Paris kaldırımlarında Ermeni çocuklar

Soykırımın devlet eliyle inkâr edildiği bir ülkede yaşamayı sürdürmek, inkârın bir parçası olmadan mümkün değildir...

15 Aralık 2016 13:50

Kasım 1918 ile Eylül 1922 arası, İstanbul'daki Ermeniler için çok ilginç bir tarihsel dönemdir. Genellikle mütareke ya da işgal İstanbul'u olarak adlandırılan bu özel zaman kesiti, ne Osmanlı ne de Türkiye Cumhuriyeti tarihinin parçası olmayan bir parantezdir. Ermeniler soykırım sürecinde öldürülmüş, sürülmüş, tecavüze uğramış, zorla Müslümanlaştırılmış, mülksüzleştirilmiş, topraklarından kovulmuş olmalarına karşın hâlâ umut beslemektedir. Toplumun sağ kalanları bir yeniden doğuşun mümkün olduğuna inanırlar. En büyük umutları da kurtulan çocuklardır. Açılan sayısız yetimhane ve okullar sayesinde yeni bir nesil yetişecektir. Ermeniler en kötüsünü atlatmıştır, bundan sonra muhakkak daha güzel günler göreceklerdir...

Sessiz Ricat, Şahan Şahnur, Çevirenler: Merak Aktokmakyan ve Artun Gebenlioğlu, Aras Yayıncılık

Fakat milliyetçi hareket Anadolu'da güçlendikçe, bu hissiyat değişir. İç kesimlerde genel bir kanunsuzluk hüküm sürmektedir; silahlı çeteler evlerine dönen Ermenilerin mülklerini talan etmekte, tehdit edilen Ermeniler çareyi büyük şehirlere kaçmakta bulmaktadır. Ardı arkası kesilmeyen sürgün kafileleri İstanbul'a akar. Kasım 1922'de Refet Bele'nin İstanbul'a gelişi, bir dönemin sonu gibidir. Ermeni Patriği Der Yeğiayan'ın görevinden ayrılıp İstanbul'u terk etmesi, İstanbul'daki yetimhanelerin Yunanistan'a transfer edilmesi gerekir. Milliyetçi hareketin Anadolu'da kazandığı zafer, gayrimüslimlerde büyük bir korku yaratır. İstanbul'daki Ermeniler bir kez daha gelecekleri konusunda endişelidir. 1922 Eylül'ünden Aralık'ına kadar 50 bin Ermeni ve Rum İstanbul'dan kaçar.

İstanbul'u terk edenler arasında Sessiz Ricat’ın yazarı Şahan Şahnur da vardır. İyi bir eğitim almış ve genç yaşından itibaren resim, karikatür ve edebiyatla ilgilenmişti. Daha lise yıllarında kimi denemeleri ve çizimleriyle dikkat çekmişti. 1921'de liseden mezun olduktan sonra Nor Lur (Yeni Haber) gazetesinde karikatürleri ve portreleri yayımlanır. Dayısı, dönemin en önemli entelektüellerinden, ünlü salnameci Teotig'dir (Teotoros Lapçinciyan, 1973 – 1928). Şahnur, mütareke döneminde 1915'te öldürülen Ermeni aydınlarının yaşamöykülerini derlemeye çalışan dayısına yardım eder. Fakat 1922'de hem yeğen hem dayı, artık İstanbul'da kalamayacaklarını fark ederek Paris'e göçerler.

Uzakta analar ağladı

Zaman onları birbirinden ayırdı. Paris kaldırımlarına atılmış çoğu daha çocuk yaştaki gençler felaketin ilk aylarında sonsuz bir sevgi ve şefkatle birbirlerine sokulmuşlardı. Doğdukları yer, aileleri, gelecekleri ellerinden alınmış, aklını kaybetmiş bu Ermeni çocuklar o günlerde birbirlerine tutundular, ta ki zaman geçip de adım atabilene, bıyıkları terleyene kadar. Fakat art arda geçip giden yıllar onları gitgide ayırdı. Karakterleri oturdukça önlerinde bir yelpaze gibi açılan yollar onları birbirinden uzaklaştırdı ve ekmek parası derdi, ihtiyaçlar, hele hayat koşturmacası bu zavallı topluluğu tarumar etti, dağıldılar, tüyler uçuştu. (...) Kimi evlendi, pek çoğu sevgilileriyle yaşadı, Ermeni kilisesi boşaldı, eve giden mektupların sayısı azaldı ve şüphesiz, uzakta analar ağladı. (s. 139)

Sessiz Ricat'ın kahramanı Bedros-Pierre gibi, Şahnur'un ailesi de İstanbul'da yaşamayı sürdürür. Kendi gibi henüz çocuk sayılabilecek birçok genç Ermeni de aynı durumdadır. Görece daha yaşlı olanlar yahut yeni bir ülkeye yerleşmeyi göze alamayanlar geride kalmış, ellerinde geleceği tuttuğu düşünülen gençler yeni ufuklara uğurlanmıştır. Soykırımdan sağ kurtulan Ermeniler artık dünyanın dört bir yanına savrulmuştur. Ailelerinden uzaktadırlar; vatan bildikleri, özlem duydukları topraklarına geri dönmeleri yasaklanmıştır; dillerinden, geleneklerinden koparılmışlardır.

Soykırım tanığı ve kurbanı olan nesil, Batı dünyasında var olmaya çalışırken bir yandan da çözülme, kaybolma korkusu içindedir. Yazarın geri adım atmak, unutmak ve inkâr etmek fiilleriyle özetlediği ricat, Ermeni kimliğinin diasporada karşılaştığı varlık mücadelesinin bir parçasıdır. Kitabın başkahramanı Bedros biraz ketum olsa da Suren ve Lokhum'un uzun tiratları Ermenilerin, özellikle gençlerin yaşadıkları travmayı işliyor. Bedros, adını değiştirmiş (Pierre), Ermenice konuşmayı neredeyse bırakmış, eski arkadaşlarını arayıp sormaz, kiliseye gitmez, annesine iki satır yazmaz olmuştur. Annesinden gelen ve hep “benim tatlı çocuğum, benim paşa oğlum…” diye başlayan satırları okumayı da yüreği kaldırmaz. İçinde o kadar büyük bir hasret vardır ki onunla başa çıkamaz. Yaşamaya devam etmek için geri adım atmak, unutmak, inkâr etmek zorundadır.

Yüzleşemediği hasreti başkaları anlatsın ister. Bir diğer sürgün Suren'in ilk kitabının çıkacağını duyunca havalara uçar. Anlatılan aynı zamanda kendi hikâyesi de olacaktır, ne de olsa aynı neslin çocuklarıdırlar. “Paris’e atılmış Ermeni çocukların hayatını”, yani kendi hayatını kim bilir ne güzel yazmıştır Suren?! Fakat kitabın Fransızca olduğunu, Ermenilerden hiç bahsetmediğini görünce hayal kırıklığına uğrar. Suren, daha geniş bir zemin, daha büyük bir hareket alanı, daha ilgili bir okuyucu kitlesi arzuladığını anlatır. Sanatı için, yazmak için, ilerlemek için ricat etmiştir..

Ermenilerin ricatı

Lokhum dışında tanıdığı Ermeni işçilerin hepsi ricat edenlerdi. Fakat milletin geri kalması meselesinde en az suçlanması gereken emekçi sınıfıdır. Neler çektiklerini bilen biri onları ayıplamaya cesaret edemez. Ve Pierre çocuklara ve kendisine suskun ve müşfik bir ifadeyle bakıyordu, ne de olsa kendi de bir ricat edendi. (s. 178)

'Ermenilerin ricatı' ne sadece Paris'e ne de diasporaya özgüdür. Soykırımdan kurtulup yeni bir hayata başlamak zorunda kalan insanlar, hayatlarına nerede devam ederlerse etsinler, geçmişten kaçmak için büyük çaba harcamış, çocuklarını Ermenice öğrenmek yerine yaşadıkları ülkenin anadilinde mazhar olmaları için yüreklendirmiş, gittikleri her ülkede, entegrasyon konusundan parmakla gösterilen örnek göçmenler olmuşlardır. İstanbul'da kalan Ermeniler de ricat etmek zorundadır. Soykırımın devlet eliyle inkâr edildiği bir ülkede yaşamayı sürdürmek, inkârın bir parçası olmadan mümkün değildir. 1923'ten sonra Türkiye'de (büyük ölçüde İstanbul'da) yaşamaya devam eden Ermeniler, toplum içindeki varlıklarını gizleme, neredeyse görünmez olma konusunda ustalaşmıştır. Hayatta kalmak için inkâr etmek gerekir, hayatta kalmanın başka yolu yoktur.