Portnoy'un Feryadı'ndan Türkiye'de arzu ve erkekliğe...

Philip Roth'un Portnoy'un Feryadı'na kulak kabartarak yola çıkalım; yanımıza arzuyu, aşkı ve cinselliği alarak günümüz Türkiye toplumundan, "erkeklik" merkezinden etrafımıza bir bakalım...

 

Saygıdeğer âdetlerin azıcık dışına çıkacak olmak niye böyle cehennemler yaratıyor içimde? Halbuki nefret ediyorum o (…) âdetlerinden. Halbuki ben tabulardan daha iyi biliyorum. Doktor, sevgili doktorum, ne dersiniz, AZAT EDELİM YİD’İ, GERİ VERELİM ONA İD’İ. Şu terbiyeli Yahudi çocuğunun libidosunu özgürlüğüne kavuşturur musunuz lütfen?

 

1960’larda, Amerika’da psikanalizin itibarının zirvesinde olduğu bir dönemde, analistin divanından yankılanan soluksuz bir monolog olan Portnoy’un Feryadı (Philip Roth, çev. Özden Arıkan, YKY), cinsel arzularıyla toplumsal değerler arasında sıkışmış 30’lu yaşlarda bir Yahudi erkeğin içine düştüğü girdabın hikâyesini anlatır. Arka kapakta ustaca özetlendiği üzere, “Libidosunun başkaldırısına karşı koyamayarak ‘Amerika’yı -kadınlar üzerinden- keşfetmek’ gibi bir ideale saplanan Portnoy’un en büyük engeli, annesinin çelik pençelerine hapsolmuş zihnidir.” Gelin görün ki, Roth’un bu kitabını, belki dünya çapında geniş yankı uyandıran pek çok edebî eser gibi, yalnızca Portnoy’un değil, milyonlarca insanın feryadı olarak görmek mümkün. Portnoy’un arzusu da, mahpusluğu da, medeni insanın başlıca çatışmalarından birine denk düşer: Bir yanda sınırsız arzular, diğer yanda ise o arzulara ket vurmamızı söyleyen aile, kültür, toplum. Keza, kitabın Türkiye’de ilk yayınlandığı dönemde devletin konuya müdahil olup bu hikâyeyi “Halkın ar ve hay duygularını rencide ettiği, ailedeki terbiye ve disiplin anlayışının yozlaştırılarak gençler üzerinde aile otoritesinin azaltılmasının, asi çocuk örneklerinin çoğaltılmasının amaçlandığı”1 gerekçesiyle yargılaması, bu çatışmanın en azından bir tarafını en somut hâliyle gözler önüne sermiştir. Nihayetinde kitabın “beraat etmiş” olması, biz insanlar için de hâlâ ümit olduğuna yorulabilir mi? Öyle umalım.

Bu yazıda, Portnoy’un hikâyesinden yola çıkarak arzuyu, aşkı, cinselliği ve bunlardan doğan çatışmaları psikanalitik çerçevede2 ele almaya, ardından da günümüzde Türkiye’de bu çatışmaları nasıl aşmaya çalıştığımızı (ve çoğu zaman başaramadığımızı) göstermeye çalışacağım.

İnsanın en büyük bilmecesi: Arzu

Kimi arzularız? Neden arzularız? Arzu sürdürülebilir mi? Bu sorulara gerek psikanalitik kuramda gerekse modern psikolojide çok çeşitli açıklamalar getirilmiştir, ihtimal ki getirilmeye de devam edecektir. “Seksin sattığı”, hemen tüm popüler şarkıların aşk üzerine olduğu, “evlilik doktorlarının” televizyonlarda fink attığı bir dönemde aksini beklemek pek de mümkün değildir zaten.

Freud’a göre başta iki tip arzu vardır: Duygusal yakınlık arzusu ve erotik arzular. İlk başta, bu iki arzu da karşı cins ebeveyne yöneliktir ama sonra, meşhur Ödipal dönemde, anneyle/babayla cinselliğin yasak olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, erotik arzu bastırılır… ta ki, puberteye girişle birlikte, yeniden alevlenene dek. Ebeveynimizle birlikte olamayız, ama ona benzeyen birini bulabiliriz. Bulursak, hem duygusal yakınlığı hem de cinselliği bir arada yaşayabilir hâle geliriz: mutlu son. Fakat, çoğu zaman bu süreç çeşitli engellere takılır ve iki ayrı koldan akan nehirlere benzetilen duygusal yakınlık ve erotizm, tek kişi üzerinde kavuşamaz. Ebeveyne benzerlik taşıyan kişilere büyük bir saygı ve sevgi beslenir, onlarla yakın bir duygusal ilişki kurulur, ama erotik arzu eksik kalır. Erotik arzu, ebeveynle hiç ilgisi olmayan, farklı insanlarda vücut bulur. İşte, bugün sıkça bahsi geçen (ve, aslında, Freud’un döneminde de Viktoryen hâliyle mevcut olan) “evlenilecek/ eğlenilecek kadın” ayrımı buradan doğar. Zira, bu durumdaki kişiler3, Freud’un sözleriyle ifade edecek olursak, “Sevdiklerinde, arzulamazlar; arzuladıklarında ise sevmezler.”4

Freud’un haleflerinden Melanie Klein ise ilişkilerdeki ikilemleri daha erken bir dönemden başlatarak bebeğin anne temsillerine odaklanır. Bebeğin algısında iki meme, yani iki anne vardır: Kendisine doyum sağlayan, haz kaynağı, sevilen iyi meme /anne; ve acıktığı halde orada bulunmayan, ona zarar veren, nefret edilen kötü meme/ anne. Zamanla, iki memenin de aslında aynı olduğunu, tek bir nesnenin kendisinde hem haz hem de hüsran yaratma gücü taşıdığını fark eden bebek, bu defa daha önce, kötü memeden nefret ederken kurduğu yıkıcı fantezilerinden dolayı suçluluk duymaya başlar. Bu suçluluk döneminin aşılmasıyla birlikte iyi ile kötü bütünleşir; siyah beyaz dünya algısı yerini daha gerçekçi bir bakış açısına bırakır.

Portnoy’un öyküsünde de gerek Freud’un gerekse Klein’ın bahsettiği bu çatışmaları en yoğun hâliyle görürüz. Hukuk fakültesini dereceyle bitirmiş, genç yaşında New York Belediyesi’nde saygın bir pozisyon elde etmiş, uyuşturucu kullanmayan, sigara içmeyen, kumar oynamayan, nazik bir insan olduğunu sık sık vurgulama ihtiyacı duyan, ailesinin uslu ve çalışkan çocuğu Portnoy, duyduğu güçlü cinsel isteklerin tüm bu imaja tezat oluşturan, utanç verici, karanlık, bir o kadar da isyankâr niteliğini kendi kimliğiyle bütünleştirmekte zorlanır. Ailesi ve toplum onun “düzgün bir kız” bulup evlenmesini bekler, ne var ki bu senaryoda erotik arzuların yeri yoktur.

Ne kadar enfes ve kışkırtıcı olursa olsun, gün gelecek gözüme bir somun ekmek kadar aşina görünecek bir kız için, zaten hiçbir zaman elde edememiş olduğum şeylerden niçin vazgeçeyim? Aşk için mi? Ne aşkı? Tanıdığımız bütün çiftleri, hani bağlanmaktan korkanları bile birbirine bağlayan şey aşk mı yani şimdi? Daha ziyade zayıflığa benzer bir şey değil mi bu? Daha ziyade rahatına düşkünlük ve apati ve suçluluk duygusu değil mi? Daha ziyade korku ve tükenmişlik ve atalet, düpedüz tırsaklık değil mi? Evlilik danışmanlarının ve şarkı sözü yazarlarının ve de psikoterapistlerin sonsuz hayallerine konu olan “aşk”la ne alakası var bunların? Lütfen aşk ve süresi hakkında yemeyelim birbirimizi. İşte bunun için soruyorum size: Bundan beş, altı, yedi yıl sonra sokaklara fırlayarak yeni taze yarıklar peşinde koşmaya başlayacağımı bile bile, “âşık” olduğum biriyle nasıl evlenebilirim? Benim için şipşirin bir yuva vesaire yapmış olan sevgi dolu karıcığım da o sırada yalnızlığına ve reddedilmişliğine cesaretle göğüs geriyor olacak. Onun o korkunç gözyaşlarına nasıl dayanırım? Dayanamam. Bana tapan çocuklarımın yüzüne nasıl bakarım? Sonra gelsin boşanma, öyle mi? (s. 81-82)

Şipşirin bir yuva, sevgi dolu karıcık, ona tapan çocuklar gibi imgelerle aynı anda hem yüceltilen hem de küçümsenen aşk ve evlilik kavramlarında cinsellik tamamen dışlanır. Bununla da kalınmaz, erotik arzular tüm bu yüceltilen unsurları yok eden, nihayetinde bir felakete (korkunç gözyaşlarına ve boşanmaya) yol açan kaçınılmaz bir tehdit olarak ortaya konur. Yani, sevilen kadını arzulamak mümkün değildir; sıcak ve besleyici görünen iyi meme, aslında içinde gizli bir tehlike, mahrumiyet tehlikesi barındırmaktadır. Portnoy’un gözünde, sıcak bir yuvada erotik arzuya yer yoktur. Gelgelelim, Mary Jane Reed ile ilişkisi, araya çektiği bu keskin çizgiyi bulanıklaştıracak ve sonunda divandaki feryada vesile olacaktır.

Portnoy'un Feryadı, Philip Roth, Çev: Özden Arıkan, Yapı Kredi YayınlarıPortnoy’un erotik arzularının cisimleşmiş hâli olan Mary Jane, ki Portnoy kendisine aşağılayıcı “Maymun” lakabını takmıştır, pek çok cinsel fantezisini gerçekleştirmesine imkân sağlayan ancak bir yandan da tam da bu özelliği itibariyle, “kirli” cinsel geçmişiyle, eğitim düzeyi hayli yüksek olan Portnoy’a kıyasla entelektüel yetersizliğiyle, ve hatta fazlaca güzel olmasıyla bile, Portnoy’un gözünde aşağı bir konuma sahiptir. Bununla birlikte, ilişkileri sürecinde Portnoy’un ona duygusal yakınlık duyduğu, şefkat beslediği dönemler de olur. Bir yanı “Haydi durma işte, sev onu! Cesur ol! Bak fantezin yalvarıyor sana, gerçek yap beni diye! Öyle erotik öyle edepsiz! Öyle muhteşem! Fazla dikkat çekici belki ama ne yapalım, çok güzel!” diye haykırırken hemen ardından “Ay ama (şimdi başlarımızı öne eğelim), benim ‘saygınlığım’ söz konusu burada, şöhretim, itibarım. Ne düşünür insanlar? Ben ne düşünürüm?” kaygısı baş gösterir. “Onu yanımda görenler, benim neyin peşinde olduğumu bir bakışta anlarlar. Tam babamın ‘mal’ dediği cinsten bir kız bu. Elbette! Eve bir mal getirebilir miyim, Doktor?” (s. 153-154)

Portnoy’un erotik arzuları, ergenliğe girmesiyle birlikte bir tür mastürbasyon bağımlılığıyla patlak vermiştir. Gerek evde gerekse dışarıda, bazen kamusal alanda, gerçekleştirdiği bu faaliyetlerin bir noktada keşfedilmesinden, yakalanmaktan büyük bir korku duymuştur. Bu korku, elbette, utancı da beraberinde getirmiştir. Doyurulmayı bekleyen, yasak tanımayan, ona muazzam bir zevk vaat eden bu iştahı (iyi meme), başta ailesinin ve ardından toplumun onayını yitirme riskini göze almasını mecbur kılmıştır (kötü meme). Ve şimdi, yetişkinliğe eriştiğinde, güya artık kimseye hesap vermek zorunda olmayan bağımsız bir bireye dönüştüğü noktada, cinsel arzuları onu yine aynı ikileme getirir: Kendisine hem cinsel hem de duygusal doyum sağlama potansiyeli taşıyan bu nesneye sahip olmak adına ailesini, itibarını karşısına almaya hazır mıdır? Kaldı ki, bu riski alsa bile, bu nesnenin doyuruculuğu ne kadar kalıcı olacaktır? Kendi deyimiyle, çok geçmeden yeni delikler, yeni yarıklar aramaya başlamayacağını kim garanti edebilir?

Bu ikilem, bizi arzunun doyurulamazlığı meselesine getiriyor; yani, Lacancı deyişle, bir şeylerin hep eksik olduğu, öyle de kalacağı gerçeğine. Kabaca özetleyecek olursak, Lacan’a göre, kastrasyon kaygısıyla beraber babanın yasasına biat etmek, dilin gelişmesiyle bağlantılı simgesel düzenin kapılarını açar. Simgesel dünyada, yani dil aracılığıyla simgelenen dünyada, “gerçek” olanın yerini onun simgeleri alır: Yasaklanan bilinçdışı, dil aracılığıyla yeni bir ifade alanı bulur. Başka bir deyişle, gerçek olan ölür ve her ne kadar yerine onu temsil eden “bir şey” geçse de, o şey hiçbir zaman gerçeğin kendisi olamaz. Arada hep bir boşluk kalır: İşte eksik budur. Arzuyu doğuran, bu eksiktir. Bir şey talep etmek, bir şeyi dile getirmek, aslında tam da bu talepte bulunabilmek için ihtiyaç duyulan şeyin bir kısmını dışarıda bırakmayı, simgeleştirebilmek adına gerçeğin bir kısmını feda etmeyi, mecbur kılar. Bu dışarıda kalan kısım da arzuya dönüşür.

Portnoy’un isyanı en çok da bu eksiğedir zaten:

İyi de niye kendimle ilgili açıklamalarda bulunacakmışım? Kendimi mazur gösterecekmişim? Ne diye arzularımı dürüstlük ve sevecenlik ile açıklayarak haklı göstermem gerekiyor ki? Benim de arzularım var işte: yalnız benimkilerin sonu gelmiyor, o kadar. Sonu gelmiyor! Bu da, yani şu anda psikanalitik bir açıdan bakarsak pek bir marifet olmayabilir tabii… Ama zaten bilinçdışının yaptığı tek şey, Freud öyle demiyor mu, istemektir. İstemek! İSTEMEK! (s. 80)

Portnoy’un içine düştüğü ikilemlerin kadın erkek ayırt etmeksizin milyonlarca kişide karşılık bulmasının sebeplerinden biri de bu olmalı: Hem yasak hem de doyumsuz arzularla ne yapacağımızı, işin aslı, hiçbirimiz bilmiyoruz. Tekrar Freud’a başvuracak olursak, id'in sonsuz talepleri ile süperego'nun amansız baskısı arasında mekik dokuyan ego, içinde bulunduğu koşullar doğrultusunda her iki tarafı da tatmin edecek en makul çözümü üretmeye çalışır. Ne var ki, bir sonraki kısımda tartışacağım üzere, bu çözümler her zaman (aslında ne denli mümkün olduğu da şüpheli) ideal, olgun yetişkinliği yansıtmayabilir.

Evcilik oyunu: Türkiye’de arzu

Psikanalizin insana dair söyledikleri büyük oranda kültürden veya zamanın koşullarından bağımsız olmakla (ya da en azından, böyle olduğu varsayılmakla) beraber, ruhsal dinamikler yine de bir bağlam dâhilinde dışa vurulurlar; hâliyle, temel çatışma aynı kalsa da, bunun yaşanış biçimi kültürden kültüre, kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Erkeğin deneyimini kadınınkinden ayıran unsurlardan biri de budur. Bu doğrultuda, Portnoy özelindeki çatışmalardan yola çıkarak, Türkiye örneği üzerinden kimi spekülasyonlarda bulunabiliriz.

Türkiye’de cinsellik dediğimizde son dönemde, ne yazık ki, akla ilk gelen kavramlar şunlar: taciz, tecavüz ve -artık bir de- zina. Oysa kamuoyunun bu konulardaki tutumunun da bir hayli ikircikli olduğu söylenebilir. Özellikle de kimin fail, kimin mağdur olduğu meselesi sık sık karışır. Kadın kot giydiği hâlde tecavüze uğramışsa, yeterince direnmemiş demektir, bu da istediğini gösterir gibi çıkarımlardan oluşan sayısız örneğin ortak paydası ise şudur: Ortadaki suçun büyük bir diliminin, kadına pay edilmesi. Şimdi bunu biraz açalım.

Yakın zamanda sosyal medyada geniş katılıma ulaşan #kocamadokunma kampanyasını hatırlarsınız. Ünlü isimler arasında çıkan bir tartışmadan ilham alan bu kampanyaya destek veren kadınlar, kocalarını “ayartma”, “ellerinden alma” veya onlara “göz dikme” niyetindeki diğer kadınlara adeta savaş açmışlardı. Burada en belirgin unsur, erkeğin, tıpkı çocuğun elindeki bir oyuncak gibi pasif, iradesiz bir konuma, hatta neredeyse cansız bir nesneye indirgenmesiydi. Kocalar orada kıpırdamadan duruyormuş, birtakım kadınlar da onlara “dokunuyormuş”, gelip onları alıp gidiyormuş gibi tuhaf bir varsayım egemendi.

“Adamlık” tabiriyle karşılanan günümüzün erkeklik algısıyla taban tabana zıt bu konum üzerine düşünmek gerektiğine inanıyorum. Yeni Türkiye’de yüceltilen maço erkek imajı genel hatları itibariyle erkeğin “güçlü bir duruşa” sahip olmasını, “kadınını” sahiplenmesini, egemen toplumsal konjonktüre riayet eden bir yaşam sürmesini gerektiriyor. Başka bir deyişle, “adamlar” hiçbir koşulda pasifliği kabul etmeyecek, ahlaki doğrudan asla sapmayacak erk sahipleri olarak konumlandırıyorlar. O hâlde, nasıl oluyor da iş aldatmaya veya cinsellik boyutu barındıran diğer netameli konulara gelince bu erkleri aniden rafa kalkıyor? Nasıl oluyor da bu “adam gibi adamlar” bazı kadınların şeker, çikolata vaatlerine safça kanıveriyorlar?

Bu noktada, Portnoy’un ikilemi üzerinden tartıştığımız ikiliklere geri dönmek zorundayız. Türkiye’de cinselliğin tabu olmasından dolayı her zaman bastırılmaya teşvik edilen bir dürtü olduğu, evli çiftler arasında bile karanlıkta, yorganın altında, sessizce yaşanması gereken ayıp bir şey olarak görüldüğü hepimizin malumu olsa gerek. Hâliyle, söz konusu erotik arzular olduğunda, bireyler kirli gördükleri bu arzuları sahiplenecek durumda değiller. Sahiplenilmeyen, kişinin karakteriyle bütünleşemeyen arzular da, tıpkı Portnoy’da gördüğümüz üzere, başka insanlar üzerinden cisimleştirilerek yaşanır. Gelin görün ki, bizim kültürümüzde ihale, her iki cinsiyetin gözünde de, hep kadına kalıyor. Toplumsal her alanda erki elinde tutan erkekler, konu cinsellik olunca topu kadına atıyorlar. Kadın kuyruk sallamazsa erkek gitmez, deniyor örneğin. Kadının dekoltesi tahrik sebebi görülüyor, erkeğin eylemini mazur kılan bir unsur addediliyor. Ve kadınlar da, benzer şekilde, aldatan erkeğin sorumluluğunu öteki kadına yüklüyorlar. Ne de olsa bu, tamamen kadının elinde olan bir durum: Aldatan erkek yok, aldattıran kadın var… tabii bir istisna hariç: Aşk. Aşk-ı Memnu dizisi başta olmak üzere televizyondaki ünlü isimlerin kimi yaşantıları üzerinden de şahit olduğumuz üzere eğer kişilerin çok aşık olduğuna inanılıyorsa, aldatma sözü ortadan kalkıyor ve kocaya “dokunulmuş olması” kınanmak bir yana, hayranlıkla desteklenir hâle geliyor.

Hatırlarsanız, Freud, duygusal yakınlık arzusu ile erotik arzunun iki ayrı kanaldan aktığından, olgun yetişkinlerde bir noktada aynı kişi üzerinde birleşmesi gerektiğinden bahsediyordu. Denebilir ki, Türkiye’de bu iki nehir aynı denize dökülemiyor. Cinsellik ancak evlilik koşuluyla kabul gören bir kavram olarak ortaya konsa da, evlilikte de erotik arzudan büyük oranda arındırılmış hâlde yaşanıyor. Son dönemde sosyal medyada popülerleşen “yeni gelin” imajını düşünmek yeterli: “Kocişkolarına” oyuncak bebek evlerinin minik eşyalarını kullanarak hazırladıkları cicili bicili sofra sunumlarını paylaşan bu kadınlar sanki evli değiller, evcilik oynuyorlar. Yüceltilen bu evlilik biçiminde bir tür “biz sevişmiyoruz, asla, bizde öyle sapıklıklar yok” mesajının altı ısrarla çiziliyor. Öte yandan, bebek bekleyen kadınlar hamileliklerini gün be gün, her detayıyla, bazen sayaçlar eşliğinde, forumlarda gururla sergiliyorlar. Doğum ise artık başlı başına bir şölene dönüşmüş durumda. Hastanelerde catering şirketlerinin yardımıyla büyük organizasyonlar düzenleniyor. Sapkınlık olarak görülen, utançla yaşanan ve büyük oranda inkâr edilen cinselliğin meyvesi (ve kanıtı) olan çocuk, müthiş bir şaşaa eşliğinde yedi düvele ilan ediliyor. Kısacası kadın, toplumda kabul görebilmek için, erotik arzusu ile duygusal yakınlık arzusu arasında bir tercih yapma, biri uğruna diğerinden vazgeçme yolunu seçmek zorunda bırakılıyor. Hâl böyle olunca da, aksi yönde bir seçim yapan, yani erotik arzusu doğrultusunda hareket eden “öteki kadın”a müthiş bir öfke (belki de haset) ile bakmaya başlıyor.

Portnoy'un Feryadı'nın film uyarlamasının posterleri, Yön.: Ernest Lehman, 1972

Tüm bu süreçlerde erkekler de kendi arzularının ikileminde kalıyorlar elbette. Zira arzular, ne kadar baskılansalar da, hiçbir yere gitmiyorlar. Ne var ki, evlilik ile resmileşen duygusal yakınlık seçimi, erkeğin erotik arzusunu tamamen reddetmesini gerektirmiyor. Çünkü erkeklerin “ihtiyaçları var”, cinsellik onların “elinin kiri”. Dolayısıyla erkek, erotik arzusunu evin dışındaki kadınlarla yaşama hakkına sahip görülüyor; tabii, bu kadınlarla duygusal yakınlık kurmaması, yani kendini onlara “kaptırmaması” şartıyla. Evdeki kadın için cinsellik “kadınlık görevi” iken, kirli görülen erotik arzular dışarıdaki kadınlarla “hâlledilmesi” gereken bir ihtiyaçtan ibaret.

Özetlemek gerekirse, Türkiye’de duygusal yakınlık arzusu ile erotik arzuların birbirinden tamamen ayrıldığı söylenebilir. Cinselliği toplumsal olarak nispeten kabul gören erkeklerin gözünde duygusal yakınlık eş, aile gibi kavramlarda karşılanırken, sapkın, kirli görülen erotik arzu ise dışarıdaki “ahlaksız, aranan, yollu” gibi sıfatların yakıştırıldığı, kısacası en az o arzuların kendisi kadar aşağı görülen, kadınlar üzerinden giderilmesi gereken bir ihtiyaç olarak algılanır. Erkek aldatıyorsa, diye düşünülür, evdeki kadın “kadınlık vazifesini” yapmıyordur; zaten evlilikte sözümona serbest bırakılmış olan cinsellik ancak bir işin, bir vazifenin barındıracağı kadar erotik arzu barındırmaktadır. Çünkü erotik arzu pistir, erotik arzu ayıptır. Ve kimi erkeklerde bu arzular bir kadın bedeninde cisimleştiğinde, yani erkekler, kendi arzularıyla bir kadın suretine bürünmüş biçimde karşılaştıklarında, o kadına zarar verirlerse, onu öldürürlerse mesela, bu arzuyu da öldürebileceklerini, kendilerinin bir türlü kabullenemedikleri, hep günahkâr veya aşağılık gördükleri bu parçalarından nihayet kurtulabileceklerini zannederler.

Kadın cinselliğinin üstündeki toplumsal baskı ise çok daha ağır. Bu doğrultuda, kadınlar ergenlikle birlikte uyanan erotik arzularını büyük oranda bastırmaya veya inkâr etmeye çabalarlar; ve bu, cinsellik için toplumsal izni aldıktan, yani evlendikten, sonra da devam eder. Nasıl ki erkek kendi tahammülü zor erotik arzularını kadınlara ihale ediyor, “suçu” onlara atıyorsa, kadın da kendi erotik arzularını inkâr ederek kendini “ideal eş, kutsal anne” (iyi meme) pozisyonuna yükseltir; hâliyle, erotik arzu, evin dışındaki birtakım kirli kadınların (kötü memenin) elindeki silaha dönüşür. Erkekle duygusal yakınlık kurabilmek ve toplum tarafından yüceltilmek uğruna feda ettiği erotik arzularını başka kadınların taşımaya devam ettiğini ve hatta eyleme döktüğünü gören kadın, onlara hasetle saldırılır.

Elbette, öne sürülen tüm bu savların birer spekülasyondan ibaret olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekir. Toplumsal yaşam, basit psikolojik açıklamalara sığmayacak kadar çok katmanlı, karmaşık bir konudur. Her ilişki/ evlilik aynı olmadığı gibi, her bireyin arzuyla ilişkisi de farklıdır. Yine de, Portnoy’un divandaki feryadında hepimizden bir parça bulunduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır. İnsanın en temel içgüdüsü olan, türü devam ettiren, bugünkü 7.5 milyarlık dünya nüfusunu var eden cinsellik, cinsel dürtü, erotik arzular, aynı zamanda en büyük çatışmalarımızın da göbeğine yerleşmiş durumdadır. Bu doğrultuda, erkekliği ve kadınlığı tartışırken, aslında her ikisinin de aynı arzu kıskacında sıkışmış olduğunu hatırlamak, yaşanan pek çok şeyi mazur kılmasa da, anlamlandırmaya ve, bir umut ki, çözmeye yardımcı olacaktır.

Bu temenni doğrultusunda, madem Portnoy’un sözleriyle başladık, yine ondan bir alıntıyla bitirelim:

Bırak şu kızarıp bozarmaları, göm utancını, annenin küçük haydut oğlu değilsin artık! Zevk söz konusu olduğunda, otuzlu yaşlarında bir adam sadece kendine karşı sorumludur! İşte yetişkin olmanın en güzel yanı bu! (…) Allah rızası için! BIRAK KENDİNİ İNKÂR ETMEYİ! BIRAK HAKİKATE SIRT ÇEVİRMEYİ! “ (s. 152)

 

2 Freud’un libido kuramıyla başlayan arzuyu açıklama çabası, Lacan’ın kavramlarıyla zenginleşmiş, ardından başta feminist kuramcılar olmak üzere pek çok ismin getirdiği eleştiri ve itirazlarla çok bilinmezli denkleme evrilmiştir. Yazıyı amaca uygun ve okunabilir kılmak adına bu kuramların yalnızca bazı parçalarını, tabiri caizse, cımbızla ayıklayarak kullanmak zorunda kaldığımın altını çizmekte fayda var.
3 Aslında Freud bu tespiti daha ziyade erkekler üzerinden yapar, keza teorisi de çokça eleştirildiği üzere erkek merkezlidir, fakat ben yazı kapsamında kullandığım tespitlerin her iki cinsiyet üzerinden de okunabileceği düşüncesiyle bu ayrıma yer vermemeyi tercih ettim. Elbette bu tercih, başlı başına tartışmaya açık bir mesele.
4 S. Freud, On the Universal Tendency to Debasement, s. 3, 21 Şubat 2018 tarihinde https://pdfs.semanticscholar.org/a877/7e8b11b8a2969456a24b2c83d929beebd8d2.pdf adresinden erişilmiştir.