Kültür-Sanat

Cahit Berkay: Hiç olmazsa Cumartesi Anneleri'nin yüreğine bir su serpin!

“Yeni yeni gruplar çıkıyor, acayip acayip isimleri var adamların!”

08 Eylül 2018 03:00

“Müziğe ilk başladığımız yıllarda, ithalat yasağı nedeniyle kaçakçılık uzmanı olduk...”

Hikâyeyi anlatan müzik dünyasında 50 yılı geride bırakan Moğollar’ın kurucusu, müzisyen Cahit Berkay. 70’li yılların başında Türkiye’deki rejim nedeniyle yaşadıkları zorlukları, böyle aktarıyor:

“Müziğe ilk başladığımız yıllarda yerli malı kullanma kampanyası başladı. O zaman Türk Parasını Koruma Kanunu var. Hükümet “ithal ettiğimiz cihazlar ülke içinde üretilirse, ithalatı yasaklayacağız” dedi. İlk bomba piyanoya patladı. Adamın biri Sanayi Bakanlığı’na ‘Ben Türkiye’de piyano imal edeceğim’ demiş. Onlar da inanmışlar. Piyano ithalatı yasaklandı. Piyanonun yanında org var. O da yasak. Hepimiz birer kaçakçılık uzmanı olduk.

Davul da yok çünkü yerli imalat var. Fransa’ya Almanya’ya trenle gidip geliyoruz. Ramazan davulunu paketliyoruz. Sirkeci’den çıkarken pasaporta ‘Bir adet davul’ yazdırıyoruz. Türkiye’den çıkıp Bulgaristan’a girdiğimiz zaman pencereden davulu atıyoruz. Gidiyoruz davul takımı alıyoruz. Sirkeci’ye geliyoruz. Bak birader burada davul yazıyor. O davul sekiz parça halinde içeri giriyor. Yani sadece müzisyenliği değil, üçkâğıtçılığı da öğrendik.”

Moğollar’ın hikâyesi bir müzik grubu olmanın çok ötesine geçerek Türkiye’nin yakın dönem siyasi/politik tarihinin bir yansımasını da oluşturuyor. Ünlü olma hayaliyle Avrupa’da başlayıp, giderek toplumcu bir rol üstlenen Moğollar, 50. yılını şubat ayında müzik dünyasından çok sayıda ismin de yer aldığı bir konserle kutladı.

Türkiye’nin hemen hemen her ilinde sahne alan Moğollar’ın, kurucusu, Selvi Boylum Al YazmalımIssızlığın OrtasındaDevlerin AşkıBir Şey Yapmalı gibi onlarca eser ile hafızalarda yer edinen Cahit Berkay ile yine bu konserlerden birinde, İzmir’in Seferihisar ilçesinde TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’nın düzenlediği yaz kampının kapanış etkinliğinde görüştük. 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde gerçekleşen konser öncesinde Cahit Berkay ile geride kalan 50 yılı, müziği, siyaseti ve hayatı konuştuk:

“Düşünürsem ‘50 yılda çok şey yapmışsın’ diyorum, düşünmezsem 50 yıl zırt diye geçti işte"

- Müzikte 50 yılı geride bıraktınız. Dönüp baktığınızda ne görüyorsunuz?

50 yıl, yarım asır ciddi bir zaman dilimi. Bir laf var ya; gençken zaman geçmezdi, yaşlanınca da zaman hızlı geçiyor…

50 yıl gerçekten çok çalışarak geçti. Müzik yaptığımız zaman müzikle geçti, müzik dışında sinema var ki, benim çok çalışmama neden oldu. Yüzlerce, binlerce kayıt var filmlerin üzerinde.

Moğollar’ı kuranlardan biri de benim ve hâlâ ayakta tutabiliyor olmak, biraz zamanı düşünmeden, ne yavaş ne de hızlı çalışarak, bir şeyleri hep doğru yapalım, güzel yapalım diyerek geçti.

Geçmişe baktığımız zaman, "Keşke öyle yapmasaydık da şöyle yapsaydık" dediğimiz hemen hemen hiçbir şey yok. Tabii ki müzik sonsuz bir şey. "O parçanın şurasını şöyle yapsaydık" dediğimiz oldu tabii. Ama anlamlı şeyler yapmaya çalıştık. Hele 93’te yeni kadroyla bir araya geldikten sonra Serhat Ersöz’ün katılmasıyla... Ondan evvelki dönem 67’den 76’ya kadar olan dönem bir arayış dönemiydi.

Moğollar'ı kurduğumuzda beklentimiz Avrupa’ya çıkalım, orada meşhur olalım, çok para kazanalım. Öyle bir beklentimiz vardı. Ne çok meşhur olduk, ne de çok para kazandık. İkisi de olmadı ama tecrübe kazandık. 93’te tekrar bir araya geldiğimizde ki herkesin olgunlaştığı, hayata daha sorumlu bir pencereden bakmaya başladığı bir dönem.

Önceki parçalar çok  suya sabuna dokunmayan parçalardı ama 93’ten itibaren yaptığımız şarkılar tamamıyla ülkemizde ve dünyadan yaşananlardan, bencil bakmadan bizi etkileyen olaylar... Bunlardan etkilenerek parçalar yapmaya çalıştık.

Düşünürsem “Yav sen 50 yılda çok şey yapmışsın kardeşim’’ diyorum kendi kendime, düşünmezsem 50 yıl zırt diye geçti işte.

“İlk eşim Fransa’daydı yürümedi, ikincisi Türk’tü o da yürümedi”

50 yılda iki evlilik oldu. İkinci evliliğimden bir kız çocuğum oldu. Ondan da bir torunum var. Aile hayatı kurmayı hep düşlemişimdir, gençliğimden beri. Birincisi Fransa’daydı yürümedi. İkincisi Türk’tü, o da yürümedi. Ama kızım var, o da müziğin içinde. Mesleği animatör. Bilgisayarla 3D denen sistemde çalışıyor. İyi yetiştirdiğimizi düşünüyorum. 50 yılın içinde o da var...

- Torununuzla da çok ilgileniyorsunuz...

Bir de torunum var tabii. Mümkün olduğu kadar uzun ve sağlıklı yaşamak istiyorum. Öyle  bir derdim olmadı hiç, ölümü hiç takmadım kafaya... Vicdanlı bir insan olduğumu sanıyorum, çünkü 50 yıl içinde müzikte istismar edici bir tutum olmadı hiç. Vicdanen rahat bir 50 yıl geçirmişim diye bakıyorum.

“3.5 sene bir elektrik firmasında çalıştım”

- Geriye dönüp baktığımızda Moğollar’ın kırılma noktaları olarak hangi olayları sıralarsınız?

71’de bir dönüm noktası Barış Manço ile çalışmaya başladık. Fakat çok uzun sürmedi, çünkü 71 sakat bir yıl. 12 Mart Muhtırası’nın verildiği yıl. Uzun saçlıların ‘’Anana benzeyeceğine, babana benze’’ diye laflar yediği dönem...

72’de Cem Karaca ile beraber çalışmaya başladık. Bu da bir dönüm noktasıdır. Cem de sürgün edildi. 86’da döndü. O döndüğünde ben de dönmüştüm zaten, 82’de kesin dönüş yapmıştım.

Anlatsam inanmazsınız. 3.5 sene bir elektrik firmasında çalıştım yüksek gerilim üzerine. Bunlar bir Fransız firmasının taşeronluğunu yapıyorlar. Bağdat şehrine 80 tane trafo merkezi kurdum. Ben de o zaman işveren vekiliyim. Saddam o zaman ‘’1 dolar, 1 dinar’’ diyordu. Tam dikta. Halbuki Laleli’de kaçak piyasasında 1 dolar, 300 dinardı. İki kere polise yakalandım. Ama bıraktılar çünkü anlattım durumu. Bakın dedim ’1 dolar, 1 dinar’’ değil...

82’de döndüğümde Türkiye’de ne müzik piyasası ne film piyasası... Porno filmlerin çekildiği dönem, müzik olarak da grupsan çalacağın bir ortam yok. Her taraf diskotek olmuş, Boğaz’da arabesk, taverna müziği formatı hakim... Bizim girecek bir ortamımız yoktu. O yüzden o elektrik firmasında çalıştım. Çalışırken film sektörü biraz kımıldamaya başladı, hafta sonları müzik yapmaya başladık. 3.5 sene sonra dedim, ‘’Ben müzisyenim, müzik yapacağım.’’ Şirketten ayrıldım. O zamandan bu yana ara vermeksizin müzikteyiz.

Sinemayı bıraktım. 88-89 tane dizi müziği yapmışım, 200 tane uzun metraj film yapmışım. Reklamları, belgeselleri saymıyorum.

Ben kendimi o anlamda şanslı sayıyorum. Gençlerin bugün maalesef, istediklerini tercih etmeleri bayağı bir zor. Hiç ilgilenmediği bir branş çıkıyor karşısına, mecburiyetten o branşa girebiliyor. Bunlar hep mutsuzluk sebepleri. Ben kendimi şanslı sayıyorum, hep sevdiğim, zevk aldığım bir iş yaptım.

“Bölünme beni çok rahatsız ediyor”

- Mutsuzluk sebeplerinden bahsettiniz, siz de uzun dönem yurt dışında yaşayan bir insan olarak ‘’Gitmek lazım’’ söyleminin son dönemde giderek artmasını nasıl değerlendirirsiniz?

Fazla ürkmüştür o insanlar, korkmuşlardır. Bu ülke iyi tarafıyla, kötü tarafıyla bizim ülkemiz. Benim annemin babamın mezarı da burada, benimki de burada olacak. Ama şöyle bir endişem oluyor tabii ki; torunum hangi okula gidecek, nasıl eğitilecek, nasıl bir ortamda yaşayacak? Biz yerimizi edinmişiz. Endişeli bir yarına bakış var. Ülkede bir bölünme var, bunu herkes görüyor. Bölünme beni çok rahatsız ediyor, siyasi anlamda… Bir tarafta "dediğim dedik" diyen bir kesim var. Diğer tarafta demokrasiyi, hür olmayı kendisine ilke dinmiş bir kesim var, arada bir sürtüşme var fikir olarak. Allah’tan sokağa inmedi, kavgaya dönüşmedi, ama dönüşür mü acaba diye bazen aklımın arkasından dolanıyor bazı fikirler... İnşallah bundan sonrası iyi olur…

- Vedat Milör’ün Twitter üzerinden yaptığı “Menemen soğanlı mı olur, soğansız mı” anketinin yüzde 51/yüzde 49 şeklinde sonuçlanmasının ardından pek çok insan “Ülke olarak bir konuda daha ikiye bölünmeyi başardık” diyerek espri yaptı örneğin. Gerçekten her konuda bu kadar sert kutuplaştığımıza inanıyor musunuz?

Endişesi çok olan insanlar bu şekilde görebiliyor. Ama insana her şeyden önce insan olarak baktığında sen öyle düşünürsün, sen böyle düşünürsün diye bakanların böyle bir endişe duymaması lazım. Ama pratiğe baktığın zaman, eğitim sistemi değişti. Bir sürü alanda negatif görüntüler var. Sen öyle diyorsun, ben böyle diyorum dediğin zaman, fikir olarak ayrılmış olursun ama gene oturursun konuşursun. Bunu becerebilirsek, zaten endişe vermez. 

- Moğollar’a geri dönecek olursak, grup üyeleri arasında ciddi bir yaş farkı var. Grup içinde bir sürtüşme yaşanıyor mu, diyaloglarınız nasıl?

Güzel soru bu. Bizim aramızda yaş farkı yok. Gerçekten yok. Bizim aramızda herkes kendi yaşını yaşıyor. En yaşlıları benim. Ben onların yanında kendimi ihtiyar hissetmiyorum. Kendimi öyle hissettirmiyorlar çünkü. Ortak bir iş yapıyoruz. Önemli olan herkesin görevini doğru yapabilmesidir. 

“Ben tutkalı sağlam kurdum”     

İkinci bir şey daha, ben tutkalı sağlam kurdum en başından. 93’te tekrar bir araya gelmemizin ardından masraflar çıktıktan sonra kalan para kaç kişiysek, menajer dahil, beşe bölünür, Emrah (Karaca) girdikten sonra altıya bölünür bizde. En genç üyemiz Kemal (Küçükbakkal) ile 9 senedir çalışıyoruz. Hiçbirimizin derdi para değil tabii, ama çimento sağlam. O zaman çimento çürümüyor.

Herkes birbirine bağlı. Herkes birbirine sevgi saygı gösteriyor. Acayip matrak bir grubuz biz. Seyahatlere minibüslerle gittiğimizde zamanın çoğu gırgırla geçer. Emrah (Karaca), Taner’e (Öngür) takılır. Taner ona takılır. 

 “Hep aynı şeyleri dinleyeceksem, ben de o konsere gitmem”

- Emrah Karaca demişken, Moğollar olarak uzun bir dönem vokal sıkıntısı yaşadığınızdan bahsediyorsunuz.  O dönemi biraz anlatır mısınız?

93’te tekrar bir araya geldikten sonra dedik ki, sadece 2-3 konser için bir araya geleceksek, hiç gerek yok. Eski parçaları çalacaksın, onlara dayalı konserlere insanlar bir kere, iki kere gelecek, sonra gelmeyecek. Hep aynı şeyleri dinleyeceksen, ben olsam ben de gitmem.

"Yeni bir şeyler üretebiliyorsak bir araya gelelim" dedik. Provalara başladık, besteler döküldü ortaya. Ben bir beste yaptığım zaman, onu maket olarak söylerim ama bende bir şarkıcı tekniği yoktur. Taner’de bir şarkıcı tekniği yoktur. Gırtlak nameleri yapacak bir tekniğimiz yok.

“Serdar Ortaç şarkı söylüyorsa biz de söyleriz”

O dönemde bir genç arkadaş bulduk -ismini söylemeyeyim- o birden havaya girdi daha konsere çıkmadan. Rahmetli Engin’e (Yörükoğlu) "Bunu gönder, bu bizi bozar" dedim. Provalara devam ediyoruz ama gene bir arayış içindeyiz. Taner (Öngür) dedi ki, "Cahit sen kendi bestelerini söylüyorsun, ben kendiminkileri söylüyorum. Serdar Ortaç şarkı söylüyorsa biz de söyleriz." "Aaa hakikaten doğru ya!" dedim, ondan sonra bıraktık arayışı, ama ben Cem (Karaca) gibi bir adamla çalıştım. Onunla çalışıp da kim zevk almaz! Benim için çıta o. Bu tarz müzikte kimse de geçemez zaten onu.

O arada Emrah (Karaca) yavaş yavaş büyüyor. Bana geldi annesiyle, besteleri falan var. Parçaları dinledim. "Biraz daha çalış" dedim. Emrah barlarda çaldı, Kıbrıs’ta okurken çaldı, Mersin’de çalıştı. Sonra İstanbul’a geldi. O zaman Meis Bar var, babasıyla beraber arada söylüyor ben de arada gidiyorum. Cem (Karaca) benim yakın arkadaşım.

“Emrah Karaca’ya ‘Moğollar’dasın’ dediğimde kalp krizi geçiriyordu”

Sonra bir gün Emrah, bir Nâzım Hikmet anma konseri vardı, oraya geldi. "Emrah gel, babandan bir şarkı söyle" dedim. Ürktü tabii "Yok abi, nasıl söylerim" diye. Biraz beklemesini söyledim. Çocukları topladım, kulise geçtik. "Çocuklar, bu çocuğu alıp, pişirmemiz lazım" dedim. Çünkü biliyorum kapasitesi var, geniş bir ses aralığı var. Herkes "Peki" dedi. Emrah’ı çağırdım, "Bundan sonra Moğollar’dasın" dedim. Kalp krizi geçiriyordu! (Gülüyor)  Bocalamadı ama rahat değildi bir süre. Şimdi çok rahat.

“Yeni yeni gruplar çıkıyor, acayip acayip isimleri var adamların!”

- Son dönemde çıkış yapan müzisyenler arasında takip ettikleriniz, konserlerini izledikleriniz var mı?

Ben türkü camiasından çok adam dinlerim. Hüseyin Turan dinlerim. Ender Balkır dinlerim. Onlar Beyoğlu’nda bir barda çıkarlardı, salı günü müydü neydi... Her salı oraya abone olmuştum. Hüseyin bıraktı orayı, sonra Ender geldi. Ender de yavaş yavaş geliştirdi kendini. Şimdi mükemmel bir türkü yorumcusu. Mor ve Ötesi’ni dinlemişimdir canlı. Duman’ı dinlemişimdir. Beraber konserler yapmışızdır.

Onun dışında Zeytinli Rock Festivali’ne gidiyoruz. Her sene yeni yeni gruplar çıkıyor. Acayip acayip isimleri var adamların. Yok bilmem ne bisiklet… Hakikaten çok enteresan! Şimdi her yeni kuşak kendi ifadesini ortaya koyuyor. Bunların da grup ismi anlayışları farklı.

"Araya protokol girdiği zaman olmuyor"

- Türkiye’nin her yerinde konserler verdiniz. Özel olarak ‘Gitmeyi çok severim’ dediğiniz ya da ‘Buranın seyircisi çok farklıdır’ dediniz bir yer var mı? Genel olarak baktığınızda seyirci profilini nasıl çıkartırsınız?

Festivaller muhteşem geçiyor. Çünkü festivallere aşağı yukarı 18-30 yaş arası gençler geliyor. Bizim sahnede çalıp söylediğimiz şarkıları, bazen 60 bin-70 bin kişi, hepsi birden söylüyor. O sahneyi görmen lazım, muhteşem bir koro oluşuyor. ‘Eller’ diyoruz, on binlerce kol dans ediyor. Bu anlamda ‘Şuradaki seyirci şöyledir, buradaki böyledir’ gibi net, ayırt edici bir kıstas yok.

Ama şöyle bir kıstas var; bazen belediye konserleri oluyor. En öne protokol koltukları koyuyorlar. Onlar duruyor, arkada bir boşluk oluyor, halk da tribünde daha uzakta kalıyor. Sahnede çalarken bir elektrik oluyor, o elektrik karşıya geçtiği zaman onlarda da bir elektrik oluyor. Ama araya protokol girdiği zaman olmuyor. Biz birkaç kez yıktık onu.

“Cahit Berkay olarak her katılan kuşağa adapte oldum”

- Siz kuşaklar arasında da bir kıyaslama yapabilirsiniz. 80 dönemi seyircisi 2000 dönemi seyircisi…

Ben Cahit Berkay olarak her katılan kuşağa adapte oldum. Tanımaya çalıştım, anlamaya çalıştım. Dolayısıyla çok yabancılık çekmedim. Çünkü onu anlaman lazım, her kuşak kendi sound’unu getiriyor. Biz rock kuşağıyız. Arkasından metal geldi, heavy metal geldi, rap geldi, R&B geldi, ha babam geldikçe geldi. Kendi içlerinde de türevleri var bunların.  

Güzel tabii… Dünyayı görüşleri çok farklı. Şimdi ben 72 yaşındayım. Kendimi bulduğum 20'li yaşlar. Ben hâlâ o gözle bakıyor olsaydım kimse takmazdı Cahit’i! Tanımak, anlamaya çalışmak ve ona bir sevgi bağı kurabilmek çok önemli. Bunlar işin püf noktaları.

- Muhalif kesimlerde karşılığı olan kimi müzisyenlerin, iktidara yakınlığı ile bilinen bir gazeteye söyleşiler vermesi büyük bir tartışma konusu oldu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Herkes istediği şeyi söyleyebilir. Ama söylemediği bir şeyi veyahut o anlamda söylemediği bir şeyi çevirip, kıvırıp, yamultup başka bir anlama içine sokmaya çalışmak bir kere hiç etik değil. Dobra dobra söylemişim, "Tamam söylemişimdir öyle bir şey" diye arkasında durabilmen lazım. Ama cımbızla alıyorlar, çekiyorlar onu. Ön tarafa çıkartınca onu sanki o anlamda söylemiş gibi anlaşılmasını sağlıyorlar. Ayıp bir şey. Çok rastladık, hele son zamanlarda… Arkadaşlarım adına üzüldüm. 

“Pop dünyasında,  şarkıya harcanan emek kalktı, öyle şarkılar sürülüyor ki…”

- Kapanış konserini gerçekleştirdiğiniz TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, yaz kampını ‘Dijitalleşme’ temasıyla yaptı. Siz müzik ve dijitalleşme ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Dijitalleşme çok geniş kapsamda ele alındı. Dijitalleşme birçok meslek alanında çalışma kolaylığı getirdi. Müzikte de çok ama tıpta dijitalleşmenin getirdiği olağanüstü şeyler var. Hastalıkları tanıma anlamında geliştirilen cihazlar, programlar… Dijitale ‘tukaka’ diye bakamazsın. Bizim evde ‘homestudio’ dediğimiz ortamda benim müzik üretmemi olağanüstü kolaylaştırıyor. Ne oluyor? Demo yapıyorum ben. Bir parça çıkartıyorum altına dümdüz bir davul koyuyorum. Normalde bir davulcu onu daha süsleyerek çalar, köşelerine ataklar koyar. Ben öyle yapmıyorum, düz bir davul koyuyorum. Önemli olan melodinin yapısı, armonisi. Üstüne de şarkıyı söylüyorum. Çocuklara internetten gönderiyorum. Bu işin kolaylık veren tarafı.

Dünyada müziğe ulaşma anlamında bir faydası var ama emeği biraz fazla törpülüyor. Eskiden biz bir parça yaptığımız zaman kasete çekerdik. Çocuklar dinlerdi, davulu kendine göre bir ritim kurgusu yapardı, basçı otururdu bas akorunu çıkartırdı, klavyeci keza… Başlardık beraber çalmaya. İlk çalmaya başladığında mutlaka 5-10 kere “Hop dur burası öyle değil” falan kesilirdi. Aramızda müzakereler olurdu, şurasını şöyle yapalım diye. Bunların hepsi bir şarkının oluşması için harcanan emek. Bunlar büyük ölçüde kalktı. Ama nerede kalktı? Pop dünyasında kalktı. Pop dünyasında öyle şarkılar sürülüyor ki, anlaşılıyor hemen, ruh yok çünkü.

Beraber çalmıyorlar. Gruplar beraber çalıyor. Hücum kayıt derler ona, beraber çalarak aynı anda kaydedilir. Ama popçuların büyük çoğunluğunda, aranjör, davulcuyu alıyor ‘Çal’ diyor. Davulcu sabahtan akşama kadar 10 parçayı aranjörün istediği şekilde çalabilinceye kadar çalıyor. Davulcu gidiyor. Daha sonraki gün basçı geliyor. Basçı da aranjörün istediği gibi çalıyor gene.

En baştan o şarkıyı söyleyecek kişi bir demo söyler. Demo o şarkının bitmiş hali değildir bitmiş halinin üzerine söylediğinde daha güzel söyler. En son şarkıcı giriyor kayda. Oturuyorlar masada kanallardaki enstrümanlar  cilalanıyor. Efektlerle parlatılıyor. Şarkıcı eğer detone olduysa ‘melo’ dediğimiz bir şey var, o söylediği heceyi yakalıyor ve doğru notaya oturtuyor. Yani teknoloji o kadar ilerledi. İsim vermeyeyim piyasada dolaşan birkaç tane var. Baştan sona detone! Melo ile kayıt yapmış ve sahnede playback yapıyor.

“MESAM’da biz içeri girdik, onlar seçimi terk etti”

- MESAM’da yaşanan yönetim krizinin ardından siz tekrar Başkan Yardımcılığı’na geldiniz. Bu kriz sürecinde neler yaşandı? Şu anda durum ne? Kültür Bakanlığı inceleme başlatmıştı. Bununla ilgili bir gelişme yaşandı mı?

Kültür Bakanlığı raporu sonunda geldi. Ne bir usulsüzlük var ne başka bir şey var. O önemli şahsın (Orhan Gencebay’ı kastediyor) ilişkileri sayesinde böyle negatif bir gelişme oldu. Ama müzik camiası bu olaya çok fena bozuldu. Genel Kurul oldu. Bizi üyelikten atmışlardı. Genel Kurul’da tekrar üyeliğe kabul edildik. Biz girdik kurula, onlar çıktılar. Seçimi terk ettiler.

- Genel Kurul sürecini biraz daha detaylandırır mısınız?

Kültür Bakanlığı yeni bir yönetim kurulu atadı. Yönetim Kurulu, Haysiyet Kurulu’nu azletti. Yerine kendileri geldi ki yetkileri yok. Bir Yönetim Kurulu, Haysiyet Kurulu’nu atayamaz. Ama kendi istedikleri adamları atadılar. Bir sürü adamı çıkardılar. “Bizi niye atmadılar” derken Genel Kurul’a bir hafta kala bizi de attılar.

Genel Kurul günü, geldik dışarıda bekliyoruz ama içeriye girme hakkımız yok. İçeride bir sürü arkadaşımız var. Birkaç tanesiyle görüştük. Sonunda Divan Başkanlığı’nı Arif Sağ’ı destekleyen taraf alınca hemen bir önerge verildi. Atılan üyelerin, tekrar üyeliğe kabul edilmesi için. Oylandı büyük bir farkla kabul edildi. Biz içeri girdik. Ondan sonra seçim oldu, bizler yine seçildik. Şimdi devam ediyoruz.

“Meslek örgütlerine müdahale hoş değil”

- MESAM’da farklı bir süreç yaşandı ancak TMMOB gibi, TTB gibi pek çok meslek birliğinin iktidar tarafından çeşitli şekillerde hedef alındığına şahit oluyoruz. Siz bunları nasıl değerlendirirsiniz?

Hür iradelere müdahale edilmesi hoş bir şey değil. Değerlendirmem hiç hoş değildir. Bu müdahaledir. O zaman demokrasiden bahsedebilir misin?

“Dünya Barış Günü… Nerede Barış? Anneler Günü… Her gün bir kadın öldürülüyor!”

- Bu görüşmeyi 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde gerçekleştiriyoruz. Siz de bu kapsamda sahne alacaksınız. Bir mesaj vermek ister misiniz?

365 günün barış günü olması lazım. Bir güne sığdıramazsın bunu. Dünyada da burada da uyuz kaşıma gibi bir şey oluyor. Dünya Barış Günü! Nerede var barış? Anneler günü, her gün bir kadın öldürülüyor. Nerede Anneler Günü?

O duyarlılığın bütün yaşam boyu hissedilmesi, yaşatılması gerekiyor. ‘Yaşasın Barış Günü!’ demek kadar salakça bir şey yok.

Cumartesi Anneleri mesajı: Hiç olmazsa bu insanların yüreğine bir su serpin!

- Biz görüşmeye başlamadan önce, Cumartesi Anneleri’nin toplantısına bir kez daha müdahale oldu…

Ya bu ülkede bir sürü insan kayboldu. O kadar çok insan kayboldu ki, dünya kadar insan geliyor. Onu destekleyenler de geliyor tabii ki. Seslerini duyurmak istiyorlar. İsimler var, her şey var. Kapanmış dosyalar var. Bunları açıp hiç olmazsa bu insanların yüreğine bir su serpin. Oğlun maalesef şurada ölmüş. Mezarı da şurada. Şurada defnedilmiş. Veyahut "Bulunamadı ama biliyoruz ki öldü" falan desinler ki onlar da rahatlasın. Hâlâ bir umut içinde geliyorlar, orada dertlerini anlatıyorlar. Anlatmaya çalışıyorlar. Ya bir dinleyen çıksın, desin ki, ‘Tamam sizin bu derdinize biz çare olacağız’ desinler, biber gazı sıkmak yerine…