Modern Türk şiirinde kışın keşfi

Poetik başlangıç, kendisinden sonra ortaya çıkanı, gerek imgesel, gerek tematik ve gerekse nedensellik bakımından kendi içinde taşıyan moment demektir. Modern Türk şiirinde kışı ve onun hallerini Tevfik Fikret keşfetmiştir...

08 Aralık 2016 17:30

Modern Türk şiirinde, kar ve kış imgesi, sorunsal bir devamlılık biçiminde değil, kesintiye uğrayan bir keşif biçimde ortaya çıkar. Kuşkusuz birçok şairin şiirinde “kar” ve “kış” kelimelerine rastlamak mümkün ama bu yaygın kullanım biçiminde, kar ve kış bir sorunsal olarak yer almaz; üstelik Türkiye, coğrafi olarak hatırı sayılı ölçüde bir kış memleketi olmasına rağmen. Dolayısıyla Modern Türk şiirinin kuruluşu veya ana gövdesi bakımından bir sorunsal oluşturmayan şiirler bu yazının ilgi alanında yer almayacak. Ama bu bağlamdan hareketle de bir deneme kaleme alınabilir.

Kar ve kış imgesi derken baktığımız yer, şiirin tinsel evreninde betimlenen dünyadır. Bu tinsel evrendeki sözünü ettiğimiz bu dünya, modern Türk şiirinde, iki ana poetik sorunsalın keşfiyle bağlantılı olarak ortaya çıkar ve vücut bulur. Sözünü ettiğim bu poetik sorunsallardan ilki, dış dünyanın poetik olarak keşfidir. Kar ve kış, dış dünyanın görünüm biçimine, varolma tarzlarına ilişkin fenomenlerdir. Dolayısıyla modern Türk şiirinde kar ve/ veya kış, dış dünyanın, yani gerçekliğin bir varolma tarzı olarak keşfedilmiştir.

Kuşkusuz kar ve kış, soğuk ve tipi dış dünyanın doğasına ait görünümler, ama şiirde bu görünümlerden söz etmek, içselleştirilmiş, iç dünyaya dahil edilmiş bir dış dünya görünümünden söz ediyoruzdur; içselleştirilmiş kar ve kıştan, içselleştirilmiş soğuk ve tipiden..

Ama bu ortaya çıkış veya vücuda geliş, poetik bir devamlılık oluşturmaz, kesintiye uğrar ve başlangıçta kalır. Dolayısıyla bu yazının problem nesnesi, rastlantısal kar/ kış imgesinden çok, bu imgenin bir sorunsal olarak keşfi meselesidir. Hemen kapının dışında, orada olanın keşfi temelde neyin keşfidir ve bu keşifle ortaya çıkanın devam ettirilememiş olması, modern Türk şiirinin, temelde hangi poetik problemiyle alakalıdır? Bunlar üzerinde düşünülmesi gereken sorulardır.

İkinci poetik sorunsal ise, insanın kendinde- doğa ile mücadelesinde bir medeniyet- yokluğu durumunun görünüşü olarak ortaya çıkar. Kar ve kış, kendinde iyi veya kötü, güzel veya çirkin değildir; insanın içinde bulunduğu duruma göre farklı sınıfsal ve tarihsel gerçekliğin simgesi olarak yorumlanabilirler. İnsan, kar, kış, tipi ve soğuk gerçekliğinin dışında ve bir medeniyet bilincine göre inşa edilmiş bir çatının altında ise, kar ve kış bir manzarayı dile getirebilir; ama kar ve kışın gerçekliğine dolaysız bir biçimde maruz kalmış ise, medeniyet bilincine göre inşa edilmiş bir çatıya sahip değil ise, kar ve kış, bir çaresizliği, bir medeniyet-yokluğu durumunu dile getirir.

Medeniyet kavramı, ilk anlamında, insanın yaşamı bakımından doğanın kontrol altına alınmasına ilişkin bir mantığı dile getirirken ki bu mantık, kurgul ve yapıntı bir mantıktır, yıkıma uğrama olasılığını da içinde taşır; doğa kavramı, “kendi kendine devinen”, “bir şeyin davranışının iç kaynağı”, bu “davranış” ile “iç kaynağın” kendiliğinden nedenselliğinin zorunluluğu ve sonsuzluğu anlamına gelir. Kuşkusuz doğa derken, karın veya kışın görünüşünden değil, onun kendinde deviniminden söz ediyorum. Dolayısıyla doğanın da bir mantığından söz edilebilir ama bu mantık, yapıntı bir mantık değil, kendiliğinden bir mantıktır. Yani dış dünyadaki doğanın da bir yasası vardır. Ve medeniyet bu yasaya karşı inşa edilmiş yapıntısal bir yasadır.1

***

 

Çağdaş Türk şiirinde, kar imgesi dediğimizde, akla gelen ilk şiir, Nâzım Hikmet’in “Karlı Kayın Ormanında” şiiri olsa gerek. Bu şiirin tinsel evreni, bilindiği gibi, Rusya toprağını betimler. Şiirde konuşan anlatıcı-ben, dönemi hesaba katarak dile getirirsek, Sovyet toprağındadır. Nâzım Hikmet, karı, sıcak bir atmosfer olarak, Türkiye’de değil, Sovyetlerde keşfetmiştir. Nâzım’ın şiirinde söz konusu olan, karın asabi bir şekilde yağışı değil, kar yağışının dinmiş, sakinlemiş halidir. Tek tek pulcuk değil, bir örtü durumundadır. Onun şiirinde, kar, tipi halinde değil, dinlenme halindedir. Aslında Nâzım Hikmet’in şiirinin geneline ilişkin bir özelliktir bu. Nâzım’ın şiirinde ortaya çıkan yağmur/ soğuk/ kar/ kış meselesi kuşkusuz ayrı bir inceleme konusudur. Nâzım Hikmet, doğanın sertliğinden gelen sorunları pek büyütmez. Yağmuru sevdiği pek bellidir; kardan ise şikâyetçi değildir. Başka bir deyişle kışın görünüş belirtileri olan yağmurdu, kardı, soğuktu, çamurdu, onun şiirinde konuşan anlatıcı-ben için, içsel bir sorun oluşturmaz. Ayakkabısı sağlam, sırtı kayımdır, diyebiliriz. “Karlı Kayın Ormanında” şiirinin ilk dörtlüklerini hatırlayalım:

Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkarlıyım,
elini ver, nerde elin?

Ayışığı renginde kar
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalının ıslık
beni nereye çağırır?

Sadece girizgâhı değil, şiirin tamamını göz önünde bulundurursak, kar, burada şiirde konuşan anlatıcı-benin içinde bulunduğu fiziki ortamın zemininde ve gerisindeki fonda yer alır. Gece de olsa, ormanın içinde de olsa, Moskova’nın yirmi beş kilometre dışında da olsa, bu durum, bu anlatıcı-ben için kaygı uyandıracak bir durum değildir. Kendince bir konfor, bir rahatlık söz konusudur.

Ama Ahmed Arif’e geldiğimizde, durum bambaşka bir vaziyet alır. Burada “Karanfil Sokağı” ile “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi” adlı şiirlerini hatırlamak yeterli sanıyorum. Medeniyet azaldıkça doğanın sertliği artmaktadır. Bu durumu hesaba katarak baktığımızda, Ahmed Arif’in şiiri, Türk şiirinin sol kanadında, sınıfsallıkla ıralı poetik bir yarılmaya yol açar. Bu şiirin “3” nolu bölümünü hatırlamamız gerekir:

Hamravat suyu dondu,
Diclede dört parmak buz,
Biz kuyudan işliyoruz kaba-kacağa,
Çayı, kardan demliyoruz.
Anam sır gibi saklar siyatiğini,
“Yel” der, “Bahara geçer”
Bacım, iki canlı ağır,
Güzel kızdır, bilirsin,
İlki bu, bir yandan saklı utanır
Ve bir yandan korkar
Ölürüm deyi.
Bir can daha çoğalacağız bu kış,
Bebeğim, neremde saklayım seni?
Hoş gelir,
Safa gelir,
Ahmed Arif’in yeğeni…

“Adiloş Bebenin Ninnisi”, özellikle bu “3” nolu bölümü bakımından, bize, David Lean’ın Doktor Jivago filmini değil de, Shohei Imamura’nın Narayama Türküsü filmini çağrıştırır. Film, bir dağ köyündeki yoksul yaşama odaklanmıştır. Filmin başlangıç kısmında, bir evin önündeki bahçede karların eridiğini, kar sularının aktığını gösteren, baharın gelişine ilişkin bir sahne vardır. Kamera bir noktaya yaklaşır; eriyen karların altından, gömülmemiş, muhtemelen karın altına gizlenmiş bir bebeğin ölüsü ortaya çıkmaktadır. Şiiri biliyorsanız, o sahne, size “Adiloş Bebenin Ninnisi’ni de hatırlatır. Film ile şiir arasındaki çağrışım karşılıklıdır. Narayama Türküsü, bir ‘töre’ hikâyesinin filmidir; film ile şiir, hümanizm bakımından birbirine karşıt sonuçlarla neticelense de.. Şiirin “4” nolu bölümündeki dizeleri duyar gibi olursunuz:

Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,

Narayama Türküsü, Yönetmen: Shohei İmamura, 1983“Adiloş Bebenin Ninnisi”nde konuşan anlatıcı-benin içinde bulunduğu koşullar-konumunu merkeze alarak baktığımızda, “Karlı Kayın Ormanında” şiirinin kişisi, bir küçük burjuvadır ya da küçük burjuva koşullarına sahiptir. Ama aradaki fark veya karşıtlık sadece sınıfsal değildir. Nâzım’ın şiirindeki anlatıcı-ben, kentli bir bireydir. Bu bağlamda şehir, doğanın görünümlerindeki sertliği düzenleyen, etkisizleştiren, kontrol altına alan bir yerleşim yeri olarak ortaya çıkar bu şiirde; doğa, parsellenmiş, ehlileştirilmiş, toplu yaşama yerine göre biçimlendirilmiştir. Ama Ahmed Arif’in şiirinde söz konusu olan doğa, düzenlenmiş doğa değil, kendinde doğadır. Nâzım’ın şiirindeki kişi, karlı kayın ormanındadır ama medeniyetin dışında değil, içindedir. Kayınların arasında bir ev vardır ama penceresinde ışık, içerisinde sıcak vardır. Dahası son dörtlük:

Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova…

Burada sözü edilen “Moskova”nın, bugünkü Rusya’nın değil, Sovyetler döneminin ‘Moskova’sı olduğunu unutmamamız gerekir. Dolayısıyla Nâzım’ın bu şiirinde dile getirilen medeniyet, bir sosyalizm medeniyeti, bir sovyet medeniyetidir: Moskova’nın yirmi beş kilometre dışında, karlı kayın ormanının içinde bir kulübe, penceresinde ışık var ve içi sıcak. Ve şiir kişisi, orada şehrin içinde yürür gibi yürüyor: “Kar tertemiz, kar kabarık,/ yürüyorum yumuşacık.”

Ahmed Arif’in şiirine dönersek.. [Bu arada, bu şiirin adındaki ön kısmı unutmamamız gerekir: “Diyarbekir Kalesi Üzerine Notlar”. “Kale” 20. yüzyıl medeniyetiyle alakalı bir yapı değildir zaten; bir savunma stratejisi olması bakımından da, cezaevi olarak kullanılması bakımından da.] Kuşkusuz burada dile gelen bir medeniyet- yokluğu durumunun eleştirisidir. Burada medeniyetle ilgili tek kavram, dile getirilmeyen ama “çayı kardan demliyoruz” dizesiyle anıştırılan, “demlik” veya “çaydanlık” olsa gerek. Ama çay, “su”dan değil, “kar”dan demleniyordur. Suyun, doğal kaynağından kullanım alanına ya da evin içine getirilmesi bir medeniyeti gerektirir. Bu şiirde dile getirilen ikinci bir medeniyet sorunu, sağlık ve tıp meselesiyle ilgilidir. Tıbbı tedavi ve tıbbı bakım olanağının, bütün insanlara ulaştırılması meselesi, [haklar bakımından bir İnsan Hakları sorunu olmakla birlikte] bir medeniyet meselesidir. Medeniyet, doğa yaşamı ile insan yaşamı arasına bir hümanizma mesafesinin konmasının adıdır. Bu şiirin dizelerinde dile getirildiği üzere, hastalık, medeniyetin olanağına değil, doğanın insafına bırakılmıştır: “Anam sır gibi saklar siyatiğini,/ ‘Yel’ der, ‘Baharın geçer’ ”. Ama belki de daha önemlisi, şiirin bu “3” nolu bölümünün merkezinde, hamile iken veya doğum esnasında ölme korkusunun anlatılıyor oluşudur: “Bacım, iki canlı ağır,/ Güzel kızdır, bilirsin,/ İlki bu, bir yandan saklı utanır/ Ve bir yandan korkar/ Ölürüm deyi.” Şiirde konuşan anlatıcı-benin bacısı, “Adiloş Bebe”nin annesidir. “Adiloş Bebe”nin doğduğunu biliyoruz, ama annesinin doğum yaparken hayatta kaldığını bilmiyoruz. Şiir, bu konuda susar.

Burada biraz duralım..

Her iki şairin, yani Nâzım Hikmet ile Ahmed Arif’in şiirinde de, doğanın bir varolma tarzı olarak kış ile, kışın bir görünüşü olan karın gerçeklik algısı aynı türdendir aslında. Doğa/ kış/ kar/ soğuk, insanın varlığından bağımsız olarak, onun dışında ve ötesindedir. İnsanın doğa/ kış/ kar/ soğuk bağlamını kontrol altına alması, medeniyet bilinciyle olanaklı hale gelmiştir. Bu iki şiirin tinsel evrenleri, bu bakımdan birbirinden ayrılır. Ama medeniyet bilincine inançları bakımından her iki şair de, ideolojik bakımdan aynı düzlemde yer alırlar kuşkusuz. Şiirlerinde farklı gerçeklikleri dile getirmiş olmaları ise, her iki şairin de kendi deneyimlerine sadakatli oluşlarından kaynaklanır.

***

Kuşkusuz modern Türk şiirinde kar, kış, soğuk meselesinin bu denli sert bir biçimde ortaya çıkmadığı örnekler de mevcuttur. Daha önemlisi kış sorunsalı, burada üzerinde durduğumuz şairlerin poetik pratiklerinden önce başlar. Dolayısıyla poetik tarih bilincini göz ardı etmememiz gerekir. Bu nedenle de, Nâzım Hikmet ile Ahmed Arif’ten sonraya değil, önceye, başlangıca doğru gitmemiz gerekir. Başlangıç, bir inşa sürecini içerdiği için, elzemdir. Poetik başlangıç, kendisinden sonra ortaya çıkanı, gerek imgesel, gerek tematik ve gerekse nedensellik bakımından kendi içinde taşıyan moment demektir. Bu başlangıç, bugün yaygın biçimde kabul gören mevcut şiir antolojisine göre Ahmet Hâşim ve Yahya Kemal’le başlatılır. Modern Türk şiiri, gerçekten de bu şairlerle mi başlar, kuşkusuz bu ayrı bir yazı konusu; ama kar ve kış imgelerinin başlangıç olarak bu şairlerde ortaya çıkıp çıkmadığını irdeleyebiliriz. Kuşkusuz mevcut kabulden yola çıkmamız gerekir.

Ahmet Hâşim’in “Sonbahar”, “Kış” adlı şiirleri ile Yahya Kemal Beyatlı’nın “Kar Mûsıkîleri”; daha sonrasında Ahmet Muhip Dıranas’ın “Kar” şiirini sözünü ettiğim poetik başlangıç bağlamında ele alabiliriz. [Kuşkusuz dönemin başka şairlerinde de var bu izlekle ilgili şiirler, ama söz konusu bu örnekler, çok rastlantısal ve poetik-determinizm dışı.] Özellikle son iki şairi tercih edişimin, bu yazının sorunsalı bakımından kuşkusuz bir nedeni olduğu düşünülebilir. Bu nedeni, belki de yazının üçüncü bölümünde aramak gerekir.

Önce Ahmet Hâşim ile Yahya Kemal Beyatlı’nın kış/ kar/ soğuk’la ilgili poetik algıları ve bu algıyla yazdıkları şiirlerin tinsel evrenleri üzerinde duralım.

Şiirlerin adlarından da anlaşıldığı üzere, bu şairler, birbirine karşıt durumları dile getirirler. Hâşim, dışarıyı, soğuğun görünüşünü anlatırken, Yahya Kemal içeriyi, evin içinden dışarının kişi üzerindeki etkisini dile getirir. Burada poetik paradoks da vardır. Hâşim, dışarıyı betimlerken aslında içselliği ait terimleri dile getirir, Yahya Kemal ise, içeriyi anlatırken dışsallığı ait durumları betimlemektedir. Ama her iki şairin de etkilendikleri poetik- kaynak aynı. Bu poetik- kaynak meselesine de üçüncü bölümde geleceğim.

Hâşim’le başlayalım.. “Kış” şiirinin gövde ve son kısmı şöyledir:

Tehî kalan ovalar
Sükût eder sanılır mevsimin gumûmuyla;
Harâb olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,
Ne giden,
Şimdi yalnız kavâfil-i evrâk
Mütemâdî sürüklenir bir uzak
Ufk-ı pür-ıztırâb u nevmîde.

Yine kış, yine kış,
Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış…

Şiirin bu ana gövdesinde, Hâşim’in odaklandığı ayrıntı, boş ovada, dökülmüş yaprakların ümitsiz ve ıstırap içinde oradan oraya, sürekli sürüklenmesi durumudur. Henüz yağmur yok, kar yok, kar ıslaklığı ve çamur yok. “Harâb olan sarı yollar” nitelemesinden, yaprakların, henüz yeni döküldüğü aşamada olduğunu, kuruyup gazel haline henüz gelmediği evreyi çıkarabiliriz. Yeni dökülmüş yapraklar henüz sarı renkte. “Mütemâdî sürüklenir” ifadesi de bu yorumu destekler; savrulmuyorlar, sürükleniyorlar, henüz yeni dökülmüş sarı renkteler, gazel durumuna ve rengine henüz gelmemişler. Buradaki son dizeyi,“Ufk-ı pür- ıztırâb u nevmîde.” dizesini hesaba katarsak, bu şiirin, hazin bir sonbahar şiiri ya da yaprakların ölümüne bir ağıt şiiri olduğunu söyleyebiliriz.

Ama şiirin son bölümündeki “yine kış, yine kış” dizesi, bu yorumu biraz engeller. “Yine kış, yine kış” ifadesi, kış dediği şeyin, şiirin ana gövdesinde betimlenen türden olduğunu mu söylemektedir yoksa başka bir kaygıyı mı dile getirmektedir.

Şiirin ana gövdesindeki betimlemeyi hesaba katarak akıl yürütürsek, Hâşim, kıştan, yağmurlu veya karlı durumu, çamur veya don durumunu değil, olsa olsa yaprakların yeni döküldüğü kuru soğuk durumunu anlamaktadır, diyebiliriz. Ama şiirin son dizesindeki “ağlayan duman” ifadesi, bu yorumun önünü keser. Maddileştirerek düşünürsek, “duman”dan kasıt “bulut” olsa gerek, bu durumda “ağlamak”tan kasıt, “yağmur” olur. Bu türden bir yorum da bu şiirin tezatlı bir içyapısının olduğunu, net bir tinsel evren içermediğini gösterir bize: Hem kuru soğuk hem ağlayan duman; hem yerde yapraklar sürükleniyor hem de yağmur yağıyor. Poetik bakımdan da onaylanabilecek bir mantık değildir bu. Buradan hareketle, Hâşim’in, bu şiir bağlamında kafasının pek net olmadığını, dolayısıyla bocaladığını söyleyebiliriz. Ama “yağmurlu duman” ifadesinden kastın “yağmur” ve “bulut” olmadığı, bu ifadenin metafizik bir durumu dile getirdiği ileri sürülebilir. Evet, bu yorum yolunu da göz önünde bulundurmamız gerekir; ama “yağmurlu duman” Hâşim’in kendi yaratıcılığına bağlı, yani kendisinden menkul bir imge ise. “Yağmurlu duman” ifadesi kendi bütünlüğünde veya bileşenleri bakımından, Hâşim’den önce bir başka şairin şiirinden geliyor ise, bu durumda, söz konusu o şairin bu imgeye ilişkin kullanım bağlamını hesaba katmamız gerekir. Bu yorum yoluna, poetik determinist yorum yolu diyelim. Bu konuya tekrar döneceğim.

Ama daha önce, yukarıda bıraktığımız soruya dönmemiz gerekir. Hâşim, “yine kış, yine kış” derken neyi kastetmektedir? “Kış” derken, kışın, şiirin ana gövdesinde betimlenen türden bir şey olduğunu mu göstermektedir yoksa başka bir kaygıyı mı dile getirmektedir? Bizim yorumumuz, Haşim’in bir başka kaygıyı dile getirdiği yönde. İfade çok açık, Hâşim “yine kış, yine kış” diye inliyor, yani kurtulamıyoruz, tekrar geldi anlamında. Şiirin açılış bölümü de bu yorumu destekler. Şiirin açılış bölümü hâlâ çok etkileyicidir. Şöyle:

Yine kış,
Yine şems-i mesâda, âh, o bakış,
Yine yollarda serserî dolaşan
Âşiyânsız tuyûr-ı pür-nâliş…

Yine kış, yine o akşam güneşi, ah, o bakış, yollarda serseri dolaşan yuvasız kuşlar; yuvasız kuşlar soğuktan inleyen bir hal içinde. Bugün durum biraz farklı, bu şiirin yüzyılın başında yazıldığını hesaba katmamız gerekir. Kış, insanlık tarihi boyunca insanın aşamadığı bir durum olagelmiştir. Hâşim’in hayatta olduğu yüzyılı hesaba kattığımızda, insanlık kışla baş edecek bir medeniyeti henüz bulabilmiş değildi. “Yine kış” ifadesi ve bu ifadenin yinelenmesi bu duruma ilişkin bir ünlemdir. Şiirde kuşlar ile ‘ölmekte olan’ yapraklardan başka bir canlı varlık söz konusu değildir. Kuşkusuz bu şiir, bu canlı varlıkların kendi algılarına ait bir kış anlatımı dile getiren bir şiir değil, şiirde konuşan anlatıcı-benin dünya algısını dile getiren bir şiirdir. “Yine kış” inlemesi, şiirin tinsel evreninden bağımsız olarak kendiliğindenlikle ıralı bir medeniyet yokluğu durumuna ilişkin bir kaygıyı dile getiren bir imge olarak düşünülebilir.

Hâşim’in “Sonbahar” şiirine gelince.. Bu şiiri, yazının konu nesnesinin sınırlarını zorlamamak bakımından analiz etmeyeceğim, ama bir bağlam nedeniyle, şiirin girizgâhı üzerinde durmak istiyorum.

Dökerken ufka donuk, kanlı bir ziyâ eylül,
Ederek zilf-i târumâra hulûl
Gizli bir sesle ağlayan ey bâd!

Ahmet Hâşim’in mevsimlerle ilgili aslında üç şiiri var; “Yaz”, “Sonbahar” ve “Kış.” “Bahar” hakkında yazmamış olması dikkat çekicidir ve “Yaz” şiiri de diğer iki şiiri kadar pek etkili görülmemiştir.

Şiirin girizgâhına dönersek.. Bu şiirde, “donuk” kelimesinin tercih edilmiş olması özellikle dikkat çekicidir. Hâşim, “donuk” kelimesini neden “Kış” şiirinde değil de “Sonbahar” şiirinde kullanmış? “Donmak”, “donuk”, “don” sonbahardan çok kışa ait bir durumun adı değil midir? “Ağlayan duman” ifadesi de herhalde “Sonbahar” şiirine daha uygun düşerdi. Ama üçüncü dize, “gizli bir sesle ağlayan rüzgâr” dizesi hâlâ etkileyicidir. Etkileyicidir ama bu dizeyle işaret edilen imge de burada bir başlangıç değildir.

Hâşim’e tekrar döneceğiz; ama Yahya Kemal’e geçebiliriz.

Yahya Kemal’in, bu yazı bağlamında değerlendirilebilecek iki şiiri var; “Mevsimler” ve “Kar Mûsıkîleri.” “Dört üçlükten oluşan Mevsimler” şiirinde, Yahya Kemal de, Hâşim’e benzer bir biçimde, sonbaharla başlayan değişimi “keder mûsikîsi” olarak adlandırır:

Kopar sonbahar tellerinden,
Derinden, derinden, derinden,
Biten yazla keder mûsikîsi

Bir sonraki üçlüğün sonunda “keder mûsikîsi”, “derbeder mûsikîsi”ne dönüşür. Sonbahar kışa dönüşüyor gibidir; “Hazîn günlerin derbeder mûsikîsi” der Yahya Kemal. Üçüncü üçlük şöyledir:

Denizden ve dağdan gelen hüzne kandık.
Bulutlar dağılsın, bahar olsun artık,
Duyulsun bir engin seher mûsikîsi

​Hâşim’in şiirinde olduğu gibi burada da gerçeklik duygusundan çok alegorik bir tasavvur söz konusudur. Her iki şairin şiirlerinde konuşan anlatıcı-beni, sanki kar- kış- soğuk tecrübesine sahip değilmiş gibidir, elleri sıcak sudan soğuk suya değmemiş gibidir. Nitekim Yahya Kemal’in “Kar Mûsıkîleri”nde konuşan anlatıcı-ben, kar- kış- soğuk fenomeninin ev- içi tecrübesini, sıcak ev- içi ortamından algılanan kar- kış- soğuk tecrübesini dile getirir. Dolayısıyla “Kar Mûsıkîleri”ni, özellikle Ahmed Arif’in “Adiloş Bebenin Ninnisi” şiirini hesapta tutarak okursak, sınıfsal bir karşıtlık oluşturması bakımından ayırt edici bir durum gösterir bize. Şiir kişisi, orada, çayı kardan demlerken, burada, Tanbûri Cemil Bey'i dinliyordur plaktan.

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden…
Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plakta.

Bu şiir bir rüya âleminin, uyanıklıktan uyku durumuna geçişin betimlemesi gibidir; dışarıda kar yağışı vardır, ama şiirde konuşan anlatıcı-ben, evin içinde soğukla ilgili olarak bir üşüme durumu yaşamaksızın uykuyla uyanıklık arasında müzik dinlemekte, müzik ile dışarıdaki kar yağışının ortak algısı içinde, geçmiş ile şimdi- uyku arasında gidip gelmektedir. Bedenin halinde değil, zihnin halinde odaklanılan bir durum söz konusudur. Bu şiirde bir Tevfik Fikret etkisinden söz etmek gerekir. Tevfik Fikret’in “Dün Gece” adlı şiirindeki

Ba’zan bu muhteşem geceler, sen derin derin
Başlarsın ihtizâzına bir erganun gibi;
Birden cevânibi
İntâk edip sadâ, duyulur gizli bir enîn.

dizeleri, Yahya Kemal’in, “Kar Mûsıkîleri”nin içine girip çıkmış gibidir. Özellikle “erganun” kelimesinin geçtiği dizeler. Bununla birlikte.. “Kar Mûsıkîleri”nin ikinci dizesi, “Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu” dizesi, hem poetik hem de epistemolojik bakımdan ayırt edici bir deneyimi dile getirir. Kar yağışının, kar sesinin, insana, bu kar yağması durumunun bin yıl sürecek hissi vermesi tecrübesinin keşfidir sözünü ettiğim keşif.

Yahya Kemal Beyatlı“Bin yıl sürecek hissine” sonsuzluk duygusu diyelim. Bu duygu, Nâzım Hikmet tarafından da dile getirilir; ama içsel bir his olarak değil, karla örtülü dış dünyanın, karla örtülü coğrafi maddi gerçekliğin verdiği bir kavrayış olarak. Nâzım, Yahya Kemal’in “bin yıl sürecek hissi” dediği şeye, “başsızlık ve sonsuzluk” diyecektir. Nâzım’ın şiirinde ortaya çıkan bir diğer özellik ise, başsızlık ve sonsuzluk hissinin, karın sesiyle değil, görünüşüyle ilgili bir his olduğunu dile getirmesindedir. “Piraye İçin Yazılmış: Saat 21-22 Şiirleri”nin “13 Aralık 1945” tarih-başlıklı şiiri şöyledir:

Gece kar birdenbire bastırmış.
Bembeyaz dallardan dağılan kargalarla başladı sabah.
Göz alabildiğine Bursa ovasında kış:
başsızlık ve sonsuzluk geliyor akla.
Sevgilim,
değişti mevsim
çekişen gelişmelerden sonra bir sıçramakla.
Ve karın altında mağrur
hamarat
sürüp gidiyor hayat…

Yaygın olarak kabul gören modern Türk antolojisi bilincine göre, başlangıç noktası Ahmet Hâşim ile Yahya Kemal ise, bu başlangıç noktasında ortaya çıkan kış imgesi, dış dünyanın tarihsel ve fiziki gerçekliğine dayalı bir evrenden çok, iç dünyanın terimleriyle betimlenip nitelenen bir tinsel evren içerir. Bu tinsel evrenin bize gösterdiği bir gerçeklik, bir dış dünya değildir, temelde kurguya dayalı bir manzara sunar bu evren bize. Her iki şairin şiirinde üstü örtük biçimde, insanın kış karşısında tahammülsüzlüğü dile getirilir. Söz gelimi Yahya Kemal, “Bulutlar dağılsın, bahar olsun artık” der; Hâşim ise “yine kış yine kış” yakınmasında/ çaresizliğinde bulunur. Ama bu dizelerin dile getirdiği temel ayrıntıların, söz konusu şiirlerin ana gövdesinin taşıdığı manzara tarafından üstü örtülür. Hâşim’de veya Yahya Kemal’de, kış, gerçeklikteki bir durum olarak değil, bir tema- nesnesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Gerek Hâşim’in, gerekse Beyatlı’nın bu şiirlerinde ortaya çıkan bu manzaradan hareketle manzaranın neliği üzerinde biraz duralım. Gerçekliğin ya da dış dünyanın ayırıcı özelliği, bizden bağımsız olarak varolmasında ortaya çıkar. Manzara ise, dış dünyanın, onun gerçekliğinden farklı olarak, dile getirenin isteğine, keyfiliğine göre düzenlenmesidir. Dolayısıyla manzaranın olanaklılığı, onu kurgulayan öznenin görgüsüyle doğru orantılıdır. Manzara bir kolaj çalışmasıdır; söz konusu özne için, parlak olan parçaların bir araya getirilmesidir. “Keder” gibi, “ağlamak” gibi, “ıstırap” gibi insanın iç dünyasının yorgunluğuna ilişkin kelimeler kullanılır ama bu kelimeler ne insanın içselliğini dile getirir, ne de dış dünyanın gerçekliğini. Kelimelerin bu durumu bir kolaj durumunu dile getirir. Hâşim’in “Kış” şiiri de bir manzarayı dile getirir; Beyatlı’nın “Kar Mûsıkîleri” şiiri de. Hâşim, dış dünyayı değil de, bir takvim yaprağındaki manzara resmini betimliyor gibidir. Yahya Kemal’in “Kar Mûsıkîleri” de, evin dışını veya dış dünyayı değil, evin içini bir manzara olarak dile getirir. Evin içi, bir dış dünya olarak değil, şiirde konuşan anlatıcı-bene göre parlak olarak gördüğü parçaların bir araya getirilmesinden oluşur.

Nazım HikmetBu poetik manzaraya karşı ilk poetik başkaldırı Nâzım Hikmet’ten ve onun yolundan ilerleyen Toplumcu 40 Kuşağı şairlerinden gelecektir. Bu poetik başkaldırının temel girişimi tarihsel gerçekliğin üzerindeki manzarayı alaşağı edip onun yerine maddi gerçekliğin tarihselliğini koymak olacaktır. Bu başkaldırının içeriksel boyutu ise, kış/ kar/ soğuk karşısından yaşanılan temel sorunun medeniyet- yokluğundan kaynaklandığını dile getirmesindedir. Nâzım Hikmet’le başlayan çizgide, kış, dış dünyanın bir durumu, doğanın bir tarzı olarak ortaya çıkmaktadır ve şiirde dile getirilen tarihselliğin gerisinde bir fon durumundadır.

Dolayısıyla kar/ kış/ soğuk sorunsalı bakımından, Türk şiirinde, iki başlangıcın olduğunu söylemek mümkün. Nitekim Türk şiirinin bundan sonraki evresinde kar/ kış/ soğukla ilgili şiirler bu iki kanaldan gelişecektir.

***

Ahmet Hâşim ile Yahya Kemal’in ilgili şiirlerinin analizinde, Nâzım Hikmet ile Ahmed Arif’in analizlerinden daha kuşkucu bir yaklaşım geliştirdiğimin farkındayım. Bunun nedeni, Yahya Kemal ile Ahmet Hâşim’in yaygın bir biçimde çağdaş Türk şiirinin başlangıç noktası olarak görülmesi olsa gerek. Çünkü başlangıç olarak kabul edilecek olanın her türlü kuşkudan arınmış olması gerekir. Kuşku içeren bir başlangıç, kesinlikle ıralı bir başlangıç değildir.

Yukarıda, burada ele aldığımız poetik başlangıcı, yaygın olarak kabul gören modern Türk şiiri bilincine göre yaptığımı belirttim. “Yaygın olarak kabul görme” bir rey çoğunluğu ifadesidir. Ama hakikatin belirlenmesinde rey çoğunluğu geçerli bir kriter değildir. Hakikatin belirlenmesi, hakikat olarak dile getirilen argümanın mevcut olgulara dayanıp dayanmadığına bağlıdır. Dile getirilen bir önermenin içeriği, dile getirdiği, ilişkin olduğu olgulara uygun ise, o önerme doğrudur. Dolayısıyla Ahmet Hâşim ve Yahya Kemal, kış/ kar/ soğuk imgesi bakımından Türk şiirinin poetik başlangıcını oluşturmaz. Poetik başlangıç, ilkin söz konusu imge ve izleklerin bir sorunsal, bir bağlam çerçevesinde ilk defa ortaya çıktığı yeri dile getirirken, temelde ilk defa ortaya çıkanın, ilk ortaya çıktığı yerden sonra da devam etmesini, yani kendisinden sonra devam edeni de başlangıçta içermesi demektir. Başlangıç, daha öncesinde olmayan ama kendisinden sonra devam eden demektir. Buradan hareketle baktığımızda, modern Türk şiirinde kar/ kış imgesinin, bir sorunsal bağlamında başlangıcı Tevfik Fikret’in şiiridir. Çağdaş Türk şiirinde, kışı, Tevfik Fikret keşfetmiştir. Fikret’ten hemen sonra bu sorunsalla ilgili olarak yazılagelen şiirler de, [söz gelimi Ahmet Hâşim de] gerek bu şiirlerde konuşan anlatıcı-benin dünya algısı ve gerekse bu şiirlerin içerdiği tinsel evren bakımından onun açtığı poetik yoldan giderler.

***

Tevfik Fikret’in, kış sorunsalıyla ilgili olarak yazdığı dört şiir vardır: “Perî-i Hazân”[“Güz Perisi” anlamına geliyor], “Yağmur” “Karlar” ve “Mihr-i Zemherîr” [“Karakış Güneşi” anlamına geliyor]. Bu şiirler, Rübâb-ı Şikeste (1900) de, bu sırayla yer alır. Ama daha önce Servet-i Funûn’da arka arkaya yayınlanır.

Bu şiirlerin Servet-i Fünûn’daki yayın sırası şöyledir:

Yağmur-----------------Sayı: 344----2 Teşrinievvel 1897

Perî-i Hazân------------Sayı: 348---30 Teşrinievvel 1897

Karlar-------------------Sayı: 355---18 Kânunuevvel 1897

Mihr-i Zemherîr-------Sayı: 357----1 Kânunusani 1897

Bu şiirlerin yayınlanma tarihleri göstermektedir ki, Fikret, onları birbiri ardı sıra yazmış. Başka bir deyişle Fikret, ilham evresinde yani poetik doluluğun açığa çıkmasında gelen şiirin tinsel yükünü, bir şiire sığdıramamış, arka arakaya yazdığı diğer şiirlerle tamamlamış. Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer konu da şuradadır: Servet-i Fünûn’daki yayın tarihine göre, bu şiirler, kamuoyu önüne 120 yıl önce çıkmış. “Yağmur” şiirine gösterilen ilgiyi ayrı tutarsak, 120 yıl boyunca bu şiirler üzerinde hiç durulmamış, üstü açılmamıştır.

Üç bölümden oluşan “Perî-i Hazân” şiirinin ikinci ve üçüncü bölümü şöyledir.

Her yanda sükût, bir boğuk ses
Ağlar gibi tâ uzakta yalnız.
Oldukça bu savta ruhu ma’kes
Ağlar o da giryesiz, figânsız;
Eyler yüzü an-be-an tagayyür.

Vechindeki zehr-i iğbirârı
Mass eyleyerek olur nümâyân
Her şeyde alîl bir teessür;
Düştükçe nigâh-ı jâle-dârı
Yerlerde nizâr u zerd ü uryân,
Bir hüsn-i melûl eder tezehhür.

[“Her yanda sessizlik; bir boğuk ses/ Ağlar gibi ta uzakta yalnız./ Yankılandıkça bu ses ruhunda/ Ağlar o da gözyaşsız, çığlıksız;/ Başkalaşır yüzü her an.

Yüzündeki küskünlüğün zehiri/ Emerek görünür/ Her şeyde hastalıklı bir üzüntü;/ Düştükçe çiy düşmüş bakışı/ yerlerde zayıf, sapsarı ve çıplak,/ Bir bezgin güzellik çiçeklenir.” (Günümüz Türkçesi: Kemal Bek)]

Hâşim’in “Sonbahar” şiirindeki “gizli bir sesle ağlayan ey bad! (rüzgâr)” dizesi ilhamını, Fikret’in “Perî-i Hazân” şiirindeki “Her yanda sükût, bir boğuk ses/ Ağlar gibi tâ uzakta yalnız” dizelerinden alır.. Yine Yahya Kemal’in “Mevsimler” şiirindeki “keder mûsikîsi”, “derbeder mûsikîsi” imge- ifadelerinin hareket nokrası Fikret’in “Perî-i Hazân” şiiri ve oradaki bu dizeler olsa gerek ya da “Her şeyde alîl bir teessür” [Her şeyde hastalıklı bir üzüntü] dizesi. Beyatlı’da, “kar sesinin” “bin yıl sürecek zannedil”mesinin buluş bakımından keşfi de, başlangıç noktasını Fikret’ten alır. Fikret, “Karlar” şiirinin son dörtlüğünde, evinde oturup penceresinden bakanlar üzerinde, kar yağışının bir “hayal zaman” duygusu yarattığını dile getirir. Sözünü ettiğim bir intihal değil; Ahmet Hamdi Tanpınar, Tevfik Fikret’le ilgili görüşlerini dile getirdiği bir yerde “edebiyatta her yenilik, taklidi doğurur” der, söylemek istediğim tam olarak bu. Tevfik Fikret’te başlayan ilklik, poetik başlangıç, yani yenilik, kendisinden sonra da devam ediyordur. Şöyle de söyleyebiliriz, Yahya Kemal ile Ahmet Hâşim’de ortaya çıkan söz konusu imgeler, Tevfik Fikret’in keşfinde içkin.

Ama daha önemli etki “Karlar” şiirinden gelir. Bu şiirin girizgâhı şöyle:

Bir ıztırâb-ı serd ile titrer mükevvenât
Altında karların;
Bir dûd-ı müncemid gibi afâk-ı bî-hayât
Pîşinde canlanır mütehaşşî nazarların.

[“Bir soğuk acıyla titrer bütün varlıklar/ Altında karların;/ Bir donmuş duman gibi cansız ufuklar/ Önünde canlanır ürkek bakışların.” (Günümüz Türkçesi: Kemal Bek)]

Üçüncü dizedeki “dûd-ı müncemid” ifadesi “donmuş duman” anlamına gelir. Hâşim’deki “ağlayan duman” ifadesinin nereden geldiği sanırım artık açık.

Burada poetik bakımdan ayırt edici olan şurada; Fikret’in şiirlerindeki, “dûd-ı müncemid” [donmuş duman] gibi adlandırmalar tekil ve rastlantısal değildir, belli bir poetik algının yüküyle bir devamlılık tarzında ortaya çıkar. Söz gelimi “Mihr-i Zemherîr” şiirinde, zemheri ayının gökyüzünü, “Semâ bir buzlu cam hâlinde bir kesâfetle” [Gökyüzü bir buzlu cam gibi bir yoğunlukla (KB)] dizesinde “buzlu cam” imge- adlandırmasıyla dile getirir. Aynı poetik algı, “Yağmur” şiirinde de mevcuttur; söz gelimi şu dizeler:

Sokaklarda seylâbeler ağlaşır,
Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;

Bulutlar karardıkça zerrâta bir
Ağır, muhtazır dalgalanmak gelir;

[“Sokaklarda seller ağlaşır,/ Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;/ Bulutlar karardıkça zerrelere bir/ Ağır, can çekişen dalgalanma gelir;” (KB)]

“Sokaklarda seylâbeler ağlaşır,/ Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;”.. Yağmur’un, sel gidercesine yağdığı durumda, gökyüzü ile yeryüzü arasındaki mesafenin daralması meselesi, bu denli bir poetik güzellikte dile getirilmemiştir. Ve, üzerinde herhangi bir akademik çalışma yapılmamış olsa da, 120 yıl boyunca aşılamamıştır “Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır”..

Ahmet Hâşim’de ya da Yahya Kemal’de, mevsimler veya kışla ilgili şiirler, kendilerinden önce başlayan poetik bir eğilimin sonucunda, dolayısıyla bir etkilenmenin sonucunda ortaya çıkıyor. Önlerinde örnek vardı çünkü. Kendilerinden önce Fikret tarafından açılan yolun devam etmesi, sorunsalın ilerlemesi diyebiliriz buna. Fikret’te ise, kendinden önce olmayan yeni bir şeyin ortaya çıkması söz konusudur. Fikret’te ortaya çıkan, Fikret’te de kalmamış, bir başkasını etkileyerek onda devam etmiş. Bu nedenle başlangıç, Ahmet Hâşim veya Yahya Kemal değildir; başlangıç, Tevfik Fikret’tir. Fikret’i bir başlangıç, bir merkez olarak ele aldığımızda, söz gelimi Hâşim, Fikret’in genç ardılı durumunda, onun periferisi durumunda yer alır. Ve aslında gerçeklik de böyledir.

Şimdi Tevfik Fikret’in, bu kış şiirlerindeki dünyasına girebiliriz.

***

“Perî-i Hazân”[“Güz Perisi]”, “Yağmur” “Karlar” ve “Mihr-i Zemherîr” [“Karakış Güneşi”], gerek yazılış dizgeleri bakımından gerek ortak imgeleri bakımından rastlantısal olarak yazılmış şiirler değildir. Fikret, poetik olarak ne yaptığını bilmektedir. Her bir şiirde, o şiirin dile getirdiği mevsimin dış dünyası, gerçekliği betimlenir. “Perî-i Hazân” şiirinin ikinci bölümünü bu açıdan tekrar alıntılamamız gerekir.

Her yanda sükût, bir boğuk ses
Ağlar gibi tâ uzakta yalnız.
Oldukça bu savta ruhu ma’kes
Ağlar o da giryesiz, figânsız;
Eyler yüzü an-be-an tagayyür.

[“Her yanda sessizlik; bir boğuk ses/ Ağlar gibi ta uzakta yalnız./ Yankılandıkça bu ses ruhunda/ Ağlar o da gözyaşsız, çığlıksız;/ Başkalaşır yüzü her an.]

Burada betimlenen bir durum vardır ve bu durum güzün dış dünyasıdır veya fiziki varolma tarzıdır. Ayırıcı ve etkileyici olan, güzün dış dünyasının ayrıntılı olarak dile getirilmiş olmasındadır. Kuşkusuz insanın varoluşuna ilişkin kelimelerle dile getirilmektedir bu fiziki varolam durumu. Ama söz konusu olan antroformik bir betimleme değildir. Dış dünyanın ayrıntılı olarak betimlenmesi, o dış dünyanın tam olarak içselleştirilmiş olmasından kaynaklanır. Aynı etkileyicilik, “Yağmur” şiirinde de mevcuttur; “Karlar” şiirinde de, “Mihr-i Zemherîr” şiirinde de. Sadece “Sokaklarda seylâbeler ağlaşır,/ Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;” dizelerini veya “Bir dûd-ı müncemid gibi afâk-ı bî-hayât” [Bir donmuş duman gibi cansız ufuklar] dizesini ya da “Semâ bir buzlu cam hâlinde bir kesâfetle” dizelerini okumak yeterli. Rastlantısal dile getiriş değil, kendisinden sonra yazılanları da içeren bir poetik başlangıcı dile getiren bir imgesel dizge söz konusudur bu dizelerde. Bu imgesel dizge, kışın poetik keşfini dile getirir. Modern Türk şiirinde kışı ve onun hallerini Tevfik Fikret keşfetmiştir. Ve bu keşif, yukarıda irdelediğimiz Haşim ve Beyatlı’nın terennümlerini de içerir. [Kuşkusuz Fikret’in, özellikle Haşim üzerindeki etkisi meselesi, ayrı ve önemli bir yazı konusudur.]

Kış ve kışın varolma tarzları örneğinde dış dünyanın bu keşfini nasıl adlandırmak gerekir. Kuşkusuz Fikret’in bu şiirlerinde dile gelen dış dünya, içselleştirilmiş bir dış dünyadır. Bir şeyin bilinci, öteden beri gelen bir bilinç değil, belli bir yönelimin sonucunda oluşan bir şeyin bilincidir. “İçkin psişik olan, kendisi bir doğa değil, doğanın bir yansımasıdır” der Edmund Husserl. Dolayısıyla Fikret’in, bu şiirlerinde dile gelen kışın hallerine ilişkin bilinç, kışın hallerinin içselleştirilmesinin bilincidir. Dolayısıyla Tevfik Fikret'in bu şiirlerinde yaptığı, dış dünyanın keşfi yoluyla içselliğin keşfidir. Burada ilginç olan, Husserl ile Tevfik Fikret’in, ilkinin uzun ikincisinin ise kısa yaşamına rağmen, her ikisinin de çağdaş olmalarıdır. Birinin felsefede keşfettiğini diğeri şiirde poetik olarak keşfetmektedir. İçselliğin keşfinde bir başka eş zamanlılık daha söz konusu. Japon Edebiyatı’nda da, içselliğin keşfi, Fikret’in yaşadığı dönemle bakışımlıdır. Bu kıyaslamada, Kojin Karatani’den yararlandığımı belirtmeliyim. Çok ilginç benzerlikler söz konusudur. Ancak bu bir başka yazının, bundan sonraki yazının konusu olacak.

***

Bir çatının altında iseniz, Ahmed Arif’in sözünü ettiği durum söz konusu değil ise, kar yağışı ve her tarafın karla örtülmesi, bir hayal zamanı duygusu verir. Bu zamanın, “bin yıl sürecek”miş gibi ya da bir sonsuzluk duygusu biçiminde algılanmasının nedeni de bu hayal zamandan gelir. Fikret’in “Karlar” şiirinin son dörtlüğü şöyledir:

Lâkin sorun şu penceresinden bakanlara
Gâh-ı tahayyülün,
Onlarca aynıdır bu bürûdetli manzara
Bir sine-i semende gülen bir beyâz gülün.

[Ancak, sorun şu penceresinden bakanlara/ Hayal zamanının,/ Onlarca aynıdır bu soğuk görünüm/ Yasemin bir göğüste bir beyaz gülün. K.B.]

 

1 [Bu iki yasanın birbirine karşıtlığının, birbiriyle savaşının, sert bir biçimde açığa çıktığı bir durumdan söz etmek gerekir ise, bu duruma, dağcılığın, zirveye tırmanış etkinliğinin seçik bir örnek olduğu kanısındayım. Zirveye tırmanışta hatanın şansı yoktur. Everest’e ya da Alp’lere tırmanış filmleri, söz gelimi Everest (Baltasar Karmakur), Kuzey Yamacı (Philipp Stölzl), Boşluğa Dokunmak (Kevin Macdonald), Meru ( Jimmy Chin, Elizabeth Chai Vasarhelyi) bu bakımdan analiz edilebilir. Buradaki mücadele, tabiatın zorunlulukla ıralı doğasında, davranış ile davranışın iç kaynağı arasındadır.
Şiir söz konusu olduğunda, durum biraz farklılaşır. Şairin araç gereçleri bir dağcının araç gereçlerinden farklıdır. Şair de, kendinde doğayı, kendinde dünyayı, yani poetik dille keşfedilip ifade edilmemiş, henüz dil alanına dâhil olmamış dünyayı, poetik keşifle, dil dünyasına dâhil etme mücadelesi içindedir.
Boris Pasternak’ın, aynı adlı romanının bir uyarlaması olan, David Lean’ın, Doktor Jivago’su yol açıcı olabilir. Şiir ile aşkın, kar kış ile medeniyet savaşının, şair ile yıkım durumunun iç içe geçtiği bir tinsel evren söz konusudur Doktor Jivago’da. Kış, bir mevsim olarak değil, bir dünya uzamı olarak ortaya çıkar burada. Bolşevik devrimi, karın üzerinde, kışın içinde gerçekleşiyor gibidir. Gece ve gündüz, bütün yoksul ve burjuva mekânlarıyla kent yaşamı, karın zemini üzerinde, kar soğuğunun nefesi içindedir. Ama bütün bunlar sanki fondadır; denilebilir ki, odak merkezinde, Yuri Jivago’nun, Lara için yazdığı yirmi beş bölümden oluşan aşk şiiri vardır. Şiir, geri plandaki medeniyet savaşıyla, yıkımla ilişkilendirilmemiştir.