Gündem

P24: 7 Haziran medya için de ‘tamam mı, devam mı’ demek

"Seçimlerin ertesi günü gazeteciliğin artık mümkün olmadığı bir ülkede uyanabiliriz"

24 Mayıs 2015 20:27

P24 Bağımsız Gazetecilik Platformu*
Editoryal 

Türkiye'nin giderek bir yenilgiye dönüşmekte olan demokrasiye geçiş hikâyesinde en hüzünlü bölüm, gazetecilik mesleği ve medya sektörüyle ilgili olanı. Yıllardır sıkıntıyla dile getirilen ‘’medya düzelmeden Türkiye'ye demokrasi gelmez’’ ifadesinin ne denli isabetli olduğunu bugünlerde çok daha iyi anlıyoruz.
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son dönemde öncülüğünü yaptığı medyayı tümüyle sahibinin sesi kılma mücadelesinde gelinen noktada, bağımsız ve özgür medyayı yaşatma çabalarına dair umutlar hızla eriyor.
 
Alabildiğine yüksek bir ses tonuyla, popülizmin sınırlarını bile fersah fersah aşan vaatlerle, nefret söylemiyle, inançların pervasızca politize edilmesiyle yürütülen seçim kampanyasından gazetecilik de payını ziyadesiyle almakta. Tarihinin en hırçın partizanlaşma dönemlerinden birini yaşayan medya sadece ölüm-kalım boğuşmasının sahnelendiği bir savaş alanına dönüşmekle kalmadı, aynı zamanda kendisi de bir haber öznesine dönüştü.
 
7 Haziran Genel Seçimleri Erdoğan'ın iyice tahkim etmek istediği, ‘’denge-denetim’’den ve cezai yaptırımdan muaf; kuvvelerin mutlak birliğine dayalı bir tek adam yönetimi için seçmenlerin ‘’tamam mı, devam mı’’ sorusuna nihai yanıtı vereceği tarihî bir siyasi eşik ise, Cumhurbaşkanı ve yakın çevresinin medyada kontrol altına bir türlü alınamayan medya kesimlerine karşı söylem ve işlemlerini anlamak kolaylaşıyor:
 
Arzu edilen iktidarı sağlama almanın yolu, medyanın - özellikle de TV kanallarının - muhalefetin seçim kampanyalarını izleme, haber yapma, ona söz hakkı tanıma ve yorumlama imkânlarının, hakkının önünü kesmek. Başka deyişle muhalefet partilerinin ve AKP iktidarına karşı eleştiri dile getirmek isteyen sivil toplum sözcülerinin katılmasının önüne geçildiği tek sese indirgenmiş bir ‘’toplumsal tartışma’’ (!) ile iktidarı mutlakiyet istikametinde tahkim etmek.
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu istikamette epey bir mesafe katettiği, başarılı olduğu söylenebilir. Devlete bağımlı yayıncılık ve iktidara karşı kırılgan yapılanmasına rağmen, özellikle seçimler esnasında tüm partilere adil söz hakkı tanımaya gayret gösteren TRT, bugün tamamen AKP'nin tahakkümü altında. Partizanlığı, RTÜK'ün önceki iki seçimde bu kurumun yayınlarına karşı verdiği tarihî cezalar ile tescillenmiş durumda.
 
7 Haziran seçimlerine aynı TRT'nin o cezaları hiçe sayan yayıncılığı eşliğinde gidiliyor. Önceki onyıllarda parti liderlerinin olabildiğinde hakkaniyetli şartlar altında katıldığı ulusal tartışma programlarının yerinde yeller esiyor.
 
İşin hazin yanı, demokratik beklentilerin sıfırlanmasıdır: Liderler arasında tartışma programı yapılması gibi taleplerin artık teklif bile edilemediği, abesle iştigal gibi görüldüğü bir çaresizlik hali söz konusudur. TRT'nin kanalları ve erişim gücüyle medyanın içinde ne denli güçlü ve etkili bir sese sahip olduğu düşünüldüğünde, ‘’medya  düzelmeden Türkiye'ye demokrasi gelmez’’ deyişinin isabeti daha net anlaşılır.
 
Gerisi de aynı ölçüde vahim. Türkiye 2011'den bu yana tüm siyasi gündem ve söylemi Erdoğan'ın belirlediği bir garabet yaşamaktadır. Başbakanlığı ve şimdi de Cumhurbaşkanlığı döneminde, bağımsız ve özgür kimliği bilinen gazetecilerin karşısına çıkmayı reddetmiş; uçak seferleri öncesi, esnası ve sonrasında, şartlarını tamamen kendisinin belirlediği sözümona ‘’basın toplantıları’’nda, on-line mizah gazetesi Zaytung'un ifade ettiği gibi ‘’cevapları sorulandırmış’’; kıdemli bir gazetecinin dediği gibi ‘’kendisi çalıp kendisi oynamayı’’ tercih etmiştir.
 
Uçak seferlerine davet edilen ‘’gazeteciler’’ dikkatle, ‘’Beyefendi’’yi rahatsız edip kızdırmayacak kişiler arasından, iktidara tamamen biat etmiş yayın kuruluşlarının içinden seçilegelmiştir. Erdoğan'la ‘’esas duruş’’ halinde çekilen resimler, 12 Eylül liderleriyle o dönemin bazı ‘’VIP’’ gazetecilerinin çektirdikleri ‘’hazırol’’ pozlarıyla beraber, Türk basın tarihinin utanç sayfaları arasında yerini şimdiden almış bulunuyor.
 
Bu ‘’gazeteciler’’ ile uçakta yapılan konuşmaların nasıl birer stenografi egzersizi olduğunu anlatmaya gerek bile yoktur. Bu davetliler sadece bir propaganda söylemini, hiçbir yönünü asla sorgulamaya kalkışmadan, topluma taşımaya gönüllü ve  görevlidirler. Bu kesimin, Türkiye'de hapiste hükümlü ve tutuklu olarak bulunan 25 gazeteciyle veya gazetecilere açılan davalarla ilgili herhangi bir kaygısı da yoktur, tam tersine önemli bir kısmı medya hak ve özgürlüklerinin daha da budanmasını haklı ve meşru bulmakta, desteklemekte, hatta kışkırtmaktadır.
 
Türkiye toplumunun beşte dördünün aslî veya tek haber kaynağının - aynen Rusya'daki gibi - TV olduğu biliniyor. Erdoğan ve çevresinin, medya stratejisinde odak noktasının TV kanalları olduğu kolayca tahmin edilebilir. TRT dışında, özel medya gruplarına ait kanalların ‘’Alo Fatih’’ baskısına maruz kalmalarının sebebi, izleyiciye AKP icraatlarını, yolsuzluk iddialarını, siyasi kararlardaki hataları sorgulatacak yayıncılığın önünün kesilmesidir. Türkiye'de, içinde en saygın akademisyenlerin de bulunduğu - çoğu ‘’merkez’’de duran - yorumcuların bu kanallardan aforoz edilmeleri, tartışma programlarına davetlerin son bulması, akademisyenlere TV tartışmalarına katılmak için ‘’izin’’ mecburiyetinin getirilmesi bu nedenledir.
 
Gezi olaylarından başlayan bu karartma ve susturma döneminin, 7 Haziran seçimlerine uzanan son aşamasında meydan, fikir alışverişi yerine ağız dalaşını öne çıkaran, kalitenin iyice düştüğü ‘’analiz’’ (!) programlarına kalmıştır.
 
Erdoğan, kamu iletişimi açısından hayati bulduğu TV'lerde ‘’cevapları sorulandırmak’’ için de AKP partizanı ‘’gazeteci’’leri özenle seçiyor. Bunların sonuncu örneği, Mehmet Barlas'la katıldığı programda yaşandı. Toplumun cevap beklediği hiçbir soruya muhatap olmayan Cumhurbaşkanı, Barlas'ın ‘’Çok insancılsınız, çok sıcak kanlısınız, ailenize düşkünsünüz, birlikte olunduğu zaman bal gibi tatlı bir adamsınız" şeklindeki övgülerini gülümseyerek dinledi. ‘’Size başarılar diliyorum. Zaten çok başarılısınız" sözleriyle programdan uğurlandı.
 
Ama bütün bu pohpohlamaların, ‘’Beyefendi rahatsız olmasın’’ların yeterli bulunmadığı, bulunmayacağı da açık. Cumhurbaşkanı, her ‘’başarılı’’ girişimine rağmen medyada hâlâ şahsı ve partisi aleyhine kamuoyu oluşturma gücüne sahip bir medya kesimi görüyor, bunun önünü kesmek için tedbirlerin daha da sertleştirileceği bir dönemi, tehdit dolu bir dille, işaret ediyor.
 
Son günlerde iyice artan basınç, medyada AKP tarafından arzu edilen icraati göstermeyen iki farklı kesimi hedef almakta.
 
İlki, Cemaat'le bağları bilinen Samanyolu ve Zaman gibi grupların öncelikle TV kanallarının TÜRKSAT uydusundan yayınlarının kesilmesiyle ilgili. Anayasal Düzene Karşı Suçları Soruşturma Bürosu Savcılığı tarafından Ulaştırma Bakanlığı'na iletildiği anlaşılan 'talimat'ın kendisinin Anayasa'ya aykırılığı bazı bakanlar tarafından ifade edilmiş olsa da, bu girişimin bundan sonra olacaklar ile ilgili en net ipucu olduğu kuşku götürmez.
 
Tek parti hükümeti kuracak çoğunluğu bir kez daha elde etmesi halinde, aynı Erdoğan'ın medyadaki çatlak seslere karşı daha da sertleşeceğini varsaymak gerekir.
 
Esasen Anayasa'da 'cumhurbaşkanı tarafsızlığını' defaaten ihlal ettiği gerekçesiyle Erdoğan hakkında soruşturma başlatması gereken bir savcılık bürosunun, bu eleştirileri haber yapan ve yorumlayan gazeteciliği bizatihi hedef alması, bu varsayımı son derece kuvvetli kılmaktadır.
 
İkinci hedef, Kanal D ve CNN Türk gibi iki kanalda - ritmik ve her zaman istikrarlı olmasa da - iyi kötü, adil bir seçim haberciliği yapmaya çabalayan Doğan Medya Grubu'dur. Son haftalarda doğrudan doğruya Aydın Doğan'a yönelen ve ‘’iktidar korosu’’ tarafından çok sesli yayılan tehdit, suçlama ve saldırılar, açıktır ki, seçim öncesi yıldırma, seçim sonucuna bağlı olarak da bezdirme ve grubun kilit haber kuruluşlarını biat ettirme veya elden çıkarttırma amacını taşıyor.
 
Cemaat'e yakın medya grupları üzerinde ‘’terör örgütü’’ bağlantısı iddiaları gezinirken, Erdoğan'ın Barlas'la mülakatında Aydın Doğan'ın ‘’kâğıt ithalatı gibi bazı işleri’’ni soruya gayet hazırlıklı bir şekilde gündeme getirmesi boşuna değil. Belli ki, Damokles'in Kılıcı yerli yerinde sallanmakta.
 
Doğan Grubu'nun pazarda yaşayacağı bir türbülans, elbette ki, medya sektöründeki reklam payları kadar, güçlü gazete dağıtım ağının da geleceğini radikal biçimde etkileyecektir.
 
Doğan'ın durumu, seçim sonuçlarına bağlı. Acı gerçek şu ki, sonuç ne olursa olsun, Türkiye'de gazeteciliğin çöküşü önlenemez görünüyor. Bir yanda, özgürlüklere el koyma kapsamında Hidayet Karaca ve Mehmet Baransu örnekleri sessizlikle kanıksanırken, diğer yanda Sedef Kabaş, Sedat Ergin örnekleriyle cezai yaptırım kültürü güç kazanırken, ve ayrıca ‘’patron sultası‘’ altında işten çıkarmalar editoryal bağımsızlığı içerden iyice kemirmişken, umutlar da hızla eriyor.
 
P24 olarak gelişmelerden son derece kaygılıyız.
 
‘’Medya düzelmeden Türkiye'ye demokrasi gelmez’’ deyişinin önemli bir boyutu, güçlü medya gruplarının geçmişin ‘’günahlarından’’ özeleştiriyle söz edip, kalıcı bir ‘’detoks’’a gitmesiydi. Gelirinin üçte ikisini hâlâ medya şirketlerinden elde eden Doğan Grubu bunu yapsaydı, belki kamuoyunu da daha sağlam bir güven zemininde arkasında bulacaktı. ‘’Detoks’’ maalesef gerçekleşmedi.
 
Seçimlere çok az bir zaman kaldı. Böyle bulanık ve hırçın bir ortamda gazetecilik yapmanın zorlukları da ortadadır. P24 tam da bu yüzden, muhabirliğin iyice değersizleştirilmeye başlandığı bu dönemde, seçimleri izlemek amacıyla ‘’seçim otobüsü’’ projesini kendi mali imkânları çapında gerçekleştirmeye; gazeteciliği rayında tutmaya çabalıyor.
 
Ama yetmeyecek. Seçim güvenliği de medya ile ilgilidir. Bugün ayyuka çıkan kamusal kaygılar, sayımda hile-hurda şüpheleri, çizdiğimiz kötürüm bırakılmış gazetecilik tablosuna da pek fazla umut ışığı bırakmıyor.
 
Sayımda Türkiye medyasının bağımsız ‘’Dördüncü Kuvvet’’ rolü en uç sınırlarına kadar zorlanacaktır. Sınav başarısızlıkla sonuçlanırsa Türkiye bambaşka bir sürece, hormonlanmış bir otoriterleşme dönemine ayak basacaktır.
 
Ve bu resmin içinde, ‘’gazeteciler’’ sadece iktidar sahibine topyekûn biat ettiği ölçüde çalışma imkânı bulabilecek, sadece tek kişinin oyun şartlarını belirlediği bir ‘’gazeteciliğe’’ yer kalacaktır.


*Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün internet sitesinde yayımlanmıştır.