Yazmayan üslupçu

Hayatınızın bir dönemini aynı ortamlarda yan yana yaşadığınız bir insan yıllar sonra kendi hayatını anlatır, birkaç sahnesinde sizin de şöyle bir görünüp kaybolduğunuz uzun bir anlatıdır bu...

13 Aralık 2018 14:09

Yılların gazetecisi, yayın yönetmeni, senaryo danışmanı Tuğrul Eryılmaz’ın elinden herhalde binlerce yazı geçmiştir ama, kendisi pek az yazmıştır. Yönettiği dergi ve gazetelerde de yazar olarak imzasına az rastlarız. Oysa o tepeden tırnağa bir üslup insanıdır. Bunu Asu Maro’nun Tuğrul Eryılmaz kitabında bütün haşmetiyle izleyebiliyoruz. Altbaşlık: 68’li ve Gazeteci.

Davudi sesini bir yana bırakacak olursak, bütünüyle doğuştan gelen bir üslup değil bu. Ama zorla, zorlayarak, salt zekâ ve akılla oluşturulmuş bir üslup da değil. Bilincin esaslı bir rol oynadığı, ancak diğer büyük rol sahibinin bir tür doğal kendilik olduğu, katmanlı bir üslup vakasından söz ediyorum. Katmanların ilki sözlü dil kullanımında kendini gösteriyor. Andığım kitap da bir söyleşi kitabı zaten, nehir söyleşi. Böylece, sözlü anlatımı yazıymış gibi izleyebiliyoruz. Anlatanın denetiminden geçmiş olduğu için, söz ile yazı arasında bir yerde olduğumuz da bir gerçek.

Anlattığını (çok temel bir hayat felsefesine ve gazeteciliğin evrensel ilkelerine tutunma çabasını) “hafif” bir zarfla sarıp sarmalamak’ diye formülleştirebileceğim bir üslup söz konusu. Yüzey yapıda “biz”li bir öznenin edilgen kipi (“gidilirdi, gülünürdü”) ile gündelik dilin sakınmasızlıkları dikkat çekiyor: “hıyar mıydık, hıyardık tabii”, “Allahım ben neler yaptım” gibi. Tam Eryılmaz’ın önemsediği türden, çoğul ve “eğlenceli.” ‘İtiraz etmek’ yerine “kendini yerlere atmak” deyimi, ‘söylemek’ yerine “abuk sabuk konuşmak” kalıbı vb. Birkaç cümlede bir “kıyametler kopuyor” zaten. Bu enerji fazlalığı okurun dikkatini çelecek gibiyken, içerik yoluyla birden şaşırtma etkisi yaratarak, söylediğinden fazlasını anlatmayı başarıyor. Hafifletilmiş söyleyiş, evrensel ilkelerle iç içe. Genel bir çizgi olarak, biçim-içerik zıtlığı. Her tür metinde, sınavdan başarıyla çıkılması en zor olan.

68'li ve Gazeteci, Tuğrul Eryılmaz, Asu Maro, İletişim YayınlarıŞaşırtma etkisi konusunda, Eryılmaz’ın, Nokta dergisi deneyimlerinden söz ederken kullandığı bir cümleyi anmalıyım: “[Dergide] bir hafifleme hissediliyordu” diyor.[1] İlk anda bu cümleye şaşırmamak elde mi? Bir antitez var ama, neyin antitezi? Daha fazla nasıl hafiflemiş olabilir o dergi, hemen önceki sayfalarda anlatıldığı üzere en ağır konular 12 Eylül ortamı gereği hafifletici formüllere büründürülmüşken zaten? Üstelik, anlatıcımız olağan dili her zaman “sıkıcı” bulan biriyken? Mesele hemen bir sonraki cümlede anlaşılıyor aslında ve siz şaşkınlıktan kurtuluyorsunuz: “Muhalefet dozunun düşmüş olduğunu düşünüyordum.” Eryılmaz’ın gözünde “hafifleme”, bir biçim değil, içerik meselesidir. Dergiciliğinde popüler kültür öğelerine, onların da daha çok görsel verilerine gördürdüğü işlev ‘biçimde hafifleticilik’ işlevidir. Bu bir dergicilik üslubudur ve kendisi bunu her zaman, kitapta da rastladığımız “popüler olanla olmayanı ayırmayan” biçimindeki formülüyle dile getirmiştir (s. 219). Dönem dönem çok tartışılmış bir tezdir ayrıca, galiba en çok Milliyet Sanat’ın yayın yönetmenliğini üstlendiği sıralar. Ama o, Sokak’ta parasız genç ruhlara, Milliyet Sanat’ta görsel sanatçılar ile yüksek maaşlı beyaz yakalılara, Radikal İki’de ise (çok daha düşük dozlarda olmak üzere) ufku açıklara bu üslupla seslendi.

Radikal gazetesi çıktığı sıralar sol, mecra kıtlığı çekiyordu. Kürt sorununu dava konusu eden gazetelerin bir bir kapandığı ya da en ağır saldırılara uğradığı, BirGün gazetesinin henüz çıkmadığı, çıktığında Evrensel gibi onun da dağıtım ve profesyonellik sıkıntısı çektiği, internetin de henüz tam olarak var olmadığı bir ortamdı (1990’lar). Susamışa su verdi yani Radikal ve Radikal İki. Gelgelelim, bağımsız değildi gazete, soldaki boşluğu “hedef kitle” olarak fark eden bir sermaye grubunun işiydi. Ve zamanla her vasat güç odağı gibi kendi aklına uymayanları gazeteden bir bir uzaklaştırdı. Sonuçta özgül bir sermaye ilişkisi söz konusu olduğundan, kediye yüklenmesi de zor olmadı. Ancak, emek verenler cenahından bakınca parlak bir deneyimdir. Bugün temel haklar ve özgürlükler konusunda belirli ortak anlayışlara ulaşmış hatırı sayılır bir tavır sahibi kitle varsa, Eryılmaz’ın ve emek verdiği yayınların bunda ve son 30 kadar yıldır süregelen yeni düşünsel atılımlarda yol açıcı olarak payı olduğu açıktır.

Aslına bakılırsa, kitapta gazeteciliğin ilkeleri konusunda anlattıklarını az sayıdaki yazılarında da bulabiliyoruz.[2] İlki 1999, ikincisi ondan üç yıl sonrasının tarihini taşıyan bu iki yazısı, kitabın meslek açısından özü özeti sanki. Sözlü anlatımın işaretlerini de görüyoruz o yazılarda, ancak ağır basanın, genel Tuğrul Eryılmaz üslubuna ait iki ana boyuttan içerik boyutu olduğunu belirtmek gerekir; kitaptaki gazetecilik içeriğinin kuramsal sağlamlığını pekiştiren iki sözel öncel, bu yazılar.

Asu Maro’nun sorularının da katkısıyla Eryılmaz kitapta bütün bunları anlatmak için biraz da kendi yaşamını dolayım kılıyor. Gerçekte yaşamının da üslubunun bütünsel katmanlarından bir diğeri olduğunu hissedebiliyoruz. Özgün bir içiçelik: “Üslub-u beyan aynıyla insan.”

***

Açmak istediğim bir dil sorunu var ki, Eryılmaz’ın söyleşisi bu konuda diyeceklerimi demek için biçilmiş kaftan. Sorun, güncel bir kavram ve onun türevi olan bir sözcükle ilgili: “liberal” ve “liboş”. Kitapta bu sözcükleri ikişer kez kullanıyor Eryılmaz. “Liboş” zaten ironik bağlamlarda geçiyor. Esas olan birincisidir, yani “liberal” sözcüğü. Batı dillerinde bu sözcük birkaç farklı anlamda kullanılır. Siyasi parti olarak liberaller temelde kapitalizmin serbest piyasasını (iktisadi liberalizm), bunun yanı sıra da bireysel özgürlükleri savunan politikalardan yanadır. Çoğunun asıl derdi ‘girişim özgürlüğü’dür, yani sermaye birikimi. ‘Liberal’ sıfatı ise, liberal iktisadi politikaları savunan partinin üyesi ya da destekçisi anlamına gelebildiği gibi, bunun dışındaki bağlamlarda kullanıldığında, “özgürlüklere ve özgür düşünceye öncelik veren” anlamına gelir. Bizim buralarda bu iki anlam, bilerek ya da bilmeyerek birbirine karıştırılıyor, daha çok da aynı torbaya konuluyor; kendini sol sayan bazı kesimlerin dilinde “liberal” kavramı özgürlük boyutundan soyutlanıp küçültücü bir sıfat olarak kullanılıyor, bazen de yerini “liboş”a bırakıyor. Kanımca iktisadi liberalizmi savunanlara “liboş” demek ne kadar yerindeyse, sosyalist ya da değil, özgürlüklere öncelik veren kimseler için bu sıfatı kullanmak da o derece yersizdir ve özgürlük felsefesi, sosyalizmin büyük ideolojik sorunlarından biridir. Bizim toplumumuzda “liberal” kavramını ‘özgürlükçü’ anlamıyla kullananlar daha çok Batı’da olup bitenleri yakından izleyenler oluyor. Eryılmaz da onlardan biri (s. 187, 245). Kendisine sormuş değilim, ancak, söz konusu kavram ve sözcüğü tam tamına az önce tanımladığım gibi anladığı ve kitapta “liboş” sözcüğünü ironi kastıyla kullandığından eminim, anlatısı öyle gösteriyor (s. 188, 234). Kişisel olarak, piyasacılar gözüme ne kadar insanlık dışı görünüyorsa, “liboş” sıfatını kalkan yaparak özgürlük savunucularını aşağıladıklarını sananlar da o kadar düşüncesiz ve tektipçi görünüyor.

***

Hayatınızın bir dönemini aynı ortamlarda yan yana yaşadığınız bir insan yıllar sonra kendi hayatını anlatır, birkaç sahnesinde sizin de şöyle bir görünüp kaybolduğunuz uzun bir anlatıdır bu. Şirin Yazıcıoğlu Cemgil’in Sinança’sından[3] sonra şimdi ikinci kez aynı duyguyu yaşıyorum: Bu tür anlatılar olmasa, başka pek çok kaybımızın yanı sıra, benmerkezcilikten kurtulmanın eşsiz bir dolayımından da yoksun kalırız. Sizinle bir süreliğine de olsa önemli bulduğunuz süreçlerde aynı zamanlardan ve yerlerden geçmiş insanlar her şeye sizinle aynı açıdan bakmıyorlar, fikirleriniz birbirine uzak olmasa bile. Yanıbaşınızda, sizin haberdar bile olmadığınız dramlar yaşanmış olabiliyor. Hiç kimsenin hayatı bire bir anlatılamaz. Yine de diyebilirim ki, kendi hayatını anlatan, kendi ufkunu netleştirmekle kalmıyor, başkalarının ufkunu da genişletiyor... Derken, eleştirmen Hüseyin Cöntürk’ün hararetle konu edindiği hipermetin olanağı geçiyor aklımdan. Tuğrul Eryılmaz kitabı, o yöntemle oluşturulabilecek bir toplumsal tarih için biçilmiş kaftan. O kadar insan, o kadar olay, o kadar atladığımız dram.