Gündem

Cumartesi Anneleri'nin eylemi ne zaman ve nasıl başladı?

Gözaltına alınan Hasan Ocak'ın bulunması için başlatılan kampanya, Ocak'ın işkence edilmiş cesedinin bulunmasının ardından kayıplara karşı adalet arayışına dönüştü

24 Ağustos 2018 19:56

İlk kez 27 Mayıs 1995'te, gözaltında kaybolan yakınlarının akıbetini sormak için toplanan Cumartesi Anneleri,  yarın (25 Ağustos)  saat 12:00'de 700'üncü kez İstiklal Caddesi'nde Galatasaray Lisesi'nin önünde oturma eylemi yapacak.

Türkiye'de darbe dönemleri ile 1990'lı yılların başında sık yaşanan kaybolma olgusu insan hakları savunucularının öncelikli mücadelesi haline geldi. İnsan Hakları Derneği (İHD) 1992 yılında "Kayıplar Bulunsun" sloganıyla zorla kaybedilen kişilere karşı ilk kampanyasını başlattı. Bu kampanya, 1995 yılında Cumartesi Anneleri'nin mücadelesiyle ülke çapında yankı uyandıran bir harekete dönüştü.

Her şey Hasan Ocak'ın cesedinin bulunmasıyla başladı

12 Mart 1995'te Alevilerin yoğun olarak yaşadıkları İstanbul'un Gazi Mahallesi'nde kimliği belirsiz kişilerin bir kahvehaneye silahlı saldırı gerçekleştirmesiyle başlayan ve 3 gün süren Gazi Mahallesi Olayları 22 kişinin hayatını kaybetmesi ve yüzlerce kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı.

Hasan Ocak 21 Mart 1995'te Gazi Mahallesi Olayları sonrası gözaltına alındıktan sonra kayboldu. Hasan'ın annesi Emine Ocak, ailesi ve arkadaşları 55 gün gün boyunca Hasan'ı aradı. 15 Mayıs'ta, Hasan'ın işkence edilmiş cansız bedeni kimsesizler mezarlığında bulundu. Ceset, Hasan gözaltına alındıktan 5 gün sonra Beykoz Ormanı'nda köylüler tarafından fark edilmişti.

Hasan'ın bulunması için İnsan Hakları Derneği'nin de desteğiyle başlayan kampanya, Hasan'ın cesedine ulaşılmasının ardından kayıplara karşı adalet arayan bir insan hakları mücadelesine dönüştü.

İlk kez 27 Mayıs'ta Galatasaray Önünde oturma eylemi yapan 15-20 kişilik grup zamanla çığ gibi büyüdü.

Cumartesi Anneleri'nin esin kaynağı Arjantinli Mayıs Meydanı Anneleri

Arjantin'de kirli savaş olarak adlandırılan diktatörlük döneminde (1976-1983) sol görüşlü 30 binden fazla kişi kayboldu. "Gözaltı kayıpları" kavramı lügatına cunta rejimiyle birlikte giren Arjantin halkı, bu dönemde son derece baskıcı bir rejim altında yaşıyordu.

3 kişinin yan yana gelmesinin bile yasak olduğu ülkede bir grup kadın 1977 yılında kayıp çocuklarının bulunması için hükümet binasına 100 metre mesafedeki Mayıs Meydanı'nda (Plaza de Mayo) toplanmaya başladı. Beyaz başörtüleriyle ikişer ikişer meydana giren kadınlar her perşembe saat 12'de meydanın ortasındaki piramidin etrafında tur atıyordu.

Cunta hükümeti, "perşembe delileri" veya "terörist anneleri" olarak adlandırdığı Mayıs Meydanı Anneleri'nin adalet arayışını bastırmak için türlü baskılar uyguladı. Hareketin önderleri, harekete destek veren avukatlar, insan hakları savunucuları işkenceye maruz kaldı, haklarında çok sayıda dava açıldı, kaybolanları ararken kendileri de kaçırılıp kaybolarak aynı kadere mahkum oldu.

Ancak cunta rejimi her hafta daha çok kadının başına beyaz örtüsünü takıp meydanda turlamasına engel olmadı. Arjantin'de düzenlenen 1978 Dünya Kupası ise Mayıs Meydanı Anneleri'nin seslerini dünya kamuoyuna duyurmalarına araç oldu.

41 yıldır adalet arayışını sürdüren Mayıs Meydanı Anneleri, Türkiye'deki Cumartesi Anneleri gibi faili meçhul ve kayıp kişiler adına yürütülen çok sayıda adalet mücadelesine örnek teşkil etti.

BM: 'Zorla Kaybedilme' insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur

Birleşmiş Milletler, Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme'yi (Zorla Kaybedilme Sözleşmesi) 2007'de kabul ederek 2010 yılında yürürlüğe soktu.

BM Genel Kurulu'nun ilk olarak 1992 yılında kabul ettiği Zorla Kayıp Edilmeye Karşı Herkesin Korunmasına Dair Bildirisi zorla kaybedilmeyi insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul ediyor.

Sözleşmede geçen 'zorla kaybedilme' terimi, kişilerin, devlet adına görev yapan veya devletin yetkilendirmesi, desteği ve bilgisiyle hareket eden kişiler veya gruplar tarafından tutuklanması, göz altına alınması, kaçırılması veya başka herhangi bir biçimde özgürlüklerinden yoksun bırakılması, ardından söz konusu olan kişilerin kendi fiillerini reddetmeleri veya kaybolan kişinin hukukun koruması dışında kalmasını anlatmak amacıyla kullanılıyor.

Birleşmiş Milletler bu sözleşmeyle yaşam hakkının en temel insan hakkı olduğunu ve devletlerin temel insan haklarına saygı yükümlülüğü bulunduğunu hatırlatıyor.