bildir” demek bu. Yani Cumhuriyet gazetesine Cumhurbaşkanlığı da taraf olmuş durumda. Kimin sayesinde? Cumhuriyet’i kurtaracaklarını varsayan eski mensuplarının girişimleri sayesinde. 

Bundan sonra işler değişiyor, yeni bir teftiş yapılıyor, bu sefer bu müfettiş usulsüz buluyor ve o sırada arkadaşlarımızın “Yayın politikası değişti, şöyle oldu, böyle oldu” gibi açıklamaları, tweetleri nedeniyle de savcılık bir soruşturma başlatıyor. Bu soruşturmanın dayanağı da eski Cumhuriyet mensuplarının ifadeleri. İşte 31 Ekim’de arkadaşlarımız gözaltına alındılar, onlar Vatan Caddesi’ndeki emniyet müdürlüğünde gözaltındayken bu şikâyetçiler, tanık olarak emniyet müdürlüğüne çağrıldılar. Arkadaşlarımız aşağıda gözaltındayken üst katlarda arkadaşlarımızın aleyhine ifadeler verdiler. Bunu da nereden biliyoruz. Sorgulama sırasında sorulan sorular “Filanca şöyle diyor, böyle diyor” gibi şeyler söylendi.

Aklımın ermediği bir şey var ama. Aydınlık gazetesinin bir köşe yazarı da tanık olarak çağrılmış. Onun ne ömür boyu Cumhuriyet’te çalıştığı var, belki Cumhuriyet bile okumamıştır. Tek özelliği Cumhuriyet’e düşmanlık yapan Aydınlık gazetesinin köşe yazarı olması. Yine Aydınlık gazetesinde köşe yazan, program yapan Namık Kemal Boya var, kendisi aynı zamanda 68’liler Vakfı’nın da genel başkanı, vakfı da işin içine karıştırarak, o sıfatını da kullanarak Cumhuriyet’e geliyor. Şimdi hem muhbir, hem tanık, hem de son bilgilere göre Alev Coşkun’un avukatlığını da üstlenmiş. Yani bir dosyada ihbar ediyorsunuz, tanıklık yapıyorsunuz, sonra da tanıklık yaptıklarınızın, yanında yer aldıklarınızın avukatlığını üstleniyorsunuz. Bu davanın en önemli göstergelerinden biri de bu diye düşünüyorum.

Oysa Cumhuriyet’te, ben 63’te geldiğimi söylemiştim, Cumhuriyet’in yayın ilkeleri açısından herhangi bir değişiklik yok. Çünkü Cumhuriyet’te belgeli, kanıtlı bir haber hazırlanmışsa onun yayımlanmasını engelleyecek hiçbir güç yoktur. Bu DNA’sında ya da genlerinde olan bir şeydir. Yani onlar ayrıldıktan sonra Cumhuriyet’in yayın politikasının değiştirilmesine yönelik iddiasına bakarsak, onlar varken demek ki yayına karışıyorlarmış, ben yayına karıştıklarının tanığı değilim. Ya da onlar varken insanlar tir tir titreyip onlar aman kızmasın diye çok dikkatli davranıyordu. Mantığa aykırı iddialarla arkadaşlarımız 35 gündür içeride yatıyor. Bu da Türkiye’deki olağanüstü hal sonuçlarından bir başka gösterge.

- Cumhurbaşkanlığı’na gönderilen “isimsiz dilekçe”yi kimin yazdığına ilişkin bir fikriniz var mı?

Şimdi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden bize bir yazı geldi. 03.10.2016 tarihinde gelmiş. Cumhurbaşkanlığı’na gönderilen yazının tanımını size okuyayım. "Alev Coşkun’a ait dilekçede belirtilen benzer iddiaların araştırılması…” diyor. Yani Alev Coşkun’un iddiaları var, isimsiz dilekçede de o iddialara benzer iddialar var. Ben o dilekçenin Cumhuriyet çalışanı tarafından verildiği kanısında değilim. Bir Cumhuriyet çalışanı bu kadar büyük hata yapmaz diye düşünüyorum. Dilekçesinde diyor ki; “Herhalde benden ismimi açıklamamı ya da sahte bir isimle imzalamamı beklemezsiniz. Zaten kimliğimi yazsam bu üçlü benim adımı öğrenir, 20 yıldır çalıştığım bu gazeteden beni ertesi günü kapının önüne koyarlar. 2 çocuğumla bu noktada yeni bir iş bulabilmem çok zordur”. Şimdi 20 yıldır çalışıyor, iki de çocuğu var. İmza atmıyor ama kendini tanıtıyor. Peki buradaki kimlik kayıtlarını döksek bu arkadaşı bulamaz mıyız? Bakmadık, böyle bir ihtiyaç da duymadık. Çünkü bir Cumhuriyet çalışanı böyle geri zekâlı bir tanıtım yapmaz. O zaman bunu kim yazdı, ya da yazdırdı sorusunun yanıtına herhalde kamuoyu karar verecektir.

- Ben size o soruyu yöneltsem?

Olsa olsa diye bir isim söyleyebilirim, ben bilmiyorum. O da pek nezaket çerçevesinde bir yanıt olmaz. Ama kamuoyu istediğini söyleme özgürlüğüne sahip, onlar istediğini söyleyebilirler. 

- Bu operasyon yapıldığı sırada İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı açıklamasında da dayanaklardan biri olarak gösterilen MASAK raporlarına ilişkin olarak sizi endişeye sevk eden bir şey oldu mu? 

Hayır bir şey olmadı, çünkü MASAK raporunu bilmiyoruz. Bir bilirkişi raporu alınmış, onu bilmiyoruz. Ama şöyle belki gülünecek şeyler de var. Bize sonradan FETÖ’cü olduğu ortaya çıkan şirketlerden ilan almamız soruluyor. Biz o ilanların yüzde 3’ünü almışız, yüzde 97’si iktidarı destekleyen, daha doğrusu iktidarın yanı başında yer alan gazetelere verilmiş, ama onlara nedense sorulmuyor. Bize “Bu ilanı niye yayınladınız” diye sorulan ilanlardan birini de şirkete el konduktan sonra atanan kayyımlar vermiş. Devletin atadığı kayyımın verdiği ilan, bize o şirketin adı nedeniyle “Siz bunu niye aldınız, yayınladınız” diye soruluyor. Yani pek mantıklı, hukuki değil, mantığa aykırı bir şey var. 

Mesela 1500 liralık bir ilan gelmiş. Şimdi zannediyorlar ki ilanlar şirketler tarafından verilir veya istenir. Oysa ilanları reklam ajansları dağıtır. Yani Cumhuriyet’te yayınlanan ilanın sahibini tanıma olanağı yok, burada ilanı alan, sayfaya yerleştiren arkadaşlar tarafından bilinen bir şey değildir. İşte bir kulp takılması gerekiyordu Cumhuriyet’e, eski mensuplarımızın katkılarıyla da bunu başardılar. Bunun sonucu ne olur? Biz iyi olur diye düşünüyoruz, çünkü şu anda “İstanbul’da hâkimler var” aşamasındayız, burada olmazsa "Ankara’da iki kez hâkimler var” diye bekleme olanağımız olacak. Orada da olmazsa "Avrupa’da hâkimler var" demek zorunda kalacağız. Daha önce yapılan açıklamalardan anlıyoruz, "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tazminat kararı verir, onu da öderiz” gibi açıklamaları da daha önce dinlemiş olduk. Türkiye’nin bir medeni ülke, uygar ülke olması yolundaki çabaların nasıl özel nedenlerle yok edildiği de her gün biraz daha ortaya çıkıyor. Ama “Kuştan korkan darı gitmez" diye bir Anadolu sözü vardır, biz madem gazetecilik yapıyoruz, hem Cumhuriyet’in kendi yayın ilkelerini, hem de ek olarak kabul edilen Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ndeki meslek ilkelerini uygulamayı sürdüreceğiz. Ama bunun sonucu ne olur? En azından biz görevimizi yaptığımız için gönlümüz rahat yaşamımızı sürdürürüz. 

- Soruşturmayı yürüten savcı Murat İnam, Selam Tevhid’de Kumpas davasında FETÖ sanığı olarak yargılanıyor. Bu, Adalet Bakanı’nın söylediği gibi bir “talihsizlik” mi, yoksa sizce başka bir nedeni olabilir mi?

Yani nedeni yok demek mümkün değil. Belki bizim için şöyle bir neden de olabilir. Biz henüz şüpheliyiz, ama soruşturmayı yürüten savcı bizden bir kademe daha yukarıda ve sanık. Hem de ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor. Şimdi bunun talihsizlik olduğunu iddia etmek biraz zor. Çünkü, o savcı da FETÖ’cü olmadığını kanıtlamak durumuyla karşı karşıya bırakılanlardan biri. FETÖ’cüdür, ama “Ben FETÖ’cü değilim” deme olanağını da yakalamış olabilir. 'FETÖ’cü olarak gördükleri bize yapacağı muamele belki de onun FETÖ’cü olmadığını kanıtlamasının da aracı olarak kullanılmak istenmektedir. Ama tabii bunu bilmediğimiz için bir akıl yürütme olarak söyleme olasılığı var. 

- Can Dündar’ın yazılarına ara verildiğini biliyoruz. Biraz eskiye gidecek olursak Can Dündar’ın Celal Kara ile bir röportaj vardı ve bu röportajı bir yayın yönetmeni olarak yapması bazı çevrelerce eleştirilere neden olmuştu. Siz vakıf başkanı olarak bu eleştirileri nasıl karşıladınız?

Şimdi onun da yargılamaları sürüyor. Can Dündar henüz bizim yazarımız, herhangi bir ayrılık söz konusu değil. Ama kimi hukuki sorunlar çıkabilir düşüncesiyle bir süre yazılarının yayımlanmasına ara verildi. Yoksa Cumhuriyet yazarı sıfatı kaldırılmış değil, ilişkilerimiz de devam ediyor. Tüm bu süreç bittiğinde tabii ki yazmaya başlayacak. 

Gazetecinin sıfatı yok benim anlayışıma göre. Haber haberdir. Bırakın genel yayın yönetmenini, Vatan gazetesinin sahibi Ahmet Emin Yalman başyazarken muhabirlerini atlatırdı. Gazetecilik böyle bir olay. Kendi yakalamışsa kendi yazma hakkı var. Bundan çeşitli yorumlar çıkarmak gerçeği bir tarafa bırakarak… Yani Celal Kara’nın dedikleri yalansa “Bu yalandır” denebilir. Ama yalan değil de “Sen neden konuştun" diye soruluyorsa bu gazeteciliğin sorgulanması anlamına gelir ki bunu Türkiye’de de çok kişiye, özellikle dünyada kimseye anlatamazsınız. 

- MİT TIR’ları haberleri Aydınlık’ta da çıkmıştı daha önce, Cumhuriyet’te de fotoğraflı bir şekilde yer aldı. Dosyadan anlaşılıyor ki TIR’lar Ankara’da ihbar edilmiş, arada geçen illerde çevrilmemiş, FETÖ’den tutuklu özel yetkili savcıların bölgesinde, Adana’da çevrilmiş. Yayının haber niteliğini tartışmıyoruz, ancak  işin bu tarafında MİT TIR’larını Adana’da çeviren savcının cemaat ile olası ilişkilerini sorguluyor musunuz?

Sorgulamadık. Çünkü olay gerçekse, bunu MİT’in yapmış olması, FETÖ’cü savcının yapmış olması önemli değil. Önemli olan haberin doğru olup olmadığı. Yani bu silahlar gönderilmiş mi, gönderilmiş. Ben savcı ve de yargıç değilim, çünkü onlar bu belgelere bakarak diyebilirler ki; “Bu belgeler kural dışı yapılmıştır o nedenle ben kullanamam ve takipsizlik kararı veririm.” Hukuk açısından doğrudur. Ama ben gazeteciyim, o belgelerin usule uygun olarak alınıp alınmadığı beni hiç ilgilendirmez. Bu hukuku ilgilendiren bir olay, gazetecilikte böyle bir olay yok. Bu olay olmuş mu? Olmuş. Olmuşsa haberi yapılır mı? Yapılır. Gazetecilik açısından bize de sorguda sorulan bu soruların nasıl sorulduğunu anlamakta da zorlanıyorum. Çünkü bunlar üzerinden aylar geçmiş olaylar. Üzerinden aylar geçmiş olayları nasıl gündeme getirmek mümkün Basın Yasası gündemdeyken, o da ayrı bir soru. Çünkü bize yükletilen, yükletilmeye çalışılan suçlamalar kanıtlara değil yorumlara dayanıyor. Yani birisi öyle yorumlamış. “Bu nasıl yazılır” demiş, onu bize soruyorlar. Ama gazetecilik böyle bir şey. Gazeteciliğe aykırı bir iş yapmışsak hesabını veririz. Ama bu bir haberse, olaysa, belgeliyse, belgelerin nasıl elde edildiği beni ilgilendirmez. Gazeteci olarak ben bu olayı yazarım. Sadece ben değil, tüm gazeteciler bunu yazar, yazması gerekir. Yazmıyorsa da gazeteciliği tartışmalıdır bana göre. Öyle bir şeyimiz yok. 

- Gazetenin kötü yönetildiği yolunda bazı iddialar oldu. Alev Coşkun’un 3 Kasım’da sabah.com.tr’de yayımlanan ifadesini aynen aktarayım size: "Cumhuriyet Gazetesinin 90 yıldır elde ettiği bütün gayrimenkuller satıldı. Örneğin Cumhuriyet Vakfı’nı kuran Berin Nadi'nin, Nadir Nadi ile birlikte oturdukları ve noter vasıtasıyla vakfa hibe ettiği daireyi bile sattılar. Gazetenin Ankara bürosunu ve İzmir bürosunu sattılar. İşler dayanılmaz bir hal aldığı için gazeteyi kuran aileyi temsil eden Şevket Tokuş, Mustafa Pamukoğlu ve ben Şubat 2016'da seçimler için iptal davası açtık. Dava halihazırda devam etmektedir...” Alev Coşkun’un bu iddiaları hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Bunu tabii en iyi Alev Coşkun bilebilir diye düşünüyorum. Çünkü 1992’den 2014’e kadarki süreçte Alev Coşkun başkan yardımcısı. Yani, gazetenin mali durumunu bilebilir. Her yıl ne kadar kâr ya da zarar ettiğini bilebilir. Kendi dönemindeyken her şey normal gidiyordu da ayrıldıktan sonra bozuldu, demek istiyorsa bu kadar megalomani de biraz bana ters gelir. Çünkü kendisiyle de ben genel yayın yönetmeni olarak da, o vakıftaydı, vakıfın her ne kadar günlük yayına karışma uygulaması yoksa da... Bugünlere nasıl varıldığını en iyi bilenlerden biri de Alev Coşkun’dur, kendisinin de sorumluluk üstlendiği süreçte bu noktaya varılmıştır. Alev Coşkun ayrıldıktan sonra gazetenin borç batağına saplandığı gibi bir iddia herhalde dünyada bu iddiayı söyleyebilecek çok az kişi olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü bu tür ticari işlerde pat diye bir şey olmaz. Alev Coşkun kendi sorumluluğunu yok saymak istiyorsa en doğal hakkıdır. Çünkü Türkiye laf üzerine kurulu bir ülke oldu. Mantık, karşılıklı saygı, sevgi pek ortalıklarda gözükmüyor. Bunun ne kadar mantıksız ve gerçeğe aykırı olduğunu ve Alev Coşkun’un böyle söylemek zorunluluğunu hissettiğini sanıyorum. Yoksa onun böyle bir söz ve iddiada bulunmasını yadırgıyorum. Kendisini ben 1957 yılından bu yana tanıyorum. 

- Vakıf seçimlerine dönecek olursak… Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu üyelerinden İnan Kıraç da ifadesinde “Ben yurtdışındaydım, Orhan Erinç ile konuştum bana ‘Oyunu kapalı zarf ile yollayabilirsin, Mustafa Balbay da öyle kullanacak’ dedi. Oyumu yolladım ama geçersiz sayıldı” demiş. Bu olayın ardından da vakıf toplantılarına katılmama kararı aldığını, ardından da istifa ettiğini söylemiş…

Şimdi şöyle bir sıkıntı var tabii. Ben hem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde, hem de Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda toplam 45 yıl görev yaptım. İkisinde de başkanlık yapan Türkiye’deki üçüncü kişiyim. Hiçbir zaman yetki yönetim kurulundayken kimseye “Yaparız” sözü vermemişimdir, çünkü onu yaparsam yönetim kurulu arkadaşlarıma hakaret etmiş olurum. Çünkü kararı yönetim kurulu alacaktır. Ben İnan Bey’e de böyle bir şey dememişimdir. “Gönder, ama ne olacağına yönetim kurulu karar verir” demişimdir. Şimdi bu oy meselesi Mustafa Balbay’ın tutukluluğuyla başladı. O zaman rahmetli Aydın Aybay, Türkiye’deki sayılı uzmanlardan biridir, “zorlayıcı, mücbir sebep” diye bir yorumda bulundu. O yorum da Mustafa Balbay’ın tutuklu olması nedeniyle toplantıya katılamayacağı o nedenle yazılı oyunun geçerli sayılabileceği görüşü benimsendi ve ondan sonra da o sürdürüldü. Toplantı açıldığında İnan Kıraç Bey’in daha önce davet edilmiş olmasına rağmen yurtdışına gittiği görüldü. “Bu mücbir sebep midir” tartışması açıldı, ben orada yönetim kurulunda bu konuyu tartışmadan bir karar verme durumunda değilim ki. Bu konu tartışıldı, oylamaya koydum, “mücbir sebep değildir” görüşü kazanınca o oyu dikkate almayacağımızı söyledim. Bu kadar basit bir olay ama yorumlar, herkesin kendine pay çıkarması…

Ben bir de Cumhuriyet’in iç sorunlarının böyle ortalıkta tartışılmasından da rahatsız oluyorum. 53 yıldır ben Cumhuriyet ile bir aradayım, ayrılsam da psikolojik olarak kendimi ayrılmış saymıyorum. O nedenle bazı şeyleri söylememek gerektiğini düşünüyorum. Bu kamuoyundan gizlemek değil, ama Cumhuriyet’in kendi sırlarına da saygı göstermek gerektiğini  düşünüyorum.  Ama böyle bir sürü dedikodu, olmayan şeyler ortalıkta dolaşıyor. Ama onu da engelleyecek durumda değilim. Olay bu, sonraki seçime de gelmediler, istifa ettiler. Aydın Aybay vefat etmişti, iki de istifa. 9 kişi. 9 kişide 7 kişi toplansın demek, üçte ikinin de üstünde yüzde 80’e yakın bir oy çoğunluğuyla seçimi yapacaksınız. Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 oy olayını eleştiren AKP, şimdi Cumhuriyet Vakfı için aynı görüşü savunuyor. Çünkü çıkarı ondan yana. Siyaset böyle bir tutarsızlık içinde Türkiye’de. 

- Seçimlerden devam edelim o zaman. Alev Coşkun ve Mustafa Balbay’ın seçim sonuçlarına yönelik itirazları oldu… 

Mustafa Balbay ilk etapta itiraz etmedi. Çünkü Mustafa Balbay, Alev Coşkun’un seçilmediği seçimden üç seçim sonra, o da “Ben genel başkan adayı olacağım” dediği için kazanamadı seçimi. Ama sonra, Alev Coşkun ve arkadaşlarıyla seçime müdahil olmak için dilekçe verdi. Bunun anlamı şu: Mustafa Balbay, kendi seçildiği seçimin iptalini istiyor. Yani herhalde dünyadaki ilk kişi olma özelliği de kendisine ait olmalıdır diye düşünüyorum.

- Mustafa Balbay, gazeteden ayrıldıktan sonra "Cumhuriyet'te FETÖ'cülükten Kürtçülüğe kadar her şey serbest. CHP milletvekili olarak yazı yazmak yasak” diye bir tweet atmıştı. Operasyondan sonra ise "Cumhuriyet gazetesi tüm darbelerden ve olağanüstü dönemlerden payını almıştır. Hep dimdik çıkmıştır” dedi. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Valla biliyorsunuz “Basra harap olduktan sonra…” diye bir deyim vardır. Belki de yaptığı yanlışların ayırdına varıp dönmeye çalışıyor olabilir. Ona da saygı duyarız. Biz hiçbir eski arkadaşımızın aleyhinde konuşmak istemeyiz, yapmayız da. 1962’den bu yana 54 yıl oldu,1962 benim ilk genel yayın yönetmenliğimdi. Sonra Gece Postası gazetesinde yaptım. Orada iş arkadaşlığının çok önemli olduğunu anladım, 54 yılda cemiyette, sendikada, Cumhuriyet’te, Hürriyet’te, Güneş’te… Birlikte sorumluluk üstlendiğim arkadaşlarımdan son dönem hariç topu topu altı kişinin adını verdim. Yani birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan hiçbiri hakkında üçüncü kişilere ağzımdan aleyhte tek laf çıkmamıştır. Ama bu kuralımı ne yazık ki bana altı kişi bozdurdu. Ondan da rahatsızım, artırmaya çalışanlar var ona da direniyorum. Şimdi isimlerini yinelemeyelim, zaten sürekli bahsediyoruz.

- “Dönmeye çalışıyor olabilir” dediniz. Mustafa Balbay’ın aktif bir siyasetçi olarak gazetede yazması, görev alması mümkün mü? 

Şimdi bakın sizi 1924’e götüreyim. Biliyorsunuz Atatürk, yani sonradan Atatürk o zaman Gazi Mustafa Kemal Paşa, Yunus Nadi Bey’e diyor ki “Çocuk, git İstanbul’da bir gazete çıkar. Adını da ‘Cumhuriyet’ koy.” Atatürk kim? Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin, o günkü adıyla söyleyelim bu döneme girmeyelim, genel başkanı. Yunus Nadi kim? Gazeteci ama Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili. Gazeteyi 7 Mayıs 1924’te yayınlıyor, ne diyor? "Cumhuriyet ne hükümet, ne parti gazetesidir” diyor. Kendisine görev veren Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı, cumhurbaşkanlığını bir kenara koyalım. Kendisi ne? Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili. Buna rağmen 1924’te, bugün vardığımız bilince göre bakarsanız çok önemli bir öngörü olduğunu söyleyebiliriz, “Cumhuriyet ne hükümet, ne parti gazetesidir” diye yazabiliyor. Şimdi bu ana kuralımız varken biz nasıl siyasete karışan ve bir partinin tüzüğünü okuyarak ona uyacağına karar vermiş, yani bağımsızlığını da bir ölçüde törpülemiş bir gazeteciye yazı yazdırırız? Bu yazarsa ne yazar? Özellikle de genel başkan adayı olduğunu söyledikten sonra, parti içinde çalışmalarını sürdürdüğüne göre yazması, her şeyi bırakalım, “Gazetecilik mesleği açısından etik mi?" sorusuna “Evet” denebiliyorsa Balbay burada yazar, denemiyorsa yazamaz.

- Yaşanan olaylardan sonra, Cumhuriyet çalışanlarının yaptığı bir uzlaşı çağrısı var. Yalçın Bayer uzlaşı çağrısı yapan çalışan sayısını “80’e yakın” diye aktarmıştı. Şimdi ne olacak?

O sayı bir kere 80 değil. Biliyorsunuz, arkadaşlarından ayrılmak biraz zor gelir gazetecilere. Ama sonra “Ben imzamı geri çektim” diyenler oldu. Tabii, bunlar nasıl sızıyor kamuoyuna, o doğru mu? Bizim sonra karşı açıklamalarımızın konmaması Yalçın’ın çok iyi bildiği gazeteciliğiyle bağdaşıyor mu, o da ayrı bir konu. Aşağı yukarı 30 kişiler. Ben onları da iyi niyetli olarak değerlendiriyorum. Yeterince bilgi sahibi olmadıkları için Cumhuriyet’in bugün başına gelenlerin, “Anlaşın” dediklerinden kaynaklandığını öğrendiklerinde durumu anladıklarını zannediyorum. Çünkü ortada bir hukuki sorun var, yargıya intikal etmiş. Yargının kayyım atama yetkisi yok, seçimlerin yeniden yapılmaya karar verme yetkisi var. Ve buradaki arkadaşlarımıza bunlar baskı olarak geri dönüyor. Alev Coşkun ve arkadaşlarının açtığı davada seçimin iptal edilmesi isteniyor, seçimin iptal edilmesi demek seçimin yeniden yapılması anlamına geliyor, nerede kayyım? Yani ceza davalarında ek iddianame ile bir şeyler söylemek, suçu değiştirmek, suç eklemek mümkün. Ama hukuk davalarında davacının isteğiyle sınırlıdır hâkim. Yenilenmesini istiyorlar, yenilenmesine karar verir. Bu kayyım lafının çıkması OHAL nedeniyle çıktı. Lütfettiler bakanlarımız, “Biz kayyım atamayacağız” dediler. O nedenle bu kayyım lafı da hukuku bildiğini sananların uydurmasıdır ve gerçeklere de aykırıdır.

- Yani çalışanların bahsettiği gibi “Uzlaşı sağlansın” yönünde bir adım atılmayacak, bunu mu anlıyoruz?

Yani adım atılmayacak diye bir şey yok ama hem orada dava sürecek, hem uzlaşacağız, sonra ne olacak? Mahkememiz olacak, bunlar tanık olarak gelecekler. Samimiyet dışı bir olay. 

- Seçimlerin yenilenmesi konusunda size hükümet kanadından bir telkin geldi mi?

Valla bizim hükümetle ilişkilerimiz, hem resmi reklamlar konusunda ambargoluyuz, hem de kimi toplantılara çağrılmama gibi bir özelliğimiz var. O nedenle hükümetle bir konuşma yapma olanağımız yok. Biz de yapılan açıklamaları gazetelerden okuyoruz, çünkü biz Anadolu Ajansı’nın abonesi olmadığımız için devletin kaynaklarından da yararlanamıyoruz. Ama okuduklarımız şu ki; bazı arkadaşlarımız AKP’nin Atatürkçülüğüne güvenerek bazı girişimlerde bulunmuşlar, kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan arkadaşlarımız Adalet ve Kalkınma Partisi’nden medet umar durumda. 

- Pekâlâ, seçimlerin yenilenmesini konuşmaya başladık. Buradan devam edecek olursak yenilenen seçimlerde Alev Coşkun’un yönetime yeniden girmesi mümkün mü? 

Ben kendi oyumu bilirim, “Arkadaşlarım ona oy vermez” deme hakkım olduğunu düşünmüyorum. Çünkü “Herkes özgürce oyunu kullanmalıdır" diyoruz, milletvekili seçimleri dahil. O nedenle orada bir şey söyleyemem, o biraz da fala bakmak gibi olur. Ama bunca yapılanlardan sonra ne olur, bilemiyorum. 

- Yakın zamanda resmi ilanların ve gelirlerin kesilmesi gibi durumların ortaya çıkması ihtimal dâhilinde. Gazetede bu konuda da bir gelecek planı var mı?

Şu anda bir karamsarlığımız yok, çünkü şöyle bir durumla karşı karşıyayız. Vakıflar Genel Müdürü, aynı zamanda Basın İlan Kurumu Yönetim Kurulu Başkanı. Burada Vakıflar Genel Müdürü olarak karar verip sonra o kararla ilgili olarak Basın İlan Kurumu Yönetim Kurulu Başkanı şapkasıyla uygulama yapmasının ne kadar hukuki veya insani olduğu tartışmaya açık bir olay. O nedenle şu anda öyle bir karamsarlığımız yok. Kesilmesi durumunda hukuk yollarına başvurulur.

- Bir de “Alev Coşkun’un 12 kişilik Cumhuriyet Vakfı yönetiminde aylık ücret alan tek yönetim kurulu üyesi olduğunu kimse bilmiyor. Biz de söyleme gereğini duymamıştık” diye bir açıklamanız oldu. Bu biraz akılları karıştırdı sanırım, ne anlama geliyor?

Temsil ödeneği olarak, başkan yardımcısı olarak bazı masrafları olur diye ödenen bir para. Ben onu Alev Coşkun’un aleyhine kullanılacağını düşünmeden söyledim. Bir ölçüde profesyonel yöneticiliğini söyledim, “İş yapmadan para alıyor” diyerek çamur atmak için söylemiş değilim. 

- "Kayyım atanamaz, hukuki değil" diyorsunuz. Peki işler öngörüldüğü gibi gitmedi ve kayyım atandı diyelim. Bu gazeteye ne olur?

Cumhuriyet’e atanacak kayyımı öteki kayyımlardan ayıran bir özellik var. Şimdiye kadar bazı FETÖ’cü gazetelere kayyım atandı. O atanan kayyımlar FETÖ’cülük dışında o insanlarla aynı kafadaydılar. Onlar ticarethaneydi. Kapatır, atar, satar, böyle bir sürü yetkiler tanındı. Cumhuriyet bir vakıf, vakıf senedinde de bir başlangıç bölümü var. Cumhuriyet Vakfı’nın gazeteciliği nasıl yapacağı kayıt altına alınmış. Şimdi bizi suçluyorlar ya “Yayın politikasını değiştirdiniz” diye. O yayın politikasına atanan kayyımı da suçlayacaklar ve o devlet görevlisi olduğu için daha da ağır cezalandırılacak. Ama Cumhuriyet’in yayın ilkelerine inanmış kişilerin yayınladığı gazete başka, dışarıdan atanmış, zoraki o ilkelere uymak zorunda hisseden kayyımın yayınlayacağı Cumhuriyet başka. Eğer Türkiye,  anayasasında yazdığı gibi bir hukuk devletiyse, kayyımın da bu vakıf senedine göre bu gazeteyi yayınlaması lazım. Gelip “Şöyle yaptım, haberleri görmem, Atatürk’ü yok sayarım” dediği an vakıf senedine aykırı işlem yapmış olacak. Biz bunları düşünmüyoruz, burada çalışmaya devam ediyoruz. 

- Aslında Alev Coşkun’un vakfa girişine yol veren isim İlhan Selçuk. İlhan Selçuk mu hata yaptı sizce?

Alev Coşkun’un Cumhuriyet için herkesin kenara çekildiği bir süreçte elini taşın altına koymuş olması çok önemli bir özveridir. Bunu sadece ben değil bütün Cumhuriyet çalışanları da kabul eder. Ama sonunda yönetim kurulu kararlarının uygulanmasını erteletme, geciktirme gibi bir yaklaşımı olduğu için kendisiyle yolların ayrılması düşünülmüştür. Yoksa Cumhuriyet’e katkısı olmadığı gibi bir lafı kimse söyleyemez. Ama İlhan Abi’nin ölümünden sonraki yaklaşımındaki değişiklikler, bazı zorunlu uygulamaların gecikmesine yol açtığı için böyle bir seçim sonucu çıkmıştır. Ben Alev Coşkun’un o dönemdeki çabalarını bilenlerden biriyim, onları yok saymak gibi bir haksızlık yapmak da bana göre doğru değil. Ama öyle yaptı diye her istediğini yapacak diye bir şey de yok.

- Darbeleri görmüş bir gazetecisiniz, bugün yaşadıklarınızla geçmişte yapılanları karşılaştırdığınız oluyor mu?

Şimdi, 27 Mayıs’ın sırtında sadece üç idam cezası var. Onun dışında söylenebilecek laflar havada kalmaya mahkûm. 1961 Anayasası bugüne kadar Türkiye’de görülen en özgürlükçü anayasa. 12 Mart’ta mektup verildi, kuvvet komutanları tarafından. Bir ara ve kara rejim başladı. Meclis açıktı ama istenileni yapmak üzere açıkta bırakılmışlardı. İlk yaptıklarından biri de ‘61 Anayasası’nı törpülemek oldu. Özellikle sıkıyönetim uygulamaları nedeniyle de iyi anılmayan bir süreç olarak geçti. 12 Eylül’de gene ilginç bir uygulama vardı. Anayasanın bazı meclisle ilgili şeyleri değiştirilmişti. Yayınladıkları tebliğler anayasaya aykırıysa anayasadaki o maddeyi değiştiriyorlardı. Ben hukuk vardı diye düşünüyorum. Bir sürü mahkemeye gittim geldim, üçü tutuklama istemiyleydi. İfade vermeye çağırdılar, gittim. Öyle gözaltı falan da yoktu o dönemde. Üsteğmen yüzbaşı düzeyinde bahriyeli, havacı, karacı savcılar ifademi aldılar. Altına da “Savcılık tutuklama isteğine katılmamaktadır” diye yazdılar. Emrinde çalıştıkları orgeneral “Tutuklayın” diyor, savcılar üsteğmen, yüzbaşı rütbesindeler ama tutuklama istemine katılmama hukukçuluğunu gösteriyorlar. Şimdi bugüne geldiğimizde ne söyleyeceğiz, hiçbir şey söylemesek de herkes biliyor zaten. 

- Operasyondan önce de iktidara yakın veya muhalif gazetelerde çalışan bazı gazetecilerin Cumhuriyet'e yönelik bazı eleştirileri söz konusuydu. Bu gazetecilerin yaklaşımlarını nasıl görüyorsunuz?

Mesela Vatan Partisi’nin yayın organı var. Bizim aleyhimizde yayın yapan kişiler, tanıklık yapan kişiler kim? Şimdi mesela Mehmet Faraç, buradan ayrıldı. Aydınlık’a geçti. Ben onunla ilgili bir açıklama yapmıştım, tekrarlamak istemiyorum. Sonunda Cumhuriyet için bir dizi yaptı. Ben okumadım da. Ama bir dizi ile döndü. Ondan önceki iki ay yazılarını kullanmıyorlardı. Kendisi Twitter’da kalemini kırdığını belirten bir fotoğraf koydu. Yani Cumhuriyet aleyhine yazı yazdığı için Aydınlık’ta yeniden yazar oldu. Rıza Zelyut, yolu Cumhuriyet’ten geçmemiş, okuduğunu da sanmıyorum ama Cumhuriyet’in aleyhine yazı yazma konusunda önde gelenlerden. Şimdi kendine CUMOK Koordinatörü unvanını veren Namık Kemal Boya. O da Aydınlık yazarı, Ulusal Kanal’ın program yapımcısı. Ve bunu 68’liler Vakfı gibi bağımsız olması gereken bir vaktın başkanı olarak yapıyor. Nasıl bir yaklaşımdır bilemem. Mustafa Pamukoğlu, Aydınlık Vakfı’nın kurucusu, şimdi Cumhuriyet’i yönetmeye niyetleniyor ama. Aydınlık Vakfı’nın kurucusu ve köşe yazarı. Yani böyle bir şey var. Muhalif görünüp de AKP’ye koltuk değneği olanlara şaşkınlığımı anlatmaya çalışıyorum. Star olsun, Takvim olsun, Yeni Şafak olsun AKP ne derse “Evet” diyorlar zaten, bunları değerlendirmeye bile gerek duymuyorum.