Leylâ Erbil’in Karanlığın Günü’nde tarih

Karanlığın Günü bir yandan seksenlerin pop tarih, resmî tarih ve sivil tarih anlayışlarının ilişkiselliğine dair veriler sunarken, diğer yandan tüm bu tartışmalara nüfuz eden bir öznelliği ve hafıza boyutunu göstermektedir

06 Ekim 2016 13:55

Nurdan Gürbilek 1980’lerin kültürel iklimini çözümlediği Vitrinde Yaşamak (Metis Yayınları, 1992) kitabında seksenlerde geçmişe olan ilginin arttığını ifade ederken bu geçmişin, “tarihsel yükünden arındırılmış” (10) bir geçmiş olarak tahayyül edildiğini vurguluyordu. Gürbilek’in Fredric Jameson’dan alıntılayarak “pop tarih” olarak adlandırdığı bu eğilimi “mümkün kılan şey, imgeleri tarihsel yükünden kurtaran, geçmişi bir alıntıdan ibaret kılan, tümüyle keyfi ve nedensiz bir dilin çeşitli alanlarda yaşar kılınabilmesiydi.” (24) Geçmiş, şimdiki zamanın fantezi ve ihtiyaçları doğrultusunda tanımlanırken geçmişin hakikati pop imgelerle sabitleniyordu. Örneğin 1968’in tarihsel deneyiminin çoğulluğu, somutluğu ve dinamikleri “68 Kuşağı”, “68’liler” gibi etiketlerin altında siliniyor, tarihsel deneyim şimdinin çıkarlarına uygun bir tipe indirgeniyor, bu deneyimin akışkanlığı gideriliyor, bir olaydan statik bir durum derekesine düşürülüyordu: “68 Kuşağı’nın adının konmasına bugün [1980’lerde] ihtiyaç duyuldu ve bugünün söz siyaseti buna imkân tanıdı. Geçmişte yaşananlar tanıdık bir şeye dönüştürüldü, bir pop tarih olarak üretildi, yeniden tanımlandı. Sözün evetlediği, aslında kendi kurduğuydu.” (49)

1980’ler aynı zamanda Türkiye’de akademik tarihçiliğin de önemli dönüm noktalarından biri. Bir yandan pop tarih kültürel iklimi baştan başa kat ederken diğer yandan tarihsel bilgi üretiminde devletin rolü artıyordu. 1981’in Atatürk’ün yüzüncü doğum yılı olmasının ve Ermenilere yönelik katliamlarla ilgili olarak uluslararası gündemin hararetinin de parçası olduğu bir bağlamın içerisinde 12 Eylül darbesinin yöneticileri kendilerini ve milliyetçi bir tarih tasavvurunu meşrulaştıracak faaliyetlere girişiyor, tarihçileri bu konularda kendi istedikleri doğrultuda yazmaya teşvik ediyordu. Daha öncesinde özerk bir tüzel kişiliğe sahip olan Türk Tarih Kurumu’nun 1983 yılında devletleştirilmesiyle resmî görüş güdümünde bir tarihsel üretim alanı oluşturmak için kurumsal zemin de güçleniyordu. Ancak aynı yıllar resmî görüş alternatifi başka türlü bir tarihçiliğin hem Türkiye’de hem de dünyada filizlendiği yıllardı. Bir yandan Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümü başta olmak üzere eleştirel bir akademik tarihçiliğin yollarını arayan kurumlar faaliyetlerini yoğunlaştırıyorken diğer yandan Tarih ve Toplum, Yapıt gibi yayın mecraları aracılığıyla alternatif tarihçiliğin akademik bilgisi ve kamusal tartışma alanı birbiriyle etkileşime geçiyordu. 1

Leylâ Erbil’in Karanlığın Günü bu ortamın hararetinin taze olduğu bir zamanda, 1985 yılında Adam Yayınları tarafından yayımlandı. Başka birçok veçhesiyle de anlamlı olan bu roman, aynı zamanda içerisinde dikkate değer bir tarih tartışmasını barındırıyor. Türkiye toplumunun, pop tarih, resmî tarih ve sivil tarih mücadelesinin, gerilimlerinin ve ittifaklarının içerisinde yeni bir tarihselliği tecrübe ettiği 1980’lerin kültürel ikliminde Karanlığın Günü de bu alanla diyaloga giriyor. Romanda 1930’lardan 1980’lere Türkiye’nin tarihsel tecrübesine yapılan yoğun atıflar bulunmasına rağmen, bu yazıda değinmek istediğim temel nokta romanın tarih, kurmaca ve hakikat üçlüsünün bağıntıları konusunda nasıl bir pozisyon aldığı olacak. 1980’lerin gündelik hayatına, banker krizine, idamlara, new age inanışlara, yemek kültürüne dair izlerin yanı sıra, hem Neslihan’ın hafızasının katmanlarında yaptığı yolculuk hem de Neslihan ve yakın arkadaşlarının bir ev partisinde sohbetleri üzerinden tarihin imkânları tartışması da yer alır romanda.

Neslihan’ın zihninin tüm karmaşasıyla sunulduğu bir sahneyle açılır roman. Yatağında uzanırken hafif aralık balkon kapısının camına bakarak hem kendini hem de o cama yansıyan dışarısını görmektedir. Aynı zamanda yazar olan Neslihan’ın kendisi, annesi, toplum, şimdiki zaman ve geçmişle ilgili düşünüşlerinin yoğunlaştığı bir mecaz olarak kurulmaktadır cam: “Cam ne kadar da kirli! Yılların isi-pası katmanlaşmış üzerinde... Cam değil toprak ayna,,, temizleyemiyorum onu: eklem yerleri annemin kımıldamıyor,,, silemiyorum...” (10-11) Gürbilek’in sözünü ettiği imgeselliği ve pop tarihselliği hatırlatırcasına cam, kendisine yansıyan tüm suretleri kökenlerinden koparmakta, kendinde zapt etmektedir. Neslihan’ın hafızasının hâliyle paralellik arz eden bu imgeler mecrası, dışarıyla bağını koparmaya ve kendi içine kapanmaya yüz tutmuştur: “Zamanla kalınlaştı cam,,, üzerine düşeni zaptetti,,, sakladı,,, biriktirdi,,, bir gün ola ki dışarıyı almaz olacak,,, yok edecek her şeyi,,, silecek geçmişini – şimdiyi – geleceği; sinsi bir tarihçi gibi,,, başkalaştıracak kendini, belleksizleştirip asılsızlaştıracak.” (11, vurgu benim)

Neslihan’ın çabası, tüm bu kararma ve kopma tehlikesinin içerisinde camın nadiren parladığı anları, henüz kir tutmamışı düşünme üzerine kuruludur. Bu anlamda Karanlığın Günü romanı, bu açılış sahnesinde ifade edilen sinsi tarihçilere yakışır bir tehlikeye karşı hafızanın ve tarihin parladığı anların izini sürme girişimi olarak okunabilir. Karanlığı inkâr etmeden gün’ün arayışına devam etmek... Roman boyunca Neslihan’ın hafızasının katmanları ve kırışıklıkları arasında dolaşırız. Metnin tarihsel dönemler ve anlar arasında çizgisel olmayan bir şekilde ilerleyen anlatısı, Türkçenin standart grameri ve imlası içerisinden konuşmayan, sözdizimini sarsan, istikrarsızlaştıran ifadesi böyle bir hafıza yolculuğunun gereği olarak biçimlenmektedir.

Neslihan’ın hafızasının en sık uğraklarından biri Yıldız ve Celil çiftinin evinde verilen bir partidir. Neslihan’ın şimdiki zamanına nispeten yakın bir geçmişte gerçekleşen bu partide hem dönemin gazeteci, yazar, yayıncı aydınlarının farklı konumlanışlarını hem de bir şekilde solla bağlantılı bu figürlerin gönül ilişkilerini, cinsel pratiklerini ve aralarındaki rekabeti takip ederiz. Davetin verildiği gün, “Necati, Seyfullah ve Sefer” adlarında üç solcunun idam edildiği haberi gelmiştir. Necati Vardar, İbrahim Coşkun ve Seyit Konuk’un 13 Mart 1982’de birlikte idam edilmelerini hatırlatan bu bilgiyi dikkate alırsak Mart 1982’de gerçekleşen bu davette, Yahudi karşıtlığına, sınıf nefretine dayalı komplocu tarih tasarılarının örneklerini kolaylıkla bulmamızla birlikte aynı zamanda tarihin anlamı ve işlevine dair bir tartışma yürümektedir.

Katılımcıların kanaatleri aracılığıyla 1980’lerin aydınları arasındaki tarih tasavvurlarına dair geniş bir repertuvara ulaşırız. Neslihan’ın hafızası üzerinden sunulan bu ortamda Melih’in temsil ettiği pozisyon, tarihle kurulan ilişkiyi Batıcılık ve gecikmişlik söylemiyle açıklar: “Bazı tarihî gerçekler bize aktarılmamış olabilir, o gerçeklerin ortaya çıkması için belki de daha elli-yüz yıllar geçebilir ama bunlar doğaldır, bütün ulusların tarihi böyledir. Batı’da böyledir; tarih, her şeyin günü gününe insanlara, bizlere iletilmesi demek değildir!..” (67) Necdet, bu pozisyon karşısında yerlici bir tavrı savunur. Batı burjuva modelini örnek alırsak bu, o tarihsel an gelene kadar halkın yalan dolanla yaşaması demek olacaktır. Turhan ise meselenin Doğu-Batı, halk ya da burjuva devleti meselesi olmadığını her türlü sistemde devletin tarihsel hakikatleri gizlediğini, iktidarın yalandan beslendiğini ifade eder.

Necdet, tarihsel hakikatler açıklanmadan halkın bu hakikatler karşısında nasıl bir tepki göstereceği bilinmeden karamsarlığa düşmenin yanlışlığını vurgularken Turhan sinik bir pozisyonu, her türlü eylemi nafile bulan bir tavrı benimsemektedir: “[Tarih meraklısı] Dante’nin Divina Commedia’sını Ebûl-Alâ Maarrî’nin, Risalet-ül Gufrân adlı kitabından aynen çaldığını ispat etmekle tüketir hayatını; doğrudur da, çalmıştır, biliniyor da pekâlâ, amma, ne fayda, gerçek artık o gerçek değildir, gerçek kaymıştır artık, Divina Commedia, Dante’nindir.” (73)

Turhan’ın sinizminin karşısında Necdet’in savunduğu tez ise her ne koşulda olursa olsun hakikati arama sevdasından vazgeçilmemesi gerektiğidir. Sonrasında Neslihan’ın katılacağı bu hakikat arayışı, pragmatik değil insanlık tecrübesi bakımından kurucu bir yerden temellendirilmektedir:

“İnsanlara gerçeği anlatmak sadece bugünü değiştirmekle ilgili değildir çünkü... Gerçek onu aradığımız için, onsuz olamayacağımız için gereklidir, her işin başı olduğu için, bütün yaratıcılığımız, insan olmamızın sırrı, haklıdan yana olmamızla, gerçekle mümkün olduğu için bağlıyız ona. Bu bir tutkudur, tutkunluktur, insanoğlunun içinden, ruhundan bu duyguyu söktün mü kuraklık başlar, çölleşir dünya, hiçbir şey yeşermez, bitmez! Koskoca bir boşluk kalır, gerçekten koptuk mu, düşüncemiz fahişeleşir, kendini her gün başkasının kollarında bulan söz orospusu oluruz!.. Ha?.” (75)

Her ne kadar cinsiyetçi bir tahayyülle kurulmuş olsa da hakikat arayışından bağını koparmış bir tarihselliğin kendisine özgü bir söz bolluğuna ve söz söyleme rejimine sahip olması bakımından Necdet’in söyledikleri Gürbilek’in seksenler analiziyle kesişir. Ancak Turhan’ın itirazları devam etmektedir. Ona göre emperyalizmin insanlığa yaptığı en büyük kötülük, gidişatın değiştirilebileceği, idealler etrafında başka türlü bir dünyaya yönelinebileceği yanılsamasını mazlum halklarda doğurmasıdır. Necdet’in her ne koşulda olursa hakikat arayışının asliliği üzerine yaptığı vurgu, Turhan için saf bir yanılsamadan ibarettir. Tarihin gidişatı dışında her şey nafiledir. Bu bakımdan Turhan neredeyse 90’lardan sonra alevlenen tarihin sonu tartışmalarının erken tarihli öncülerinden biri gibidir. Aslında Necdet de bu gidişatın değiştirilemeyeceğinden ya da buna gücümüzün yetmeyeceğinden söz etmektedir ama sonucu yenilgi olsa bile haysiyetli olmak adına, insanlık onuru için, hakikat arayışından vazgeçmemek gerektiği fikrindedir.

Bu tartışmayı Necdet’in hakikat arzusunu önemseyen Neslihan’ın hafızasından dolaylanarak takip ederiz. Bu yazının sınırları içerisinde kurmacanın fikir boyutunu aktarsam da mümkün olduğunca haklılık paylarına dikkat edilerek sunulan bu tartışmanın, bölünmeden giden bir tartışma olmadığını fikir alışverişinin içerisine başta Neslihan olmak üzere diğer davetlilerin hatıralarının da hafıza parçacıklarının da sızdığını görürüz. Böylelikle Karanlığın Günü bir yandan seksenlerin pop tarih, resmî tarih ve sivil tarih anlayışlarının ilişkiselliğine dair veriler sunarken diğer yandan tüm bu tartışmalara nüfuz eden bir öznelliği ve hafıza boyutunu göstermektedir. Edebiyat, tarihin karmaşıklıklarını ve kırışıklıklarını düzeltmek bir kenara öznel deneyim ve hafıza aracılığıyla bu karmaşıklık ve kırışıklıkları daha da katmanlandırmaktadır. Karanlığın Günü, fikirlerin ve tasarıların pürüzsüz bir şekilde ilerleyeceği bir zemin kurmaz; hayatın asli zorluğunu kat etmenin gerekliliğini öne çıkararak, kırışıklıkları gidermeyen, tarihsel karışıklıkları kolaycı çözümlere ve şablonlara indirgemeyen öznel ve nesnel, bireysel ve kolektif süreçleri eşit derecede önemseyen bir metin olarak kurulur. Sonunda bir hakikate varmayan ama her ne koşulda olursa olsun, ulaşmanın imkânsız olduğu anda bile, hakikat arayışından vazgeçmeyen modernist bir metin olarak.

1 1980’lerin hemen öncesi ve sonrasında tarih disiplininin eğilimleri açısından bkz. Oktay Özel, Gökhan Çetinsaya. “Türkiye’de Osmanlı tarihçiliğinin son çeyrek yüzyılı: Bir bilanço denemesi” Toplum ve Bilim 91 (Kış 2002): 8-38.