Gündem

Bekir Coşkun: Bizim tarihimiz 1919'da başlar...

Sözcü yazarları Bekir Coşkun, Necati Doğru, Mehmet Türker ve Yılmaz Özdil, Erdoğan'ın 'Unutulan Zafer: Kut'ül Amâre' programındaki konuşmasını kaleme aldılar

02 Mayıs 2016 21:20

Sözcü gazetesinden 4 köşe yazarı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 'Unutulan Zafer: Kut'ül Amâre' programındaki “Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini neredeyse 1919 yılından başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum” sözlerine ilişkin birer yazı kaleme aldı. Köşe yazarlarından Necati Doğru, 1700’den 1919 öncesine kadar geçen yılları “virane” olarak niteleyip “1919 öncesi  Osmanlı, ‘İslam’da din reformunu yapamadığı ve inadına şeriat!’ dediği için battı. Çünkü despotluğu aşamadı” diye yazdı. Bekir Coşkun, Erdoğan’ın “Bu anlayışı reddediyorum” sözlerine dair “Memleketi batırdıktan sonra İngiliz gemisine binip kaçmak da yoktur bizim tarihimizde… Bizim tarihimizde saray, ümmet, kul, cariye, köle, dili kesilmiş cellat yoktur… Bizim tarihimiz 1919’da başlar…” dedi. Mehmet Türker ise bu sözleri sarf eden Erdoğan hakkında “Mevcudiyetini… Siyaset yapabilmesini… İstanbul Belediye Başkanı seçilebilmesini… Başbakan ve nihayet Cumhurbaşkanı olabilmesini 19 Mayıs 1919’a ve ondan sonraki sürece borçlu olduğunu unutuyor!..” diye yazdı. Yılmaz Özdil ise son Osmanlı şehzadesi Osman Ertuğrul’un “Ailemiz için çok kötü oldu ama, Türkiye kazandı. Memleketi kurtarmanın şekli, Cumhuriyet’i kurmaktı” sözlerini alıntılayıp Erdoğan hakkında “Ve, şimdi asrın liderimiz ne diyor? ‘1919’dan başlatılan tarih anlayışını reddediyorum’ diyor. Osmanlı’dan bile daha iyi biliyor demek ki” ifadelerini kullandı.

 

Yılmaz Özdil’in Sözcü gazetesinin bugünkü (2 Mayıs 2016) nüshasında yayımlanan ‘1919’ başlıklı yazısı şöyle:

atv haber’i yönettiğim dönemde Osmanlı soyundan değerli arkadaşım Neslişah Evliyazade’den rica ettim, kırmadı, aracı oldu, Osman Ertuğrul’u canlı yayına çıkardım.

Kimdi o?

Abdülhamid’in torunuydu.

Saltanat devam etseydi, Dördüncü Osman veya Birinci Ertuğrul adıyla “padişah” olacaktı.

Hem cumhuriyet tarihimizde, hem televizyon tarihimizde ilk’ti. Türkiye ekrana kilitlenmiş, yayının başlamasını bekliyordu.

Çıktı geldi Osman Ertuğrul.

Yanında zarif eşi, Zeynep Osman.

Son derece mütevazıydılar, öyle şaşaalı özel salonlar falan hazırlamadık, çalışma odama buyur ettik, oturdular. Hoşgeldiniz beşgittiniz filan, ne içerseniz dedik, çay lütfen dedi. Ayıptır söylemesi, bu kardeşinizin padişaha çay ısmarlamışlığı vardır yani… Hatta sohbet uzayınca pek keyiflendi, bir çay daha istedi, kusura bakmayın, burası Dolmabahçe Sarayı değil diyemedik, padişaha demli bi çay daha getirin dedik.

Neyse…

Sohbet bitti, haber saati geldi.

Türkiye tarihinde ilk kez canlı yayına çıkardığımız kişi, Abdülhamid’in torunuydu, şehzade Burhanettin Efendi’nin oğluydu. Annesi, şehzadeden ayrıldıktan sonra Atatürk’ün ilk kabinesinde yer alan maliyeci Cavit bey’le evlenmişti. Cavit bey kim? İzmir suikastine adı karıştığı için idam edilen Cavit beydi. Yani, ekrana çıkardığımız kişinin üvey babası, Atatürk’ü ortadan kaldırayım derken asılmıştı. Üstelik, az önce belirttiğim gibi, saltanat devam etseydi, kendisi resmen padişahımız olacaktı.

Oturdu stüdyoya.

Geçti kameranın karşısına.

Ne dedi biliyor musunuz?

“Ailemiz için çok kötü oldu ama, Türkiye kazandı. Ben Türk olarak doğdum, Türk olarak öleceğim. Atatürk, Türk halkı için çok iyi bir liderdi, muhteşem bir liderdi. Mustafa Kemal olmasaydı, İstanbul olmazdı. Memleketi kurtarmanın şekli, Cumhuriyet’i kurmaktı.”

Kelimesi kelimesine böyle… Saltanat devam etseydi, Fatih Sultan Mehmet’in tahtında oturacak olan kişi dedi ki, “Türk doğdum, Türk öleceğim, Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, İstanbul olmazdı, memleketi kurtarmanın şekli, Cumhuriyet’i kurmaktı.”

Ne öfke, ne kin.

Sadece minnet duygusu vardı.

Sarayda dünyaya gelen son şehzadeydi. Son Osmanlı’ydı. Hanedan protokolünde kendisine “devletli necabetli Osman Ertuğrul efendi hazretleri” diye hitap ediliyordu. 1933’te babasıyla birlikte ABD’ye yerleşmişti. Türkçesi kusursuzdu, akıcı şekilde İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca konuşuyordu. 1974’te çıkan af kapsamında ilk kez 1992’de Türkiye’ye gelmiş, 2004’te Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuştu.

atv haber’deki canlı yayından üç sene sonra, 2007’de, cnntürk’e röportaj verdi. O röportajında da hiç eğip bükmeden, gayet açık konuştu. “Ben dahil bütün Türkler Atatürk’e borçluyuz, vatanı o kurtardı, Cumhuriyeti kurmakla çok iyi etti, o olmasaydı Allah bilir ne olurdu, padişahlık, monarşi, hilafet, şeriat, hepsi geride kalmıştır, gençler laikliğe ve vatanın bütünlüğüne sahip çıksınlar” dedi.

Dikkat isterim…

Osmanlı hanedanının reisi “laikliğe sahip çıkın” dedi.

Hürriyet’e Milliyet’e Habertürk’e konuştu, hep aynı konunun altını çizdi. “Unutmayın, eğer Mustafa Kemal Paşa olmasaydı, hiçbirimiz olmazdık, yaptığı devrim hanedan için kötü oldu ama, Türkiye onun sayesinde var, siz, ben, hepimiz varlığımızı o’na borçluyuz” dedi.

Atatürk düşmanlığı yapmak için Osmanlı’yı alet eden siyasi din tüccarları, Osmanlı döneminde yaşasalardı, sarayda faytoncu bile olamazlardı… Bunun kanıtı, bizatihi Osman Ertuğrul’du.

Ve, şimdi asrın liderimiz ne diyor?

“1919’dan başlatılan tarih anlayışını reddediyorum” diyor.

Osmanlı’dan bile daha iyi biliyor demek ki.

 

"23 Nisan'ı iptal edip 'Kut'ül Amare zaferini' şenlikle kutladılar..." 

 

Bekir Coşkun’un Sözcü gazetesinin bugünkü (2 Mayıs 2016) nüshasında yayımlanan ‘Bizim tarihimiz 1919’da başlar...’ başlıklı yazısı şöyle:

23 Nisan’ı iptal edip “Kut’ül Amare zaferini” şenlikle kutladılar…

Cumhurbaşkanı çıktı Kut’ül Amare’nin tarihimizin şanlı zaferi olduğunu söylerken “1919’da başlayan tarihi reddediyorum” dedi…

Dert değil… 

Değiştirirsiniz tarihi, kurtuluşumuzu Kut’ül Amare yaparız…

Sırf Atatürk’ü biraz daha silmek için; 30 Ağustos’u kaldırıp, 23 Nisan’ı atlayıp cümbür cemaat kutlamaya koştukları bu Kut’ül Amare savaşında Osmanlı’nın komutanı kim?..

Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz…

Alman…

Bizim tarihimiz  T.C. 1919’da başlar…

Bizim tarihimizde saray, ümmet, kul, cariye, köle, dili kesilmiş cellat yoktur…

Bizim tarihimizde Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz yoktur…

Mareşal Goltz; Prusya asıllı Alman subay… II. Abdülhamit döneminde İstanbul’a getirildi… Osmanlı ordusunu modernleştirmesi istendi… AlmanKrupp ve Mauser şirketlerine ilk silah siparişlerini verdi gitti…

1908’de ikinci kez İstanbul’a döndü, Almanı “mareşal” yaptılar…

1914’te V. Mehmet’in kurmay başkanı oldu, baktılar iyi gidiyor, Irak’ta İngilizlere karşı savaşan 6. Ordu’ya komutan olarak atadılar bu sefer… Kut’ül Amare savaşı kazanılmıştı ama son darbenin vurulmasına beş gün kala Mareşal Goltz tifüsten öldü, yerine Halil Paşa atandı…

Yani; sırf Atatürk’ü küçümsemek için cümbür cemaat kutladıkları Kut’ül Amare savaşında komutanımız: Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz…

Bizim tarihimizde; İsmet Paşa vardır, Fevzi Çakmak vardır, Kazım Karabekir vardır, Kazım Orbay vardır, Ali Fuat Cebesoy vardır,  Fahrettin Altay vardır… 

Mustafa Kemal vardır…

110 bin yiğittir toplamı…

Bizim tarihimizde; 11 bin Anadolu kuzusunu  çöle gömerek kazanılmış  Kut’ül Amare’den sonra, Urfa-Antep’i Fransızlara, Erzurum’u Ruslara, İzmir’i Yunanlılara, İstanbul’u İngilizlere terk etmek  yoktur…

Peşin söyleyeyim; memleketi batırdıktan sonra İngiliz gemisine binip kaçmak da yoktur bizim tarihimizde…

Bizim tarihimiz 1919’da başlar…

 

"Yani Mustafa Kemal Samsun’a çıkıp Anadolu ateşini yakmasaydı…"

 

Mehmet Türker’in Sözcü gazetesinin bugünkü (2 Mayıs 2016) nüshasında yayımlanan ‘1919...’ başlıklı yazısı şöyle:

“Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini neredeyse 1919 yılından sonra başlatan anlayışı kabul etmiyorum”

Recep Bey biraz da öfkeli tarzda ve üstüne basa basa bu çok iddialı sözü söylüyor ama…

Mevcudiyetini…

Siyaset yapabilmesini…

İstanbul Belediye Başkanı seçilebilmesini…

Başbakan ve nihayet Cumhurbaşkanı olabilmesini 19 Mayıs 1919’a ve ondan sonraki sürece borçlu olduğunu unutuyor!..

19 Mayıs 1919 olmasaydı…

Yani Mustafa Kemal Samsun’a çıkıp Anadolu ateşini yakmasaydı…

Cumhuriyeti kurmasaydı…

Recep Bey belki bugün Rize’nin köyünde bahçe işleriyle uğraşacak, kahvede yaşıtlarıyla vakit geçirecek…

Veya Kasımpaşa’da fakir bir ailenin çocuğu olarak belki esnaflık belki zengin konağında yanaşmalık yapacaktı…

Ama bir Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmayı asla hayal dahi edemeyecekti!..

19 Mayıs bize bugünleri armağan etti..

Ülke baştan başa işgale uğramış, İstanbul İngiliz esaretine girmiş, İzmir Yunan işgal kuvvetleri ve yerli Rumların şımarıklıklarıyla kahrolmuş, Padişah Hazretleri (!) sarayından çıkamaz hale gelmiş…

Burada tarih anlatacak değiliz ama…

1919, bugün bizim varlık sebebimizdir!..

Kimse tarihimizin 1919’da başladığını iddia etmezken Recep Bey niye

öfkelendi?..

Böyle bir iddia gülünç olmaktan öteye gidemez!..

Ama Kut’ül Amare’yi bugün Milli Mücadele, Kurtuluş Savaşı ve 30 Ağustos Zaferi’nin sevincine alternatif yapmak isteyenler varsa, onlar da sadece gülünç olurlar!..

Hiç kuşkusuz Kut’ül Amare hatırlanması gereken bir zaferdir…

Ama 14 yıldır iktidarda olanlar bugüne kadar hatırlamamışlardır; tıpkı Kutlu Doğum Haftası’nın 23 Nisan’a denk gelecek şekilde sabitlenmesi gibi…

Anlaşılan, iktidarda ampul oldukça genç yandı!..

Ne var ki Kut’ül Amare zaferi çok kısa sürdü, kurtarılan toprakların bir yıl bile dolmadan tekrar İngilizlerin eline geçtiğini hatırlamalıyız…

Kaldı ki 600 yıllık tarihimizle övünürken, İstanbul’un fethi daha AKP de, Recep Bey de ortada yokken kutlanıyordu…

Örneğin fethin 500. Yılı kutlamaları muhteşem olmuş, ben Taksim’de yeniçerileri ve mehter takımını büyük hayranlıkla izlerken Recep Bey henüz dünyaya gelmemişti…

Preveze Deniz Zaferi de öyle kutlanır.. Her ne kadar Barbaros Hayrettin Paşa AKP döneminde fazlaca önemsenmese de leventli törenler göğsümüzü kabartırdı…

Tabii 600 veya son 200 yıldan söz ederken, Balkan faciasını da, Rus ordusunun Yeşilköy’e kadar geldiğini, Kars’ı uzun süre ellerinde tuttuklarını da;

Ülkenin İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan tarafından işgal edildiğini de unutmayalım!..

Ve şunu da unutmayalım:

1919 bir başlangıçtır!..

Bugünlere gelmemizin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasının, cumhuriyetin kurulmasının;

Padişahın kulluğundan bireyliğe; ümmetten millete ve şimdi rafa kaldırılmış olsa da demokrasiye geçişin başlangıcıdır!..

Bu vesileyle Mustafa Kemal Atatürk’ü rahmet ve minnetle anıyor, bize kazandırdıklarını iyi muhafaza edemediğimiz için özür diliyoruz…

Yargıya güven!..

Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit yargıya güvenin yüzde 70’ten yüzde 30’a düştüğünü söylemiş…

Ve iyi hukukçu yetişmediğinden şikayet etmiş…

Bu doğru olabilir de, asıl mesele yargının siyasallaştırılmasıdır…

14 yıllık AKP iktidarında yargı üçe, dörde bölündü…

Fethullahçılar yargıyı ve polisi ele geçirirken iktidar hiçbir uyarıyı dikkate almıyor, ağzı kulaklarına varıyordu…

Şimdi yargıçlar, savcılar ve polisler demir parmaklıkların arkasında…

Dünyada böyle bir ülke var mı?..

O sebeple yargıya yüzde 30’luk güven çok iyimser bir rakam!..

 

"1919'dan öncesi küpe olsun!"

 

Necati Doğru’nun Sözcü gazetesinin bugünkü (2 Mayıs 2016) nüshasında yayımlanan ‘1919’dan öncesi küpe olsun!’ başlıklı yazısı şöyle:

“1919’dan başlatılan tarihi reddediyorum” deyince aklıma çok sayıda tarihçi ismi ile birlikte Ziya Paşa geldi. Ziya Paşa, tarihçi değil. Türkçeyi eski dilden ve eski şekillerden ilk temizleyen şairimizdir.  Kalemini kılıç yaptı. İnsan hak ve hürriyetlerini korkusuzca savundu.

O bir taş atıcıdır.

Halkın taşını aldı.

Sarayda oturana attı.

Ziya Paşa’nın yaşadığı ve yazdığı günlerde de halkı aldatanlar, rüşvet alıyor, yolsuzluk yapıyor,  hırsızlıkla halkı soyuyor, ülkenin parçalanıp bölünmesini seyrediyorlardı.

Ziya Paşa anlatım ustasıdır.

1919’dan önce yaşadı.

1919’dan öncesini yazdı.

Cehalete hücum etti.

Riyakarlığı yumrukladı.

Ahlaksızlığı  teşhir etti.

Geriliği, gericiliği taşladı.

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kaşaneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm! “ diye yazdı.

Bu cümlesi unutulmadı.

Unutulmaz. 

Hâlâ aynı coğrafyada aynı viraneler.  Ziya Paşa’nın “viraneler gördüm…” diye gerçeği haykırdığı yıllarda ülkeyi yöneten Padişah ile çevresi saraylar yapıyor, konaklar dikiyor ve itibar kazanmak için Anayasa yazdırmaya uğraşıyordu.

150 yıl önceydi.

Ziya Paşa, saray yaptırarak itibar kazandığını sananlara şu sözlerle  haykırıyordu: Hem milyonla çal, payen (itibarın) gene en yüksek olsun, lakin aç biçare (çaresiz) birkaç kuruş mu irtikap (çalma) etti, yeri zindandır! Namus ve hamiyet: Bunlar fakirlere verilsin. Akçe ve imansızlık: Bunları da ikbaldekilere  (iktidardakilere) dağıt!

150 yıl sonra bugün;  “1919’dan başlatılan tarihi reddediyorum” diyenlerin adları üzerine düşmüş “despot” benzetmesini temizleyemeden ve sürekli borç bulup yiyen bir ekonomide saray yaptıranların saraylarına koşarak ödül alan işadamları, profesörler, din adamları, tarikat önderleri, muhtarlar, valiler, kaymakamlar, medya patronları, kalemini satmış yazarlara da Ziya Paşa’nın hayatından (55 yaşında öldü) bir örnek sunmak isterim.

O örnek şudur:

Namık Kemal ile Ziya Paşa,  anayasa taslağı hazırladılar. Dönemin padişahı Abdülhamit, dönemin sadrazamına  emir buyurarak;  taslağın içine “Padişah istediği kişiyi istediği yere sürme hakkına sahiptir” diyen bir madde sokturdu. Ziya Paşa, dönemin sadrazamı Mithat Paşa’ya “Siz de bu maddeye razı geldiniz. Fakat emin olun Padişah, bu maddeyi ilk evvela size tatbik edecek” diye uyardı. Dinletemedi. Mithat Paşa, padişaha dalkavukluğunun bedelini Taif’e sürülüp kellesini cellada vererek ödedi.

Küpe olsun.

Ziya Paşa’nın dalkavuklara seslenen çok cümlesi var. Biri şudur:  “Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın”

Bu da küpe olsun.

Bir şiiri daha var.

Ziya Paşa Terkib-i Bend’inde; “zer duz palan ursan (altın işlemeli semer vursan) eşek yine eşektir” diye yazmış.

Bu da küpe olsun.

1700’den 1919 öncesine kadar bütün yıllar virane. 1919 öncesi  Osmanlı, “İslam’da din reformunu yapamadığı ve inadına şeriat! “ dediği için battı. Çünkü despotluğu aşamadı.

Hepsi küpe olsun.

İlgili Haberler