Necmiye Alpay: Çözüm süreçlerinde, bizim vakamızda geçerli olduğu üzere karşılıklı güvenin oluşturulamadığı koşullarda, bir izleme heyeti yararlı olur. Gözlemci olarak da dünya halklarının güvendiği kişilerden oluşan bir heyet seçilmesi gerekir
29 Ekim 2015 14:30
Bugün Türkiye’de siyaseti Kürt Sorunu başlığı olmaksızın konuşmak ne kadar imkânsızsa barışı, çözümü ve çatışmasızlığı nasıl sağlayacağınız konusunda bir fikriniz olmadan siyasal iktidarı elinizde tutmak da bir o kadar zor. 7 Haziran’dan bu yana IŞİD’in baş şüphelisi olduğu terör saldırılarından çatışma sürecine, Kürt illerindeki ablukalardan ölü bedenlere, işkence görüntülerine dek bir felaketin içerisinde yaşıyoruz. Belli ki bu felaketin sınırları dışına çıkmak oldukça güç; ama bu tür güç durumlar karşısında neler yapılacağına dair ya da nelerin yapılmaması gerektiğine dair Türkiye tarihinde de dünya tarihinde de birçok örnek var.
Necmiye Alpay ve Hakan Tahmaz tarafından hazırlanan Barış Açısını Savunmak: Çözüm Sürecinde Ne Oldu? kitabı tam da bu nedenlerle önemli bir kitap. Barışı bir yurttaş olarak, bir aktivist olarak ya da bir siyasetçi olarak nasıl savunabileceğimizi de çözüm sürecinin kısa tarihini de akademisyenlerin görüşleri, tanıklıklar ve bir kronoloji eşliğiyle inceleyen kitabı, yayına hazırlayan iki isimden biri olan Necmiye Alpay’la konuştuk.
Barış Açısını Savunmak kitabı üç parçalı bir kitap diyebiliriz. Birinci kısım Çözüme Doğru başlıklı rapordan, ikinci kısım “Çözüme Doğru” konferansında sunulan bildirilerden, üçüncü kısım ise belgeler ve çözüm sürecine dair kapsamlı bir kronolojiden meydana geliyor. Kitabı tasarlarken bu hattı tercih etmenizin nedeni neydi?
Barış Meclisi esas olarak Kürt sorununa odaklanan bir girişim. Çözüm Süreci bize göre bugüne kadar barış yönünde atılmış en önemli adımdı, dolayısıyla izlenmesi, kayda geçirilmesi ve önerilerle desteklenmesi gerekiyordu. Sürecin ikinci yılı dolarken, çok katılımlı bir değerlendirme için 21-22 Şubat 2015 tarihlerinde “Çözüme Doğru” başlıklı bir konferans düzenledik. Amacımız Çözüm Süreci’ni geçmişi ve geleceğiyle olabilecek en geniş açılardan ve çeşitli boyutlarıyla gözden geçiren çalışmalar ortaya koymaktı. Konferansa sunmak istediğimiz, olup bitene ilişkin bir rapor ve kronoloji çalışması da vardı. Gerçi rapor ve kronoloji konferansa yetişmedi, daha sonraki aylarda tamamlandı. Ancak, malzememizin mantığı rapor ve konferans çalışmamızın mantığına uygundur. Kronolojinin arkada yer alması, okura başvuru kolaylığı sağlamak isteyişimizdendir.
Çözüm Süreci’nin yasal dayanakları da kitapta inceleniyor. Bu yasal dayanaklar yalnızca devleti ve devletin temsilcilerini koruduğu için çok eleştirildi. Geriye baktığınızda, o dönem “ileri” bir adım olan bu yasayı AKP’nin geleceği (iktidardan uzaklaşma, süreçten vazgeçiş) görerek hazırlamış olabileceğini düşündünüz mü hiç?
Elbette, akla gelebilecek başlıca iki nedenden biri budur. Her şey bir yana, verili devleti ve toplumu göz önünde bulundurduğumuzda, bir barış/çözüm sürecinde sorumluluk alan herkesin bir biçimde risk üstlendiği açıktır. Siyasi iktidarın kendisinin vazgeçme olasılığı kadar, deyim yerindeyse “vazgeçirilme” olasılığı da düşünülmelidir. Genel bir ilke olarak, ilgilileri risklere karşı koruyacak bir yasal mevzuat için kimsenin suçlanabileceğini sanmıyorum. Sürecin geliştirilebilmesi için de güven verici bir yasal mevzuata ihtiyaç vardır. Ancak, yürürlüğe girdiği biçimiyle yeterli ya da kabule şayan bir mevzuat olup olmadığı konusunda, güvendiğim hukukçuların kitapta ortaya koyduğu bilgileri, görüşleri (s. 47 vd., s. 285 vd.) ve sizin de bir yönüyle düşündürdüğünüz kısıtlılık saptamalarını yerinde bulduğumu söylemeliyim. Süreç AKP’li ya da AKP’siz yeniden başladığında, hukuki çerçevenin ve mevzuatın da ilk elde ele alınması gereken noktalardan olduğu açık bir gerçek.
Türkiye’deki barış sürecinin Oslo ayağında taraflar dışında İngiltere’nin de gözlemci olarak bulunduğu iddiası sık sık dile getiriliyor. Kitapta da değindiğiniz üzere 2014 yılında KÖH bu kez de ABD’nin gözlemci olabileceğini savunmuştu. Üçüncü göz olarak, bir başka devletin aktör seçilmesi çoğu zaman özellikle ulusalcı tezler tarafından eleştirilen bir mevzu. Sizce bu haklı bir endişe mi?
Kişisel olarak, emin olduğum iki nokta var: Birincisi barış/çözüm süreçlerinde özellikle bizim vakamızda ne yazık ki geçerli olduğu üzere karşılıklı güvenin oluşturulamadığı koşullarda üçüncü bir gözün, bir izleme heyetinin yararlı olacağı. İkincisi, gözlemci olarak bir “devlet”ten çok, hangi ülkeye mensup olursa olsun, dünya halklarının güvendiği kişilerden oluşan bir heyetin seçilmesi gerektiğidir. ABD başta olmak üzere herhangi bir devlete gözlemcilik yetkisi diye açık çek vermek bence teslimiyetçi bir politika olur. Ulusalcılara gelince... Onlar ABD emperyalizminden başka şeytan bilmeyen tavırlarıyla kime benziyorlar, varın siz düşünün.
Türkiye’deki barış sürecine baktığımızda kırılma noktalarında hep Abdullah Öcalan’ın söylemlerinin etkisi var. Açlık grevleri, Newroz konuşmaları derken Öcalan hep müzakerenin ortasında durdu. Son dönemde kendisine uygulanan tecrit de teknik olarak çözüm sürecinin askıya alınması olarak yorumlandı. Peki, Öcalan’ın “müzakere durumu” dışındaki lider ve siyasi mahkûm olarak kimliği süreç açısından ne ifade ediyor? Öcalan ılımlı bir müzakereci mi, yoksa taraflardan birinin topyekûn iradesini temsil eden aktör mü?
Ben “Kürt özgürlük hareketi”ni küçük harflerle yazmak eğilimindeyim ve bunu söylerken çoğulcu bir hareket ima ediyorum. Elbette belirli sınırlar içinde işleyen bir çoğulculuk bu. KÖH, benim izlenimlerime göre, gerek kendi içinde gerekse çevresiyle sürekli etkileşim halinde olan çok geniş, çok bileşenli, dirimsel ve güçlü bir hareket. Bir yanıyla merkeziyetçi, diğer yanıyla esnekliğe açık. KÖH içinde herkese Apocu denebileceğini sanmıyorum, ama aklıselim sahibi hiç kimsenin Öcalan’ın Mandela’yı aratmayan simgesel konumunu yadsıyacağını da sanmıyorum. En azından silahlı mücadele örgütünün lideri olduğunu herkes biliyor. Açlık grevlerinin belki bir numaralı işlevi de bu gerçekliği tescillemek oldu. Silahlı olmayan, barışçıl kesimlerin bu gerçekliğe yönelik sessiz bir onayla hareket ettiği kanısındayım. Müzakerecilik niteliklerini yakından bilmiyorum. Ancak, geniş ve gerçek bir kitle desteği olduğu biliniyor ve öyle görünüyor ki süreçteki bir numaralı “aktör” olma özelliğini sürdürmektedir.
Barış süreçlerinde özellikle de devletle müzakere eden heyetler sürekli olarak muhalif çevrelerce eleştiriye tabi tutuldu. HDP de barış sürecinde AKP ve devlet ile masaya oturduğu için sıkça bazı çevrelerce eleştirildi. Siz Barış Meclisi olarak bu eleştirilerin bu kadar sert şekilde her iki partiye de (AKP ve HDP) yöneltildiği birçok kamusal alanda var olmaya çalışıyorsunuz. İnsanlar bu iki partinin masada olmasına neden karşıydılar?
Belki sorunuza geçmeden önce belirtmemde fayda vardır, ben Barış Meclisi adına değil, kendi adıma ve yeri geldikçe de bir Sekretarya üyesi olarak Barış Meclisi’nin tavrına ilişkin fikir vermek üzere konuşuyorum. “Resmî” sözcümüz Hakan Tahmaz’dır.
Bildiğim kadarıyla AKP, HDP’yle hiçbir zaman fiilen “masada” olmadı. İki siyasi parti olarak masada olmaları kamuoyunda başlıca iki çerçevede söz konusu edildi. İlki, Çözüm Süreci sırasında bir anlamda tamamlayıcı öğelerden biri olarak. Çözüm Süreci’nin ilk elde Kürt sorununun çatışmalı yönüyle ilgilendiği biliniyor. Ancak, Kürt sorunu gibi çokboyutlu bir sorunun çözümü ancak toplumun tüm kesimlerinin kendisini muhatap hissetmesiyle mümkün. Bunun yanı sıra çok çeşitli kesimler, çözüm yerinin TBMM olduğu fikrini ısrarla beyan edegeldiler. Dolayısıyla hangi açıdan bakarsanız bakın TBMM, siyasi partilerin asli çalışma yeri olarak AKP-HDP görüşmelerine evsahipliği yapmalıydı. Ancak, dediğiniz gibi, bu yönde güçlü baskılar olmadı, tam tersine karşıt tavırlar ortaya konuldu. HDP’ye çok boyutlu bir sorun olan Kürt sorununun yalnızca çatışma boyutu için talepler yöneltildi ve o da haklı olarak bu boyutta muhatabın kendisi değil, silahlı örgüt olduğunu belirtti. Bu çok temel bir noktadır bence.
AKP-HDP görüşmesi konusundaki ikinci çerçeve, 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde yapılan koalisyon tartışmalarıydı. Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemi ısrarı ve hukukun dışına çıkan uygulamaları nedeniyle kamuoyunda geniş bir kesim AKP’nin İslami bir diktatörlük kurma yönünde yol aldığı konusunda güçlü bir izlenim edindi ve Kürt özgürlük hareketinin başkanlık konusunu pazarlık konusu ederek Kürtlere tanınacak özerklik ya da benzeri bir hukuki statü karşılığında Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını kabul edeceği korkusuna kapıldı. Neredeyse panik düzeyinde bir korkuydu bu. Sanıyorum iki siyasi parti olarak AKP ile HDP’nin masaya oturmasına olan tepkinin başlıca nedeni buydu. Demirtaş “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği gün HDP, laisizmi önemseyen kamuoyunun büyük sempatisini kazandı.
7 Haziran seçimleri sonrası tırmanan şiddet atmosferine gerekçe olarak gösterilen hipotezlerden biri de AKP’nin barış süreci sonunda istediği oy potansiyelini yakalayamaması ve hatta HDP karşısında erimesi olarak gösterildi. Bir başka tez de “Kobanê düştü düşecek” gibi söylemler üstüne kurgulanmıştı. Sizin teziniz nedir? HDP’yi güçlendiren ve AKP’yi bölgede yavaş yavaş silen unsur nedir?
Bence sözünü ettiğiniz iki tezin ikisi de geçerli. “Kobanê düştü düşecek” ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden dile getirdiği “Kürt sorunu yoktur”, aynı zihniyetin göstergeleri olarak bölgede AKP’yi adım adım silen söylemler oldu.
Devlet-dışı ve siyaset-dışı aktörlere baktığımızda barış sürecinde sivil toplum örgütlerinin çoğu zaman yaptıkları açıklamalar, yayınladıkları raporlar dışında sürece müdahil olamadıklarını gördük. Bu devletin ve heyetlerin bir tercihi miydi? Sizce Barış Meclisi’nin ve diğer STK’lerin gözlemci olarak katılacağı bir barış süreci sürme şansı yakalar mıydı?
STK’lerin gözlemci olarak katılması güzel fikir ama, uygulamada bunun biçimi ne olabilir, gözümüzde canlandırmamız zor. STK’ler dahil geniş çevrelerden güvenilir bireylerin gözlemciliği akla daha yakın görünüyor. STK’ler ise süreçle ilgili tavırlarını her adımda demokratik biçimlerde ortaya koyabilmeliler. Ama elbette güdümlü “STK”ler, güven sorunu gibi, aşılması gereken yığınla güçlük var. Sendikalarıyla, meslek odalarıyla STK’lerin barış yönündeki en büyük girişimi olan Ankara mitinginin nasıl bir katliamla yerle bir edildiğini gördük en son. STK’lerin gözlemcilik olmasa bile barış yönünde oynayacağı rolün boyutlarını Suruç ve Ankara katliamları ortaya koydu. Şu an, sürece katılma noktasından çok uzağa fırlatılmış durumdayız. Ama pek çok şey de aynı hızla barış yönünde değişmeyi zorunlu kılıyor.
“Barış Açısı”, Kıbrıslı bir şairden “ödünç alınmış” bir kavram. Kitapta da sık sık farklı ülkelerdeki barış süreçlerine referanslar görüyoruz. Sizin bu örnekler arasında Türkiye örneğine en yakın gördüğünüz hangisi?
Bütünüyle yakın bir örnekten söz etmek zor. Ancak, “en yakın” dersek, mesela hem silahlı mücadelenin hem de çok uzun süre mahpus kaldığı halde çözümün anahtarı olmayı sürdürmüş bir liderin varlığı açısından baktığımızda, Güney Afrika ile bir hayli benzeşiyoruz. Ama başka açılardan onlarla da çok farklıyız. Bizim halk olarak henüz pek siyasi değilse de başka pek çok açıdan kaynaşmış olmamız, Güney Afrika’da apartheid, madenler, dış bir imparatorluğun sömürgeci egemenliği gibi esaslı farklar var arada.
Kitapta özellikle de John Powell’ın İngiltere’deki müzakerelerin ilk günündeki algı farklılıklarına dair anısı dikkatimi çekti. İngilizler yakın tarihteki IRA eylemlerini hatırlarken IRA temsilcileri 100 yıllık bir geçmişi olan bir problemden bahsediyorlardı. Barış süreçleri tabanda da tepede de çok farklı algıların değişmesini gerektiriyor. Barış Meclisi olarak bu algıyı değiştirmek için uyguladığınız çalışma ve yöntemler neler?
Barış Meclisi olarak kitleler nezdinde sistematik bir girişimimiz olmadı. Zaman zaman, yerel girişimlerle mitingler, paneller vb. düzenledik, ancak girişimlerimiz o yöndeki bir çabanın verimli olabileceği izlenimini vermedi bize. Kitleler daha çok sendika ve STK’lerde, daha siyasi olanları da partilerde toplanma eğilimindeler. En son, biliyorsunuz Barış Bloku oluşturuldu, vb. Biz ne “tepede” ne de “tabanda” yer aldık. Daha çok, iktidar partisi dahil farklı siyasal partilerden ve sosyal kesimlerden barışla ilgilenen ya da ilgilenebilecek gibi görünen kişi ve kuruluşları bir araya getirerek barışın konuşulmasını, birlikte itici bir güç yaratılmasını, fikir ve öneri üretilmesini sağlamaya çalıştık, çalışıyoruz.
Kitapta önemli bir yer ayırdığınız Akil İnsanlar projesinin içinden insanlar çıkıp projenin yetersizliğini ve yetkisizliğini ifade ediyorlar. Çözüm sürecinin askıda olduğu bugünlerden geriye baktığınızda sizce Akil İnsanlar Heyeti görevini yerine getirebildi mi?
Ben Akil İnsanlar çalışmasını, farklı çevrelerden ilgili kimseleri barış konuşmaya çağırmak açısından biraz bizim Barış Meclisi’nin çalışmalarına benzetiyorum. Prensip iyiydi, ancak güdük kaldı. Topluma verilmiş bir işaretti aslında, süreç devam etmeyince söndü o işaret ışığı. Daha büyük beklentiler yöneltilmesi de yerinde olmazdı zaten. Hemen hiç çalışılmamış bir alana ilk kez girdiler ve bir anlamda şeytanın bacağını kırdılar. Bu yönüyle önemlidir. Yerel toplantılarda çok fena gerginlikler de yaşasalar, insanlar Kürt sorununda işi şiddete vardırmamayı başararak yüz yüze konuşabildiler ilk defa.
Akil İnsanlar’ın belirlenme sürecinde Kürt Siyaseti’nin yeterince belirleyici olamadığı ve etkin olabilecek bir kadronun oluşturulamadığı eleştirisi sık sık yapılıyor. Bu konuyla ilgili sizin görüşünüz nedir?
Eleştiri doğru ama, yöneltildiği yer haksız. Kimlerin yer alacağını Recep Tayyip Erdoğan kararlaştırdı ve HDP’nin listesinden çok az sayıda ismi kabul etti. “Kürt Siyaseti”, protesto edip çekilmek ile, kalarak çaba göstermek arasında bir seçim yapmak konumundaydı. Bence doğru bir seçim yaparak kaldı ve çaba gösterdi. Yeni bir barış/çözüm sürecinde benzer girişimler yine olabilir, umarım olur. İnsanların her şeyi konuşabildiği forumlar olmadan toplumsal değişimlerin olabileceğini hiç sanmıyorum. Hatta sık sık, ilkokullardan başlayarak, her boy toplantı yapma dersleri konulması gerektiğini düşünürüm.
OHAL AKP’nin de sık sık üstünde durduğu bir başlık; ama getirilen süper vali uygulamaları ve iç güvenlik yasasıyla sistemin benzer şekilde devam ettiğini görebiliyoruz. Çözüm sürecinde hedeflenen başlıkların arasında rehabilitasyon da vardı. Özellikle bölgede şiddet kültürü içinde büyümüş ve devlet şiddetine birincil ya da ikincil olarak maruz kalmış çocuklar sizce bu rehabilitasyon sürecinden ne kadar yararlanabilirler?
Bu soruya ruhbilimciler daha iyi cevap vereceklerdir. Benim bildiğim, rehabilitasyonda toplumsal ortamın belirleyici bir rol oynadığıdır. Siz birey üzerinde istediğiniz çalışmayı yapın, çocukların dar ve geniş çevresinde köklü ve inandırıcı bir değişim iradesi oluşmamışsa, gelişmeler tam ters yöndeyse, iyimser olmak kendimizi kandırmak anlamına gelebilir.
Şiddetin oyunlaşması ve sosyal ağlar aracılığıyla pornografik bir boyut kazanması size korkutuyor mu? Bunun barış süreci önünde bir engel olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu konuda yine yetkisizlik beyanında bulunacağım. Genel bir fikir olarak her bireyin, şiddeti bilinç düzleminde başlı başına bir çalışma konusu etmesi gerektiğini söyleyebilirim. Çocuklar, ebeveynler, öğretmenler başta olmak üzere, mutlaka gündemimizde olmalı ve sormakla iyi ediyorsunuz. Maruz kalmışlığımız ölçüsünde bu sorgulama ihtiyacının artacağını da düşünmemiz gerekir. Bazen, eski Spartaküs filmiyle yenisi, televizyonlarda gösterileni arasındaki farkı düşünürüm ve ikincisinin şiddeti olağanlaştırıcı, kötü anlamdaki oyunlaştırıcı etkisi korkutur beni. İlki ise bambaşkadır, bilinç aşılayıcı yönü ön plandadır. Teknik olarak eskimiş olması ayrı konu.
Barış süreci dahilinde en çok konuşulan başlıklardan biri de medya ve konjonktürel olarak değişen medyanın yaklaşımları. Çözüm süreci boyunca medyanın yayınlarını nasıl buluyorsunuz? Sizce medya çözüm sürecine yeterince sahip çıktı mı?
Anaakım medya Çözüm Süreci’ni iyi karşılamış ve zaman içinde düşmanca ve ayrımcı söylemlerden arınmaya başlamıştı. Ama bu konuda devletin tam bir izdüşümü olmaktan hiç çıkmadılar, hatta hükümetin çizdiği sınırları titizlikle gözettiler. Mesela “terör” sözcüğü ile türevlerinden hiç vazgeçmediler. Bunun gibi konularda baskı devam ediyordu. Sahip çıkmaya gelince, Recep Tayyip Erdoğan 7 Haziran 2015 öncesinde süreçten adım adım çark ettikçe medya da onunla birlikte eski düşmanlık diline döndü. Zaten medya üzerindeki baskı son birkaç yıldır ağırlaşmaktaydı. Kazandaki suyu yavaş yavaş ısıttılar, gazete yazarları ve haberciler toplu hareket etmeleri ustaca önlenecek biçimde tek tek işten atıldı vb. Medya-sermaye ilişkileri zaten has gazetecileri çoktan yersiz yurtsuz kılmıştı. Dolayısıyla, kendi özgürlük alanlarını savunamadılar. Şu an pek az gerçek gazete var. “Havuz medyası” adı verilen türden söz etmek bile istemiyorum. O kişiler kendilerini enstrümana dönüştürmekte tereddüt bile etmediler. Böyle dönemler birer turnusol kâğıdıdır zaten. Herkesin gerçek rengi ortaya çıkıverir. “Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganını hiç sevmem, ancak geçerli olduğu bir alan varsa o da medyadır. Tecrübeyle sabit. Daha geniş ve yetkin bilgiler/görüşler için, Barışı Açısını Savunmak’ta Yasemin İnceoğlu’nun sunumuna bakılabilir.
Barış haberciliği kavramına nasıl bakıyorsunuz? Sizce bu habercilik ilkesinin Türkiye’de ortam bulması ve kabul görmesi mümkün mü?
Gerçekte “barış haberciliği” kavramı, bir başına “habercilik” kavramıyla eşanlamlı sayılmalıdır bence. Kalıcı barış, adaletsiz gerçekleşemez. Adalet ise günümüz bilincinde temel hak ve özgürlükler anlamına geliyor. Haberci, barış açısından, yani temel hak ve özgürlükler açısından bakar, en ilgisiz konulara bile. Türkiye’nin böyle bir anlayışa su ve ekmek kadar ihtiyacı var. Ortam olabilen gazeteler, internet gazeteleri ve sosyal medya var. Anaakım medyada ise gitgide daha az örneği kalan bir tür. Utanılası maddi ve “manevi” karşılıkları kabul edenler var oldukça, o karşılıkları sunup basamak yapacaklar da her zaman olacak galiba. Bazıları utanılacak hallerin son sınırına gelmiş bile olabilirler. Öyle ki, son birkaç gündür, daha az utanacakları formüllerin peşinde oldukları haberleri çıkmaya başladı. Gadre uğrayan habercilerin daha önce pek görmediğimiz ölçülerde, asgari müşterekler temelinde dayanışma içine girdikleri görülüyor. Öte yandan, bizim Barış Açısını Savunmak kitabına gösterilen ilgi de, ülkemizde bu değerde çok sayıda haberci ve gazetecinin varlığına işaret ediyor. Çok teşekkür ediyoruz.