Toprağından yeryüzüne konuşan bir edebiyat: Mevsim Yas

Bir döneme, şehre, topluma, irtifa kayıplarına, tutunma çabasına, direnişe tanıklık eden bir roman...

11 Mayıs 2017 13:51

Sebastião Salgado'nun fotoğrafları toprağın, suyun, havanın, insan dâhil tüm canlıların, yaşamın hafıza kaydıdır. Sabırla ve sükûnetle tutulan bu kayıtların her biri, bir gerçeğin hikâyesine açılır. Kaydı tutan ve ışığa, netliğe, kontrasta, neyi, nasıl göstermek istediğine karar veren tek kişi olsa da bu, kolektif bir hikâyedir.

Kişisel hikâyesinin "bu kıtaya temelden bağlı" olduğunu söyleyen yeryüzünün lanetlilerinin akrabası Salgado, felaketleri anlatır. Mülteci kamplarını, açlığı, göçleri, işçileri, yok edilen ormanları, hayvanları… Dünyanın ikiye yarılmışlığının, ölümle, kanla, vahşetle, barbarlıkla kuşatılmışlığın kaydını tutmak; sömürü ve yoksullaşmayı, eşitsizlik ve adaletsizlikleri, katliam ve soykırımları her tür felaketi göstermek, "ahlakî, etik bir görev"dir. "Hiçbir fotoğraf tek başına dünyadaki yoksulluğa çare olamaz” ancak onu görünür kılabilir. “Beyaz” dünyaya bir çizik atabilir, orada bir çatlak açabilir. Nihayetinde "Hiç kimsenin, kendini çağında yaşayan trajedilerden koruma hakkı yoktur, çünkü yaşamayı tercih ettiğimiz toplumda olup bitenlerden" hepimiz sorumluyuz.

"Fotoğraf benim dilimdir" diyen Sebastião Salgado için fotoğraf "edebiyat gibi bir şey"dir, "yazarların kalemle söylediklerini" o, "makineyle söyler.” Ne röntgenci ne vicdan rahatlatıcı ne de öğretendir. Ne suçluluk ne şefkat hissinden beslenir. Ne müstehcen ne pornografiktir. Marc Nichanian'dan ödünç alarak söylersek "gaddarlığı sömürmez.” Mağduriyeti yeniden üretmez. Kapitalist modernist sistemin ve devletlerin sürekliliği için muktedirlerce çeşitli araçlarla anlatılan, gösterilen ve öğretileni yıkıp gerçeği yeniden inşa eder.

Toprağımdan Yeryüzüne, Sebastião Salgado, Çeviri: Ahmet Ergenç, Everest YayınlarıTüm bunları, bu kez fotoğraflarıyla değil de sözcüklerle anlattığı Toprağımdan Yeryüzüne’yi henüz bitirmişken başka bir kitap çıkageldi. Toprağından yeryüzüne konuşan. Buraya kadar söylediklerimin ve belki fazlasının Türkçe edebiyatta son dönemlerdeki en irkilten, ürperten örneklerinden: Mevsim Yas, Mehtap Ceyran.

Bir döneme, şehre, topluma; irtifa kayıplarına, tutunma çabasına, direnişe tanıklık eden bu roman, ana hikâyeye (Zehra) lehimlenen bir mektup (Fesla) ve günlük (Taha) üzerinden kurulur. Ki bu biçimsel tercih, sadece toplumsal değil, bireysel hafıza kayıtlarının tutulmasına, anlatının derinleşmesine imkân sağlar. Hem biçim hem de ağrı ve sancı, yas ve yazgı açısından iç içe geçen, birbiriyle konuşan, birbirini kesen bu üç kişinin hikâyesi ana anlatıyı mekân mekân ve kişi kişi çoğaltır. Okuru, bir kişinin/ anlatıcının bakışına, gördüğüne hapsetmez.

Bakmak

Yazar, bir dönemin sosyo-kültürel, siyasî koşullarını içeriden ama kendisine ve okura dille bir sınır çizerek belli bir mesafeden gösterir. Ne tahkiyenin kolaycılığına ne alegorinin kaçak büyüsüne sırtını yaslar. Derdi ve niyeti, kişi, mekân, durum ve vakalar üzerinden genelleştirerek toplumsal, siyasal bir okuma yapmak; devlet, din, patriyarka zulmünü ifşa etmek ya da eleştirmek değildir sadece. Daha çok tüm bunların kadın ya da erkek fark etmeksizin yarattığı tahribatı görünür, bilinir kılmak; kişisel tahribatların tarihini yazmak, buradan kente, ülkeye, dünyaya bakmaktır. Bu, mektupta Fesla, günlükte Taha'nın ve hepsini birleştiren, yüklenen Zehra'nın gözünden üçlü bir bakıştır. Zaman, dönem, cinsiyet, sosyo-kültürel ve ekonomik koşullar açısından da yer yer farklılar içeren çoğul, çoklu bir bakış.

Bu anlatıcı şekli ve biçimsel tercih, içeriden ama bir o kadar mesafeli bakış, soğukkanlı, sabırlı, sükûnetle anlatım, anlatılan/ gösterilen sert “şey”lerin yazar ve okur tarafından sömürülmesini engeller. Bireysel ve toplumsal vicdana seslenmeyi, şefkat ve acıma duygusunu kışkırtmayı tercih etmeyen yazar ne mağdur ne kahraman yaratır.

Fesla'nın "Hatıralarımı değil, hafızamı yazıyorum sana" sözleri, yazar için de geçerlidir. Okuru, bir tanığın, yüklendiklerinin ağırlığından “kurtulmak” için hafızasını kazıma, sözcük sözcük dökme sürecine dâhil eder. Sadece, mektubu ve günlüğü okuyan, olup biten her şeyi yavaş yavaş öğrenen, yüklenen ve kolektif bir hafıza taşıyıcı/ aktarıcısına dönüşen Zehra değil, biz de Fesla ve Taha'nın hayatına, hafızasına bakarız. Elbette Zehra'ya ve onun üzerinden tüm anlatı kişilerine. Başkalarına.

Zaman

Romanı, içinde yaşanan şimdiden ileriye taşıyan da geriye götüren de merkezdeki Zehra'dır. Dün, bugün, yarın arasında maddesel olarak gidiş- geliş söz konusu olsa da zaman sonsuz bir acıda hapsolmuş gibidir. "Geçen hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Geçmişin tozu bugünün hatta yarının da üzerine siniyordu, geçmiş kokuyordu bugün ve yarın. Geçmiyordu." Bugün ile yarının ortasına kurulmuş bir geçmişe ve gerçeklere asılı kalır zaman.

Mevsim Yas, Mehtap Ceyran, Sel YayıncılıkRomanın iç zamanı o ipte gelir gider. Bu, çok fazla kişiyle tanışmamızı, hikâyelerde katman katman derinleşmemizi sağlar. Bugünde Tahsin, avukat, Sait Abi, kemiklerini aradığı oğlu ve karısı, Nasib, Reşat, Rohat, Nuri, İstiklal Mahkemesi (sendikacı), kapıcı ve karısı, ev sahipleri, Halis ve Cemal, Nizamettin; Fesla'nın mektupları ve Taha'nın günlüğüyle yakın- uzak geçmişte -şimdi çok azı- yaşayan Kevser, Hicran, anne, üvey anne, berber baba ve arkadaşı, Medet Dayı ve ailesi, Münire Teyze, Viyan, Feyme, Kudret, Narin, dul kadın (akraba). Her biri birbirine sadece kan değil acı, ağrı, zulüm, şiddet bağıyla da akraba olmuş bu kişilerin hikâyelerinin hemen hepsi dil, kimlik, kültür, cinsiyet, inanç, hukuk, emek bağlamlarında bir meseleye karşılık gelir gündelik gerçeklikte. Hiçbiri bu romanda boşuna yer almaz. Fazlalık duygusu yaratmaz.

Hepsini içine alan, yaşananların çerçevesi dış zaman 90'lar ve 2000'ler işte o kilitlenen, düğümlenen, üzerinde salınılan zamandır. Herkesin, bir şehrin ve hayatın üzerine kapanmış kalmıştır. Roman, kötülüğün barbarlığın, zulmün sıradanlaştığı zamandan bir kesit alıp bunu katman katman açar, söker. Dökülenler ise ne yazık ki bugün hâlâ geçerli olanlardır.

Mekân

Sıradanlaşan kötülük, zamanı olduğu gibi mekânı da kuşatır. Hayatta olduğu gibi kurmacada da yayılmacıdır. Mevsim Yas'ın iç ve dış zamanının dün, bugün, yarın arasındaki salınımı, nasıl felaketlerin sürekliliğini gösteriyorsa mekânlar da bunu yapar.

Şehir, Batman'dır. Berber Pastane Aktar Kitapçı Yılmaz Güney Sineması ve kafesi Mehtap Sineması Avrupa Pasajı Japon Pasajı Birahane Hicran Kitapevi Koçerler Kahvesi Şen Ortaklar Meyhanesi Tov Sanat Kafe Mehtap Mahallesi Elma Sokak Petrolkent Mahallesi Diyarbakır Mahallesi Tüpraş Caddesi İpragaz Mahallesi Eski Tekel Caddesi Cumhuriyet Meydanı Beşiri kırsalı Çıkmaz sokaklar Atatürk Heykeli Hasankeyf Kalesi İlk ve ortaokul Sağlık Meslek Lisesi Biçki-Dikiş Kursu Yurt Şehir Kütüphanesi Ziraat Bankası İl Emniyet Müdürlüğü Karakol Devlet Hastanesi Öğretmenevi Güzel Un Fabrikası Apartman Yoksul evler Gecekondular Ev içleri Taziye evleri Toplu mezarlar Mezarlık evler Mezarlık İnşaat. Kürdistan.

Roman, Batman'dan kadim bir toprağın bitmeyen yasına açılır.

Gerçek

Felaketin ve yasın kolektif hafızasına dönüşen Zehra, zamanlar, mekânlar, kişiler ve hikâyeleri arasında gidip gelir. Dönüp durduğu yer ise hep acıdır. "Bir hikâye anlatmanın tek yolu, aynı yere defalarca geri dönmektir; bu diyalektik sayesinde o hikâyeyi geliştirirsiniz" diyen Salgado'yu doğrular.

Romandaki temaların her birinin işaret ettiği durumlar, vakalar Türkiye'nin kıpkısa ve apacı bir tarihinin özeti gibidir:

Devlet, beyaz toroslar, özel harekatçılar, baskınlar, Hizbullah, domuz bağı, asit kuyuları, cinayetler, kadın intiharları, intihar süsü verilmiş cinayetler, toplu mezarlar, mezar evler, faili meçhuller, Diyarbakır Cezaevi, işlemeyen hukuk sistemi, gözaltı, adli tıp, otopsi, göç, mülteciler, kaçış, okul ve yurtlardaki baskılar, aşağılamalar, ötekileştirmeler, anadilinde konuşmanın, eğitim almanın imkânsızlığı, gizlice satılan gazeteler, dinlenen şarkılar, düzenlenen toplantılar, dağıtılan bildiriler, taşlar, molotof kokteylleri, gerilla cenazeleri, örgütlenme toplantıları, baskı ve zulme karşı direniş, asker ile gerilla arasında canlı kalkan olan halk, yoksul ve yoksun mahalleler, makarna- ekmek- zeytin- helva, bit, verem, açlık, cesetlerle dolu sokaklar, bombalanan evler, fiziksel ve ruhsal aile içi şiddet, sinema filmleri, muktedirin tarzını kuşanan sendikal bürokrasi, iç çekişmeler, iktidar mücadeleleri, ajitatif filmler çekip de festivallerden ödül alma peşinde koşan sinemacılar, acının pornografikleştirilmesi, çocuklarının ölüsüne, kemiğine ulaşmaya çalışan aileler, 1915 Ermeni Soykırımı, yaşanamayan aşklar, biten ilişkiler, antidepresanlar, şiddet, tehdit, ölüm, bunalım, yara, travma, çöküş, kasvet, hatırlama, adaletsizlik, yoksulluk, zulüm, baskı, yalnızlık; yaşama tutunma çabası, arayış, hatırlama, direniş...

Özeti bile nefessiz bırakan böylesi bir gerçeklik, romanda bir dekora, fona dönüşebilir ya da romanı sosyolojik, tarihî, siyasî “belge”ye, “döküm”e, propaganda malzemesine dönüştürebilir. Oysa Mehtep Ceyran, “tuzak”lara düşmez. Onun derdi, bunları “kullanmak”, “araçsallaştırmak” değil bireylerin hayatlarına, hayallerine, hakikatlerine nasıl yansıdığını, taşındığını; oralarda yarattığı tahribatı göstermektir.

Bunun içindir ki merkezine insanı alıp onun yalnızlığını, sıkışmışlığını, bunalımını, yabancılaşmasını, dışlanmasını, uğradığı zulmü ve baskıyı, ölümün kıyısında gidip gelişlerini, bulantılarını, çıkışsızlığını, çıkış ve çözüm arayışlarını, yaşama tutunma çabasını, bırakmak ile bırakmamak, kabul ile red, isyan, inat ile pes etmek arasındaki salınımını konu eder.

Söz

Tam da burada neyi, ne kadar ve nasıl anlatacağıyla, kullanacağıyla derdi olan bir edebiyat metniyle karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha görürüz. Romandaki şu sahne bunun ipuçlarını taşır: Fesla ve Zehra film izlemişlerdir ama ikisi de beğenmemiş, pornografik bulmuşlardır. "Filmin neredeyse her sahnesi kan ve gözyaşıyla bezenmişti. Son zamanlarda savaş pornografisi tadı veren filmler yapmak neredeyse moda olmuştu. Ne tarafa baksalar acıyı sömüren bir mağdur dili görüyorlardı artık."

Belli ki Mehtap Ceyran da sadece anlatacaklarını değil, yazının imkânları ve imkânsızlığı içinde felaketi, sömürmeden nasıl anlatacağını da dert edinmiştir. Kaldı ki, belki de anadilinde tuttuğu felaketin hafıza kaydını, anadili olan Kürtçede değil öğretilen ikinci dil Türkçede anlatacak, gösterecektir. Fesla'nın "Öğretmenin sorusuna tek kelimelik cevap verdim. Kürtçe konuştuğumun farkında değildim. İki dilli hayatımda hangi dili nereye koyacağımı bilmiyordum. Nerede hangi dili konuşmam gerektiği konusunda kafam karışıktı" cümlelerindeki gerçeklik hâlâ geçerli ne de olsa!

Roman, bu gerçekliğe bir cevap olarak da okunabilir. “Söz”, roman boyunca farklı biçimlere girerek kurucu bir rol üstlenir. Fesla'nın, dayısı Medet ile seneler boyu, iki evin arasındaki bahçe duvarındaki küçük deliğe bıraktıkları notlar, Medet'in ona cezaevinden gönderdiği mektup, önceleri minibüs şoförü, sonra korsan kitapçı olan şimdi Hicran Kitabevi'nin sahibi Nasib'in ile hemen her tür şiddete maruz kalan Fesla'nın ablası Hicran arasında kibrit kutusunda gidip gelen notlar, Fesla'nın Zehra'ya yazdığı mektuplar, yurda gönderildiğinde hiç konuşmayıp iletişim kurmak için yazdığı notlar, Zehra tarafından okunan Taha'nın günlüğü, Hizbullah'ın duvar yazıları, gönderdiği e-mailler, mesajlar, Yurtsever gençlerin bildirileri, Fesla'nın gönderildiği yurtta, kütüphaneden alarak bazen de çalarak gizlice okuyup kimini toprağa gömdüğü kitaplar, yine Fesla'nın yurt tuvaletinin duvarlarına yazdıkları, Yılmaz Güney Sineması'nın kafesinde Kevser'in durmadan yazdıkları...

Bunların hepsi ve romanın kendisi bir tutunma, varoluş, yaşama, direnme aracı. Sözle direnme. Tarihi yeniden yazma, not düşme çabası.

Direniş

Rohat'ın dediğidir: "(...) Gördüğü her beyaz arabayı devlet sanan ve sırf bu yüzden anacaddelerde yürümeye korkan nesiller yetişti bu ülkede. İnsan gibi nasıl yaşanır tasavvur bile edemedik. Asık suratlı çocuklar, gençler yarattılar bizlerden. Daha ciddi meselelerimiz vardı çünkü. Onlar her gecemizi ihtilal renklerine boyadıkça, biz her gece devrim düşleri gördük."

Oldukça kasvetli, ağır, karanlık mekânlar, zamanlar, dönem, kişiler, durumlar, vakalar... Peki bu romanda direniş nerede? İşte tam da burada.

Tıpkı, roman kişilerinin söze, yazıya tutunması gibi Mevsim Yas da, hem felaketin bireysel ve kolektif hafıza kaydını tutarak hem de bunun nasıl bir dil ve biçemle yapılabileceğini örneklemeyi deneyerek direnişin bin bir biçimi olabileceğini hatırlatıyor.

Roman, yaşandıkça yazılmayan, yazıldıktan sonra yaşanan tarihe çizik atıyor. Orada çatlak açıyor. Sebastião Salgado'nun gerçeği makineyle yeniden inşa etmesi gibi Mehtap Ceyran da açtığı çatlaktan sızanlardan dille başka ve yeni bir gerçeklik, hafıza kuruyor. Bunu, edebiyatın da “gösteri toplumu”nun en acıklı bileşeni olmaya başladığı belki de çoktan olduğu şu dönemde siyasetin ve pornografinin, ün ve şöhretin edebiyat ve sanata kurduğu tuzaklara düşmeden usulcacık yapıyor. “Benim ince şeyleri anlatmaya vaktim var, sizin bakmaya ve anlamaya vaktiniz var mı” diye de soruyor. Islık çalıp yanıt verenler elbet çıkacaktır. 

Ana görsel: Remedios Varo'nun "Mujer saliendo del Psicoanalista" adlı eserinden detay.