Özel Dosya

Ankara katliamında hayatını kaybeden Yunus Delice'nin hikâyesi: Kafasına bir şey koydu mu, vazgeçirene aşk olsun!

P24'ün Barış Portreleri, Emine Algan'ın yazısıyla devam ediyor

05 Ağustos 2016 14:49

Emine Algan*

Onun olduğu ortamda hep gülerdik.”

“Suratsız hâlini hiç görmedim…”

“Haksızlığa karşı sessiz kalamaz. Doğru bildiği bir şey oldu mu tartışmak zorunda.”

Arkadaşlarıyla görüşüp bunları duymadan çok önce, Yunus’u tanımak için çıktığım yolun başından beri, kulağımda hep aynı şarkı dönüp duruyor. Kâzım Koyuncu’nun sesinden Attila İlhan’ın dizeleri. “Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk/ Gece trenlerine binme, binme kaybolursun/ Sokaklarda mızıka çalma çocuk/ Vurulursun…”

Sanki ille de bu şarkı tarif ediyor bu çocuğu. İçimde öyle bir his.

Hayatın hiçbir ânını ıskalamadan yaşamaya and içmiş gibi, çok sevdiği soyadının hakkını vere vere yaşayan, ele avuca sığmaz bir genç. Yunus Delice. Meraklı, coşkulu, tezcanlı. Okumayı, tartışmayı seven, tartışırken haksız çıkmayı daha da çok seven bir delikanlı.

Tütüncü bir ailenin yedi çocuğundan ikincisi. Adıyaman Sağlık Meslek Yüksekokulu Yaşlı Bakımı bölümünde okurken, Kömür beldesindeki köyünden ayrılıp öğrenci evinde yaşamaya başlıyor. Kendi ifadesiyle Yunus’un “aydınlanma zamanı”. İki yıllık okul kesmiyor. Yeniden sınav. Bu defa Celal Bayar Üniversitesi Hemşirelik. Doğduğu topraklardan uzak, yeni bir hayat; farklı ortamlar, yeni arkadaşlar. Çabuk uyum sağlıyor, her yerde faal. Derslerde, dışarıda, yurtta, öğrenci derneğinde, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesi HDP’de, yaz tatilinde çalıştığı fabrikada Yunus hep odak noktası. Bir-iki arkadaşıyla konuşmayı umarak gittiğim Manisa’da onlarca gencin toplanmasından belli... Çoğunu birbiriyle tanıştıran Yunus olmuş.

2015 yazında Yunus ve arkadaşı Ferhat eve çıkalım diyorlar. Yunus’un kardeşi Tahir, Ferhat’ın kardeşi İbrahim de aynı üniversiteyi kazanınca hızlanıyor iş. Ferhat’ın İzmir’de çalışan abisi Veli de katılacak aralarına, beşi bir yerde yaşayacaklar. Olamıyor…

“Yurttan çıkmayı yeni bir hayat olarak görüyordu Yunus. Çok heyecanlıydı. Kaç seri kitap aldı. Dünya klasikleri, Mehmed Uzun, Yaşar Kemal, Freud, Nietzsche, özellikle felsefe kitapları. Kendinde bir şeyler oturtmaya çalışıyordu.”

Her satırı heyecanla okunurken yarım kalan o kitaplar şimdi Adıyaman’da. Tıbbi Sekreterlik bölümünü kazanıp Manisa’ya giden ve hepi topu on dört gün sonra, abisini toprağa vermek üzere köye dönen Tahir’e emanet. Yunus’un barış mitingine katılacağını ailede bilen tek kişi o. Abisi sıkı sıkı tembihlemiş, kimseye söyleme diye. Sözünü tuttuğu için hâlâ kendini suçluyor. Sanki söylese, o bomba patlamayacaktı.

Tahir o günden beri köyde. Manisa’daki arkadaşlarından Mehmet, “Yunus barış için oraya gitti” diyor. “Belki kopması muhtemel iki coğrafyayı bir araya getirmek için. Ama öyle bir şey yaptılar ki, kardeşi batıdan koptu. Kazandığı okuldan geçti. Bundan sonra bu devlete nasıl ısınacak, neye inanacak? Manisa’yı, Ankara’yı nasıl sevdireceksin?”

Yunus hem Kürt hem Alevi; azınlığın azınlığı. Şansına yurttaki odası tamamen ülkücü. Arkadaşları soruyor, nasıl yapıyorsun zor olmuyor mu? “Madem hayat böyle bir şey; okumak, yaşamak, çevre edinmek istiyorsun, o zaman herkesi anlamak zorundasın” diyor Yunus.

Yazın memlekete gitmek yerine Manisa’da bir fabrikada çalışıyorlar. Ev tutmak için para lazım. Yunus buluyor işi. Elektrikli ev aletleri üreten bir fabrika. O günlerden Yunus’u tarif eden bir olay:

“Gece vardiyasındayız. Makineler hiç durmaz, sırayla yemeğe gidiliyor. Biz ilk grup gittik. Pide ekmek, un çorbası, bir de salata. Yiyip döndük, öbür ekip gitti. Yunus demiş ki o kadar çalışıyoruz bize bunları mı veriyorlar, bir çorba bir salata! Bir baktık Yunus şalteri indirmiş, greve gidiyor adam! Bütün arkadaşları gaza getirmiş, orada Kürt olarak sadece biz varız, diğerleri hep Manisalı, milliyetçi arkadaşlar. Onlar da bir atarlanmış. Âmir geldi, şokta. Yunus dedi ki, biz yemek yemeden bu makineler çalışmayacak! Âmir gidip bir şeyler hazırlattı, doğru düzgün yemek yendi. Sonraki hafta firmayı değiştirdiler, düzeldi yemekler.”

Yirmi bir yaşında bir genç kız, yirmi üçündeki delikanlı için “Geç buldum, çabuk kaybettim” diyebiliyor zorlukla. Boğazım düğümleniyor. Saatlerdir sessizce dinleyen, nadiren söze karışan, Yunus’un kız arkadaşı. Öğrenci derneğinde tanıştıkları gün etkilenmiş.

“Kadınlar birey diyordu, erkeğin bir üstünlüğü yok... Ağrılı’yım ben, genelde yetişme tarzımız öyle, erkekler daha baskın. Yunus diyor, eşitiz, kadın yemek yapmak zorunda değil. Fabrikada çalışan kadın arkadaşlarımıza ders verip sınavları kazanmalarına yardım ediyordu. Kız kardeşini de okutmak istiyordu, onu da yanıma alacağım diyordu.”

Genelde dış görünüşüne pek dikkat etmeyen Yunus, son aylarda kendine özen göstermeye başlayınca arkadaşları takılmış, “hayırdır, ne iş?” İbrahim anlatıyor. “Saçlarını uzatmaya başladı, saç kremi falan aldı. Şöyle tarıyor, böyle bırakıyor, telefonu alıp selfie çekiyor. Yunus bir de yakışıklı adamdı.”

Kız arkadaşı ekliyor: “Güneş gözlüğünü çok severdi, genelde onunla poz verirdi. Bir de göz rengine hayrandı. Maviydi ya… Gözlerime âşığım derdi.”

Açık havada gezmeyi, futbol oynamayı, koşmayı, uykuyu, güzel yemekleri, özellikle de balık-salata ikilisini, bûka barane* şarkısını (*Kürtçe’de yağmurun gelini demek, gökkuşağı anlamına geliyor), film izlemeyi - ille de Bahman Gobadi’nin Kaplumbağalar da Uçar filmini-, bir de Mustafa’yı çok severmiş Yunus.

Cümle bile kurmadan anlaşıyorlardı, diyor Mustafa’nın abisi Mehmet. “Hiç ayrılmıyorlardı. Saatlerce muhabbet eder, hiç sıkılmazlardı. Birbirlerinin küpüydüler.”

Yunus’un küpü olan Mustafa askerde, görüşemiyoruz. Ankara’dan kara haber gelince birliğinden izin istemiş cenazeye katılmak için, vermemişler. O da kaçmış. Otobüsle Adıyaman’a gitmeye çalışırken yakalanmış, cenazeye gidemediği gibi üstüne bir de ceza.

Ankara’ya giderken yanında kimler vardı diye soruyorum. Neredeyse hepsi. En gençleri Mahir giriyor söze. “Otobüse bindim, bir yere oturdum. Baktım, kimse yanıma gelmiyor. Çorum’dan yeni gelmiştim, kimseyi tanımıyorum. Sonra Yunus gelip yanıma oturdu. Bir kadın vardı otobüste, acıkır diye Yunus ona bisküvi almış. Günler sonra burada gördüm kadını, hâlâ o bisküviyi saklıyordu.”

Otobüsün öncesini Mehmet’ten öğreniyoruz. “Biz aslında beraber oturacaktık Yunus’la, konuşacaklarımız vardı. Otobüse bindik. Yunus baktı, yalnız oturan bir genç. Arkadaş aramıza yeni katılmış, kendini dışlanmış hissetmesin dedi. Hayat öyküsünün bir kısmını da bu anlatır. Yunus tek bir koltuğa sığmadı. Mahir’in yanında oturuyordu ama o otobüste boşalan her koltuğa, her birinin yanına gidip muhabbet etmişliği, şarkı söylemişliği vardır.”

Drama Köprüsü’nü söylemiş o gece Yunus. Sabaha kadar güle oynaya, barış şarkıları söyleyerek gidilen Ankara’dan eksilerek dönülüyor. Hiçbiri 9 Ekim gecesi olduğu kişi değil artık. Hepsi yaralı. Kimi Aynur gibi, Tuba gibi, peş peşe geçirdikleri ameliyatların izini taşıyor, kimi içlerinde asla dolmayacak bir boşlukla yaşıyor. İki ay yoğun bakımda yaşam savaşı veren Aynur, “Çok yandık” diyor, “Çok eksildik. Ama sinip bir köşeye çekilmeyeceğiz. İnadına güleceğiz, inadına yaşayacağız.”

Yunus da böyle olsun isterdi herhalde. Kız arkadaşı gözleri dolarak onaylıyor. Suruç’taki patlamadan sonra çok fena olmuş Yunus. “Kahroldu. Başka hiçbir şey konuşmuyordu. Şu sözü aklımdan çıkmıyor: Bir gün öleceksem de böyle bir ölümüm olsun, dedi. Her türlü öleceğiz, en azından ölümüm bir işe yarasın.”

Arkadaşlarıyla yaptığımız görüşmeden bir ay önce. Adıyaman’ın merkez ilçesine bağlı Kömür beldesinde, Yunus’un ailesinin evindeyiz. Sırtını kayalara yaslamış, tütün tarlalarını tepeden gören evin balkonunda. Kızıl bir akşam iniyor. Kıvrıla kıvrıla ilerleyen toprak yola, tek tük evlerin olduğu uçsuz bucaksız vadiye dalıp gitmişken evin tek kızı Sevgi geliyor usulca. “Abim de buraya bakmayı çok severdi. Güneşin batışını seyrederdi.” Boynundaki altın kolyeyi gösterip “Abim almıştı” diyor, “bununla avunuyorum işte.” İncecik bir zincirin ucunda, bir yüzünde “canım abim”, öbür yüzünde “Yunus” yazan kolyeye okşar gibi dokunurken gözlerini kaçırıyor.

Gece yarısına doğru, komşular, akrabalar çekildikten, gündelik hayat konuşmaları tükendikten sonra, kimsenin dilinin varmadığı o yere geliyoruz.

“Bizim bu çocuk hep nazardan oldu”, diyor baba. Başını eline dayamış, dalıp giden anne sayıklar gibi katılıyor, “nazar”… Kepçenin altına girmesi de nazardı.

2012 yaz tatili. Kömür’e kanalizasyon yapılacak. Köylüler yevmiyeyle çalışıyor, Yunus da. Operatör fark etmiyor, iki gencin üzerine iniyor kepçe. Yunus’un ayağı tonlarca ağırlığın altında. Ankara’da 22 gün hastanede yatıyor. Kangren olunca başparmağı kesiliyor. O günden sonra, yaz-kış evin içinde bile çorapsız gezmiyor Yunus.

Oğullarının Ankara’da olduğundan habersiz, 10 Ekim günü akşama kadar televizyondan haberleri izliyor Mahmut ve Nazlı Delice. “Ah, nasıl kıydılar bu insanlara” diye diye. Gece gelen telefon üzerine baba Mahmut, köyden akrabalarla yola düşüyor.

“Kendi ölümümüzü bilirdik, ama onu… bu dereceye geleceğini bilmezdik. Ankara’ya gidene kadar da söylemediler, dediler yoğun bakımda. Allahım dedim, bu sefer de kurtarabilir miyiz acaba? Olmadı.”

Anne Nazlı’nın hâli daha da fena. Bir akrabaları hastalandı, kocası Adıyaman’a gitti sanırken, o güne kadar görülmemiş bir kalabalık köyün içinden geçip eve doğru geliyor. Omuzlarda taşınanın kendi oğlu olduğundan haberi yok. Ama iki gündür hasta gibi, kolları tutmuyor, gözüne uyku değmemiş. “Diyordum bu kalbimde ne var, durmuyor.” Çoğunu tanımadığı o kalabalık içinde büyük oğlu Engin’i seçiyor gözleri. Gelini Mine’yi. Ama onlar İstanbul’da, burada ne işleri var… Tahir? Ne zaman geldi Manisa’dan… Sabahtan beri ortalarda gözükmeyen Erkan, Sedat, Aziz… Bütün çocuklar... Bir tek Yunus yok. Kimin tabutunu omuzlamışlar böyle? Kızı Sevgi ağlayarak koşuyor aralarına. Bir Yunus eksik… Yunus? Yunuuuus!..

“Hiçbir şey bilmedim, nasıl oldu bilmedim. Sanki ben dünyada yokum.”

Mahmut Delice, düşünüp düşünüp tekrarlıyor: “Kimseye karşı herhangi bir yanlışı yoktur. Hiç kimseye ne bir hakaret, ne kavga ne bir şey…”

Sanki oğlunun bir kabahatini buluverse, acısı hafifleyecek. Bulamıyor. Kendinde arıyor bu defa. “Bazen sabaha kadar uyumuyorum, kendi aklımla düşünüyorum. Diyorum nasıl oldu bu? Kime karşı ne hata yaptık… Tek bizim çocuk değil, otuz sekiz milletten insan oraya gitti. İnsanlar ne hata yaptılar? Kimsenin elinde silah da yoktu. Nasıl kalkıp da canlı bomba oluyor, insanları patlatıyor!”

“Hiçbir kötü huyu yoktu” diyor anne, “Bana kıyamazdı, süpürge yapardı, bulaşık yıkardı, ekmek pişirirdi. Yazın da çalışırdı.”

Küçüklüğü de çalışarak geçmiş Yunus’un. İstanbul’da buluştuğumuz abisi Engin anlatmıştı. “Bahardan çıkardık, ailece. Kayseri, Yozgat, Malatya, Niğde, Giresun… Şeker pancarı eker, mercimek, nohut yolardık. Sonra çapa yaptığımız pancarı sökerdik. Kışa kadar, altı ay çalışırdık.”

Engin, İstanbul’da inşaatlarda demir ustası. 10 Ekim günü de akşam geç saate kadar inşaat tepesinde. Çalışırken geliyor haber. Sonra Ankara. Ertesi gün akşama kadar hastanede bekleyiş. Çadırlarda tanınmayacak halde insanlar. Aylar sonra o günü anlatırken boğazı düğüm düğüm. “Ama gene çok şükür, Yunus’un bedeni sağlamdı” diyor. “Darbeyi herhalde ensesinden almıştı.”

Mahmut Delice, oğlunu en son yılbaşında İstanbul’da görmüş. İçindeki isyanı bastırmaya çalışarak anlatıyor oğlunu. “Biz öyle bir ağaç yetiştirdik… ağacımızı söktüler. Allah kimsenin ağacını sökmesin. Dünya herkesin, bu aydınlık herkesin, bu toprak herkesin.”

Artık kimsenin konuşacak gücü yok. Yataklar seriliyor.

Sabah bütün eve gündelik telaş hâkim. Ekmek pişiyor, patates kızarıyor, Tahir’le babası tarladan dönüyor. İlkokula giden Aziz ve Sedat çoktan hazır. Sedat çantasını sırtından indirmiyor. Dört yıldır sadece bir kere geç kalmış okula. Yunus’a çekmiş belli ki.

Sevgi, sofrayı kurarken fısıldar gibi konuşuyor. “Okumamı çok istedi. Açık öğretime gireyim diye sınava götürürdü. Bambaşka biriydi. Her zaman sözünü tutardı. Sanki abi değil arkadaştı. Şimdi koca bir boşluk.”

İstanbul’da abi-yenge, Adıyaman’da bütün aile ve akrabalar, Manisa’da arkadaşlarına misafir olup, her birinden uzun uzun Yunus’u dinledikten sonra benim içimde de o boşluk var şimdi. Çocuğum yaşında bir arkadaşımı kaybetmiş gibiyim.

Kâzım Koyuncu’nun sesi kulağımda, gitgide yükseliyor. Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk…


Son: * Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün, 10 Ekim 2015 Cumartesi günü Barış Mitingi'ne giderken katledilenlerin unutulmaması için hayata geçirdiği Barış Portreleri projesi kapsamında hazırlanan 101015ankara.org sitesinden alındı.