Yapraklar Evi

Mark Z. Danielewski'nin labirent kitabı Yapraklar Evi, Gökhan Sarı çevirisi ve Monokl Kitap etiketiyle bu hafta raflara çıktı... "Bir edebiyat başkaldırısı" olarak tanımlanan romandan tadımlık bir bölüm yayınlıyoruz

15 Mart 2018 14:06

Hâlâ kâbuslar görüyorum. Hatta öyle sık görmeye başladım ki, şimdiye değin onlara alışmış olmam lazımdı. Alışamadım. Hiç kimse kâbuslara tam manasıyla alışamaz.

Oradayken, aklınıza gelebilecek bütün hapları bir müddet kullandım. Korkularımı zapt edebilecek ne kadar hap varsa. Excedrin PM’ler, Melatonin, L-triptofan, Valium, Vicodin, barbital ailesinin birkaç üyesi. Hayli kapsamlı bir liste, çoğu defa bourbon viskisine katarak, genellikle karıştırmadan yapamayarak, birkaç kez ciğerleri gıcırdatan bong dumanıyla, hatta bazen öz güveni tavana vurduran kokainle. Hiçbiri işi yaramadı. Bence ihtiyacım olan türden kimyasalı sentezleyebilecek kadar gelişmiş bir laboratuvar bulunmadığını düşünmekte bir sakınca yok. Nobel ödülü bu yavrucuğu bulacak kişiye gelsin.

Çok yorgunum. Uyku kim bilir ne zamandır beni sinsi sinsi takip ediyor. Kaçınılmaz bir şey herhâlde. Ne yazık ki, olası ihtimali dört gözle beklediğim söylenemez. “Ne yazık ki” diyorum, çünkü bir zamanlar uyumaya bayılırdım. Hatta ha bire uyurdum. Lude’un beni gecenin üçünde uyandırıp evine gelmemi istemesinden önce durum böyleydi. Kim bilir, telefonun sesini duymasaydım, her şey farklı olur muydu acaba? Bu konuyu çok düşünüyorum.

Aslına bakılırsa, Lude o talihsiz akşamüstünden bir ay kadar önce bana yaşlı adamdan bahsetmişti. (Öyle mi acaba? talih? —siz olduğu su götürmezdi. Yoksa tam olarak böyle miydi?) Bir sabah uyandığında kendisini Charles de Gaulle sanmaya başlayan bir ev sahibiyle biraz problem yaşadıktan sonra, kiralık daire bulacağım diye çekmediğim sıkıntı kalmadı. Adamın dediğine öyle şaşırmıştım ki, durup düşünme gereği bile olmadan, bendenizin naçiz fikrini sorarsanız bir havaalanına katiyen benzemiyorsunuz, ama üzerinize iniş yapan bir 757’nin hayali çok da uygunsuz sayılmaz, deyivermiştim. Derhâl evden çıkartıldım. Aslında kavga çıkarabilirdim ama, o yer deliler evinden farksızdı zaten, oradan ayrıldığıma seviniyorum. Sonradan öğrendim ki, bizim Chuckie de Gaulle bir hafta sonra evi yakıp kül etmiş. Polise de, eve bir 757 çarptı, demiş.

Ertesi haftalar boyunca, milletin kanepelerinde yatarken bir yandan da Santa Monica’dan ta Silverlake’e kadar kendime daire aradım durdum, bu sırada Lude onun apartmanında kalan yaşlı bir adamdan bahsetti. Adamın birinci katta bakımsız bitkilerle dolu geniş bir avluya bakan bir dairesi varmış. Güya yaşlı adam Lude’a yakında öleceğini söylemiş. Bunun üzerinde çok durduğumu söyleyemem, gene de öyle kolay kolay unutabileceğiniz bir şey değil bu sonuçta. O sıralar Lude’un benimle kafa bulduğunu sanmıştım. Abartmayı sever çünkü. En sonunda Hollywood’da bir stüdyo daire buldum ve bir dövmecide çırak olarak, zihin uyuşturan rutinime döndüm.

1996’nın sonlarıydı. Geceler soğuktu. Bana besin zincirinin tepesindeki biriyle çıkmak istediğini söyleyen Clara English isimli bir kadını unutmaya çalışıyordum. İşte ben de vakit kaybetmeksizin G-stringinin sağ alt tarafına, tıraşlı amının ya da kendi deyişiyle “Yeryüzündeki En Mutlu Yer”in iki buçuk santim uzağına Thumper dövmesi yaptırmış bir striptizciye abayı yakarak, kızın anısına ebedî bir bağlılık gösterdim. Şu kadarını belirteyim, Lude & ben yılın son saatlerini bir başımıza, yeni barlar, yeni yüzler arayarak geçirdik, arabayla kanyonlardan geçtik hiçbir şeyi umursamadan, bir yandan da tepedeki gece yarısı semasını bi’ dünya saçmalıkla aşağılayacağız diye elimizden geleni yaptık. Öyle bir şey yapmadık hiç. Aşağılamadık yani, onu diyorum.

Derken yaşlı adam öldü.

Yapraklar Evi,  Mark Z. Danielewski, Çev: Gökhan Sarı, Monokl Kitap

Şimdi anladığım kadarıyla, herif Amerikalıydı. Gerçi sonradan öğrendim ki, iş arkadaşları nereye ait olduğunu kestiremeseler de, adamın aksanlı konuştuğunu fark etmişlerdi.

Kendisine Zampanò diyordu. Kira kontratına ve bulduğum üç beş başka şeye yazdığı isim buydu. Nüfus cüzdanı nevinden bir şey, bir pasaport, sürücü belgesi, yahut da evet, kendisi Gerçek—&—Varlığı—Kanıtlanabilir bir kişidir demeye getiren herhangi bir resmî belgeye rastlamadım hiç.

Kim bilir ismi nereden geliyordur. Belki ismi hakikaten budur, uydurma veya ödünç de olabilir, bir nom de plume veya —şahsi favorim— bir nom de guerre.

Lude’un dediğine bakılırsa, Zampanò yıllarca bu dairede yaşamıştı, insanlardan genellikle uzak durmasına rağmen, her sabah her akşamüstü avluda dolaşmak üzere hiç sektirmeksizin dairesinden çıkardı, bu avlu dize kadar gelen upuzun otlarla kaplı ve o zamanlar seksen sokak kedisiyle dolu yabani bir yerdi. Anlaşılan, kediler yaşlı adamı öyle çok severmiş ki, adamdan hiç ilgi görmemelerine rağmen, o tozlu yerin ortasına kaçmadan önce sürekli onun ayaklarına sürünürlermiş.

Neyse işte, Lude dükkânında tanıştığı bir kadınla geç saatlere kadar dışarıdaydı. Saat yediyi geçerken, nihayet sendeleyerek avluya girdiğinde, feci şekilde akşamdan kalma olmasına rağmen bir şeylerin eksik olduğunu hemen fark etti. Lude eve çoğunlukla erken saatte gelirdi ve yaşlı adamı şu otların oralarda dolanırken, bazen de tekrar dolanmaya başlamadan önce güneşten örselenen bir banka oturmuş dinlenirken görürdü hep. Her sabah altıda kalkan bekâr bir anne de Zampanò’nun yokluğunu fark etmişti. Kadın işe giderken, Lude da uyumaya gitmişti; ama akşam olduğunda, yaşlı komşuları hâlâ ortaya çıkmayınca, bekâr anne ve Lude Flaze’e, apartman yöneticisine, haber vermeye gittiler.

Flaze yarı Hispanik, yarı Samoalıydı. Çam yarması bir tipti denebilir. 193 cm, 111 kg, neredeyse hiç vücut yağı yok. Çapulcular, esrarkeşler, başka kim varsa işte, binaya hele bir yaklaşsınlar, Flaze uyuşturucu evinde yetiştirilmiş bir pitbull gibi üzerilerine saldırır. Onun boyu bosuyla & gücüyle kimsenin aşık atamayacağına inandığını da sanmam. Eğer mütecavizlerin üzerinde silah varsa, o da kendi koleksiyonunu gösterecek ve hatta silahını Billy The Kid’den bile hızlı çekecektir. Ama Lude yaşlı adamla ilgili şüphelerini dile getirir getirmez, pitbull & Billy The Kid doğruca pencereden dışarıya atladı. Flaze aniden anahtarları bulamadı. Bina sahibini arasak mı diye homurdanmaya başladı. Yirmi dakika sonra, Lude Flaze’in kem & küm edişinden bezip meseleyi ona bırakmasını önerdi. Flaze anahtarları buluverdi ve yüzünde kocaman bir sırıtışla onları Lude’un hazırda bekleyen eline bıraktı.

Sonradan Flaze bana daha önce hiç ceset görmediğini söyledi, orada bir ceset bulacakları kesindi ve bu da Flaze’in hiç hoşuna gitmemişti. “Neyle karşılaşacağımızı biliyorduk,” dedi. “O herifin öldüğünü biliyorduk.”

Polisler Zampanò’yu yerde yüzüstü yatar hâlde, Lude adamı nasıl bulduysa aynen öyle buldu. Sağlık ekibi, olağan dışı bir durum yok, adamın eceli gelmiş, seksen küsur yaşındaymış zaten, kaçınılmaz düşüş, sistem kendini kapatır, ışıklar söner ve hadi buyur, malum kişi dışında kimseye anlam ifade etmeyen, malum kişinin de yanında götüremeyeceği eşyalarla dolu bir zeminde nur topu gibi bir cesedimiz oldu, dedi. Dahası, aynı günün erken saatlerinde sağlık ekibinin gördüğü fahişenin yanında bu ceset iyi bile kalırmış. Kadın bir otel odasında paramparça edilmiş, parçaları da duvarları ve tavanı kırmızıya boyamakta kullanılmış. Onunla kıyaslayınca, bu ceset güzel kalırmış.

Bu süreç epey vakit aldı. Polisler gelip gidiyor, cesetle meşgul olan sağlık ekibi önce yaşlı adamın kesin olarak öldüğünü onaylıyor; komşular ve hatta en son Flaze bile kafalarını içeri uzatıp aval aval bakıyor, günün birinde kendi ecelleriyle benzerlik gösterebilecek bir manzaraya merakla bakıyorlar ya da manzarayı âdeta sindiriyorlar. Nihayet her şey bittiğinde, saat çok geç olmuştu. Lude dairede tek başına dikiliyordu, cesedi götürmüşlerdi, yetkililer gitmişti, hatta Flaze bile, komşular ve diğer çeşit çeşit meraklı tipler de — hepsi gitmişti.

Görünürde kimsecikler yoktu.

“Amına koyayım herif seksen yaşında, o bok yuvasında tek başınaymış,” demişti Lude sonradan. “Benim sonum da böyle olsun istemiyorum. Karın, çocuğun, kimsen yok. Bir arkadaşın bile yok amına koyayım.” Herhâlde kahkahayı patlatmıştım, çünkü Lude aniden bana dönmüştü: “Hey Ahbap, sanma ki gençsin, musluktan boşalır gibi boşalıyorsun diye, hiçbir şeyin garantisi yok ulan. Kendi hâline bi’ bak, dövmecide çalışıyorsun, Thumper adlı bir striptizciye abayı yakmışsın.” Bir konuda haklıydı, orası kesin: Zampanò’nun ne bir ailesi vardı, ne arkadaşları, ne de üç kuruş parası.

Ertesi gün ev sahibi terk ihbarında bulundu ve bir hafta sonra da, dairedeki ıvır zıvırın 300 $ bile etmediğini belirterek, eşyaları alıp götürsünler diye bir hayır kurumunu aradı. İşte o gece Lude müthiş bir keşifte bulundu, yani Goodwill veya bilmem nereli elemanlar eldivenlerle ve el arabalarıyla gelip her şeyi alıp götürmeden hemen önce.

Telefon çaldığında derin uykudaydım. Başkası olsa telefonu yüzüne kapatırdım ama, Lude esaslı bir dost olduğundan, gecenin üçünde kıçımı yataktan kaldırıp Franklin’e doğru yola düştüm. Gözlerinde hınzır bir bakışla, kapının önünde dikilmiş, bekliyordu.

O an geldiğim gibi geri dönmeliydim. Bir şeyler çevirdiğini anlamam, hiç olmazsa havaya, malum saate, Lude’un bakışlarına, bunların hepsine sinmiş olan o malum akıbeti sezmem lazımdı ama, kafamı sikeyim işte, artık nasıl bir moronsam bu emarelerin hiçbirine dikkat etmemiştim. Ana kapıyı açarken, Lude’un anahtarları kemikten askılar gibi şıngırdadı; menteşeler, insan dolu bir binaya değil de âdeta yosun kaplı kadim bir yer altı mezarına giriyormuşuz gibi gıcırdadı. Sonra rutubetli koridorda usul usul yürümemiz, gölgelere karışmamız, tavandaki lambalardan yayılan, ilkel gri örümceklerin eseri olduğuna yemin edebileceğim türden ışık noktacıkları. Veya muhtemelen hepsinden önemlisi, Lude’un bana bir şeyden bahsedeceği zaman fısıltıyla konuşması, o zaman umurumda değildi bahsettikleri, ama şimdi, şimdi, eh bana bahsettiklerini ha bire hatırlamasam gecelerim bir hayli kısalırdı.

Kendinizi geçmişte bir şey yaparken görüp de, bu yaptığınızı ne zaman hatırlasanız daima engel olmak istercesine bağırmak, yaptığınız şeye engel olmak, şimdiki zamanı değiştirmek istediğiniz oldu mu hiç? Şu an tam da böyle hissediyorum, üzerime çöken ataletin, her şeye maydanozluğumun ya da başka bir şeyin peşine ahmak ahmak takıldığımı, başka bir şey de olabilirdi, ama ne olduğuna dair en ufak fikrim yok, belki de hiçbir şey yoktur, her şey hiçbir şeyden ibarettir —bayağı anlamsız bir cümle oldu, “her şey hiçbir şeyden ibarettir”, ama gene de sevdim cümleyi. Bir önemi yok zaten. Geçmiş günlerimin gidişatını düzene koyan artık her ne ise, sağlam kapıların ardına güvenle kilitlenip yaşayanlardan uzak tutulan onca uyuyanın yanından geçip gitmemi sağlayacak kadar güçlüydü o gece, derken nihayet koridorun sonunda soldaki son kapının önünde dikilmiştim, sıradan bir kapıydı, ama sonuçta bir ölünün kapısıydı.

Tabii Lude apartmanın arkasına yaptığımız kısa yolculuğun rahatsız edici yanlarından habersizdi. İhtiyarın vefatını müteakip yaşananları bana sayıp döküyor, durup durup düşünüyordu.

Kapı sessizce açılırken, “İki şey oldu, Ahbap,” diye mırıldandı Lude. “Çok bir şey fark ettiği yok ya neyse.” Bana kalırsa, haklıydı da. Sonradan yaşananlarla pek alakası yoktu bu iki şeyin. Sırf Zampanò’nun vefatını kuşatan tarihin bir parçası oldukları için onları ekliyorum buraya. Umarım bir bir anlatsam da hâlâ kafamın basmadığı bu iki şeyden bir anlam çıkarabilirsiniz.

Lude bir yandan beni birkaç merdiven basamağının etrafından dolandırırken bir yandan da, “İlk tuhaf şey,” dedi. “Kedilerdi.” Belli ki, adamın vefatından önceki aylarda, kediler kaybolmaya başlamıştı. Öldüğünde ise tamamı kaybolmuştu. “Başı kopmuş bir taneyle, bağırsakları kaldırıma dökülmüş başka bir taneye rastladım. Ama genellikle kaybolmuş oluyorlardı.”

“İkinci tuhaf şeye gelince, onu da gel kendin gör,” dedi Lude, şüpheli biçimde müzisyen inini andıran bir odanın önünden geçerken sesini alçalttı, hepsi de pürdikkat kulaklık takmış müzik dinliyorlar, elden ele cigara döndürüyorlardı.

“Cesedin dibinde,” diye lafını sürdürdü Lude. “Ahşap döşemede oyuklar gördüm, herhâlde on beş on altı santim varlardı. Çok acayip. Ama bizim ihtiyarda fiziksel travma geçirdiğine dair bir iz olmadığı için polisler çok üzerinde durmadı.”

Durdu. Kapıya vardık. Şimdi, düşündükçe ürperiyorum. Ama o sıralar, sanki dünyadan kopmuştum. Büyük ihtimalle Thumper’ı düşlüyordum. Şimdi diyeceğim şey sizi dehşete düşürecek, ama bana ne, bir akşam Bambi’yi kiralamış ve izlerken çadırı kurmuştum. İşte kıza o derece abayı yakmıştım. Thumper çok başka biriydi, istese Clara English’in ağzına sıçardı. Belki de o an, ikisi saç saça baş başa kavga etse nasıl bir görüntü ortaya çıkardı diye düşünüyordum. Şurası kesin, Lude’un kilidi çevirip Zampanò’nun kapısını açtığını duyunca bu rüyalar da uçtu gitti.