Kış Günlüğü: Buzdan ayna

Auster’ın, anı sıcaklığında eritmeye çalıştığı, donmuş anlarıdır... Kulağımızda bir yazar, buzdan bir aynanın önünde, susmakta ve konuşmakta bütün dillerde: Geriye “daha kaç sabah kaldı?”

08 Aralık 2016 17:12

Bir fırtınanın elinden oldu ilk ölümüm.[1]
Ingeborg Bachmann

 

Pek çokları gibi belli bir yaşa geldikten sonra kendi tarihini yazmaya merak salan Paul Auster, kışı her gün odasına çöreklenerek bir günlük yazarak geçirir. Buz iskeletlerinin arasında yolunu arayan, her sabah dışarı çıkıp “bir renk belirtisi” bulmaya çalışan Auster, anlatarak, karlara yılları geri verme derdine saplanır. Gelgelelim kendini kendine göstermek için başkalarına ihtiyacı vardır. Geçmişi bütünlemek, elinden tutup getirmek için bu deftere, bir okura ihtiyacı vardır. Kendi diliyle, kendi kurgusuyla unutulmaktan ve bilinmemekten kurtarma arzusudur bu gelip geçen ve yine gelip yine geçecek olan günleri. Akıp gitmiş anları dondurup yaşatma arzusudur bu. Özlem, varlığın ateşini en çok kışın yakar çünkü. Ve yitirilenlerin o sanrılı ateşlerinde insan, izini en kolay kışın kaybeder: Kar ayak izlerini doldurur. Dünyayı tane tane gömen bu bembeyaz sessizlikte izini en çok kışın kaybettirir insan: Kar ayak izlerini siler. Dolayısıyla Auster’ın Kış Günlüğü, yolun bittiği yerden geriye dönerek o yolu uydurmaktır aslında, anlatıyla, yazıyla. Geçmişin ve geleceğin kendinden her an çalınabileceğinin bilincinde, silinen izlerin ve sözlerin içinden yaşamaya giden bir yol aramak, yaratmaktır. Mekândan, zamandan, kendisinden boşalan bir dünyada yüzleşme, yüz yüze gelme… Peki ama neyle, kiminle?

Paul Auster işte bu soruya cevap arar: Neyin yitip neyin kaldığını anlama çabasıdır Kış Günlüğü. Hatırladığı olayları yaşayan kişinin kendisi olduğunu kendisine kanıtlama çabası. Altmış dört yıllık bir ömrün şehirlerin sokaklarında yürüyerek tüketildiği uzun bir yolculuktan sonra varılmıştır zira buraya. Engindir o zamanlar dünya –yolculuk başlangıcında. Auster’ın Afrika ve Antarktika hariç dünyanın tüm kıtalarına gidebileceği, yirmi bir daimi adrese sahip olabileceği, Amerika’nın elli eyaletinin kırkına ayak basabileceği kadar engindir. Hep yanlış yöne gidecek, boyuna daireler çizecek kadar engindir.  Şimdiyse daha yakında ve daha sessizdir dünya. Hem çoktan öğrenilmiştir “dönek ve güvenilmez bir yer olduğu.” Pek çok insan ölüme teslim edilmiş, daha pek çoklarıysa edilecektir. “Gökyüzünün yaşlılar kadar gençleri de öldürebilecek yıldırımlarla dolu olduğu ve yıldırımın hep ama hep en beklenmedik anlarda çarptığı” çoktan öğrenilmiştir. Ölümün önce dondurucu, ardından yakıp kavurucu etkisiyle pek çok kez tanışılmıştır. Kendini “sakat” ve “yaralı” addetse, “ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçirdiğini” söylese de diri olmanın üstünlüğü pek çok kez duyulmuştur. Ve işte şimdi, yavaş yavaş, kaybedilen belki de budur. Öleceğini bilmektir belki de başa gelen, can havliyle bulunan her nesneye, bedene değen her bedene, toprağa, asfalta tutunmaya çalışmak çabası bundan. Zira kış, uzun bekleyişlerin diyarı olduğundan, belki de en çok kışın beklenir ölüm. Üstelik otuz iki yıl önce, karlı bir ocak gecesinde, rüzgârın ayazında, havanın sertliğinde babasının ölüm haberini almıştır Auster. Babası altmış altı yaşındadır öldüğünde, bu defteri yazan Paul Auster’dan iki yaş büyük sadece. Hem neredeyse ailesindeki tüm ölümler anidir.

Kış Günlüğü, Paul Auster, Çev: Seçkin Selvi, Can YayınlarıBabasının annesinde, babasında, annesinde, annesinin babasında olduğu gibi beden tökezleyebilir; insanı, ölülerin bize en çok sarıldığı mevsimde, bir kış gününde, pekâlâ yarı yolda bırakabilir.

Paul Auster, 24 Mayıs 2011’de yolladığı mektubunda, “Gövdemin, altmış dört yıldır taşıdığım fiziksel benliğimin tarihçesi ekseninde dönen bir proje,” diye bahseder bu kitaptan, Kış Günlüğü’nden, Coetzee’ye; “kendi üstüne kapanan” Auster, belki de, David Le Breton’un tabiriyle, dünyanın tenini kaybediyor olmasının getirdiği kaygıyla, bu taşınabilir dünyayı, “bireyin dünyanın dokusu içinde yerini bulmasını sağlayan” bedeni, bedenin yaşadıklarını dert edinmeye başlar.

“Fırtınada yüzüne çarpan rüzgâr, ısırıcı soğuğun korkunç acısı”, rüzgâra meydan okuma sevdası, “tanıdık sokakların beyaz tipi altında bulanıklaşması” fiziksel hazları ve fiziksel acıları çağırır aklına. Böylece, “en öncelikli ve en önemli olan cinsel hazları” anlatır –anımsadıkça. “Dişi güzelliğin hiçbir zaman direnemediği bir şey” olduğunu anlatır. Biri başarısız, diğeri dillere destan iki evliliğini, eşi Siri’de bulduğu aşkın yüceliğini; şimdi, hayatının kışında, “yüzünü güneşe çevirip sıcaklığın tenine yayılışında”,  “kaşınan bir yerini kaşımakta”, “aksırmak ve osurmakta”  bulduğu hazzı dillendirir. Gelgelelim fiziksel acılar çok daha belirgin, çok daha ısrarcıdır: Böylece, hep eski mekânlara düşe düşe, peşinden gider derideki izlerinin, yüzüne çekilen çizgilerin, yara biçimindeki kimlik işaretlerinin. Teker teker sıralar her birini, bedenine ne zaman, nasıl yerleştiklerini ve sayfalar sonra, “Eğer yalnızca fiziksel açıdan kusursuz olan, biçimli vücutlarını olağan karşılayan senin gibi çocukların arasında yaşamış olsaydın, kahramanlığın ne demek olduğunu nasıl öğrenecektin?” diye sorar kendisine. Beden, ayrıcalıklı bir yer tutar Paul Auster’ın Kış Günlüğü’nde: “kendini yeniden ele geçirmenin geometrik mahalline” [2] dönüşür. 

Kim olduğunu bilmediğini söyler Auster, bu yüzden, “iş işten geçmeden” kendine ve bize kendisini tanıtması, kişisel meşruiyetini kanıtlaması gerekir. Üstelik annesiyle ilgili de bir avuç “bölük pörçük” gerçek tutar elinde sadece; hakkında tutarlı bir hikâye oluşturması mümkün değildir onun oğlu olduğu halde. Gelgelelim –şimdi– bildiği bir şey vardır Auster’ın: Ölmekten, dolayısıyla yaşamaktan korkan bir annenin çocuğudur. Üç maskesi olan, hangi gün hangisini takacağını hiç kestiremediği bir annenin oğludur. Sahici olma arzusu bundandır belki de. Belki de bundandır iç dünyasını bedenle somutlaştırması yine.   

Üzerimizde dağ ağırlığınca yorganlar taşıdığımız bir mevsimde, bedensel hafızanın temelini oluşturduğu bu günlük, şimdiden öteye bir adım atma gayesi, rüzgârla, karla, aralamaya çalıştığı pusla anımsanma arzusudur belki de.

“Hepimiz kendimize yabancıyız, kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var,” diyen, ölümle, okurla, sen anlatı üstünden kendiyle konuşan Paul Auster’ın, pek çokları gibi, suretini yadırgadığı ayna karşısındaki hesaplaşması sessiz bir hesaplaşma değildir hiçbir surette. Kar bağ koymaya başlasa da gözlerime “sevilebilir” biriyim, haykırışıdır duyduğumuz, aksine.  

Geceyle gündüzün birbirine en çok karıştığı mevsimde, “kaldırımlara ve kalın buz tabakasına vurulan küreklerin yaptığı sokak müziği” eşliğinde, “kendini düşünmeyi hepten bıraktığını” söylese de, Auster’ın bedenin ritmiyle, keskin sıçrayışlar, ani sapmalarla sonu gelmekte olan zamana anlattığı bir kahramanlık hikâyesidir neredeyse. Tedirgin bir gülüşle; diri olmanın üstünlüğü, yaşlanmanın, bir gün ölecek olmanın kederiyle.  

Gölgelerimizin köklerimizi hızla sardığı bu soğuk dünyada dokunduğumuz, Auster’ın, anı sıcaklığında eritmeye çalıştığı, donmuş anlarıdır. Buzdan dikenler üzerimizde. Buz kıymığı gözümüzde.

Kulağımızda bir yazar, buzdan bir aynanın önünde, susmakta ve konuşmakta bütün dillerde:

Geriye “daha kaç sabah kaldı?”


[1] Çeviri: Ahmet Cemal.
[2] David Le Breton, Bedene Veda, Sel Yayınları, İstanbul, 2016, çeviren: Aziz Ufuk Kılıç, s. 52.