Ashley Ramsden ve Sue Hollingsworth, Hikâye Anlatma Sanatı'nda okurun derinlerdeki ait olma duygusunu keşfetmesini sağlıyor
16 Şubat 2017 13:52
Buenos Aires doğumlu yazar Alberto Manguel, Kelimeler Şehri adlı kitabında Alfred Döblin’den bir alıntı yapar: “Nefes alıp vermek, yürümek, yemek yemek ya da uyumak için başkalarına gereksinim duymayız. Başkalarına, konuşmak ve söylediklerimizin bize aksettirilmesi için muhtacız. Çünkü dil, başkalarını sevme biçimimizdir…”
Ve ardından kitabın başında sorduğu soru tekrar zihnimizde belirir: “Anlattığımız hikâyelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmesi mümkün müdür?”
Üzerine tartışılacak, düşünülecek ve keşfedilecek bir sorudur bu. Fakat bizim açımızdan, bu kadim topraklarda yaşayanlar için yanıtı aşikârdır. Dengbêjlerin, âşıkların ve meddahların anlattığı hikâyelerle yeşeren insanlar olarak, bunun mümkün olduğunu belki de en çok bizler biliriz. Çünkü bu topraklarda her şey, bazen eşyanın tabiatıyla bazen elden elde ama mütemadiyen bir hikâyeye dönüşür. Gerçekler duygularla sarmalanır, kıssadan hisseleriyle, yarattığı bağlarla ve kattığı anlamlarla dilden dile aktarılır. Kimi zaman destansı Dede Korkut Hikâyeleri, kimi zaman şifa veren Bektaşî nefesleri, kimi zaman insanı düşler âlemine götüren Binbir Gece Masalları, kimi zaman da kendimizi bilmemizi sağlayan Nasreddin Hoca hikâyeleri olarak karşımıza çıkar.
Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı, Mevlana’nın Mesnevi’si, Firdevsî’nin Şahnâme‘si ve daha nice büyük eserin hikâyeler şeklinde anlatılması tesadüf değildir. Bu büyük hikâye anlatıcılarının bildiklerini, Story kitabının yazarı ve senaristlerin hocası olan Robert McKee şöyle ifade eder; “Zihnimizin dili öykü dilidir. Eğer bir kişi kendi düşüncelerini öykülerle anlatırsa, dinleyici buna direnmez, aksine anlatanı kucaklar.” Bu insanlar bunu bildikleri için, her bilgiyi, olayı ve deneyimi duyguların içine saklayarak anlattılar. Sadece kitaplarda değil, hayatın her alanında yaşananlar kendine özgü ruhsal bir devinimle hikâyeye tahavvül etti.
Hikâye anlatıcılığının kültürümüzde bu kadar yaygın olmasının altında, belki de bizlerin naif, utangaç ve diğerkâm olması yatıyor. Gerçekleri doğrudan söylemenin karşımızdakini kırabileceğini ve incitebileceğini düşündüğümüz için doğrudan anlatım yerine dolaylı bir anlatımı tercih ettik. Bu yüzden, yalan söyleyen çocuğa yalanın kötü bir şey olduğunu söylemektense yalancı çobanın hikâyesini anlattık. İnsanların artık kişiliğe ve bilgiye değil de sadece dış görünüşe önem verdiğini göstermek için Nasreddin Hoca’nın “Ye Kürküm Ye” hikâyesini paylaştık ya da mesajı deyimlerin, gerçeği atasözlerinin, “sırrı” deyişlerin içine sakladık.
Bir başka neden ise okuryazarlığın oldukça az olduğu halk arasında sözlü geleneğin gelişmiş olmasıydı. Yazının olmadığı bir yerde, bilgiyi bir sonraki nesle aktarmak için görselleştirerek akılda kalmasını sağladık. Dinleyicinin, hikâyenin kahramanıyla özdeşlik kurarak, hiç yaşamadığı olayları yaşamasını, hiç gitmediği yerlere gitmesini, hiç tatmadığı duyguları tatmasını istedik. Belki de en önemlisi, George Berkeley’in söylediği gibi, “var olduğumuzu bilmek için bizi algılayan başkaları olduğunu bilmemiz gerekiyor”du. Hikâye anlatmak, bu çift taraflı algılama görevi için en uygun yöntemlerden biriydi.
Her ne olursa olsun şu bir gerçek ki, modern kültürün etkisiyle sessizleşen bu gen, bugün yeniden aktifleşerek karşımıza çıkıyor ve eskisinden daha güçlü anlamlar taşıyor. Son zamanlarda hikâye anlatıcılığı hızla yaygınlaşmaya, öğretmenlerden eğitimcilere, ebeveynlerden gençlere, iş dünyasından sağlık çalışanlarına kadar her yerde ilgi odağı olmaya başladı. Peki, bunun nedeni ne? Ne oldu da hikâye anlatıcılığı -eskiden olduğu gibi bugün de- bu kadar önemli hale geldi?
Yakın zamanda İletişim Yayınları’ndan çıkan, Ashley Ramsden ve Sue Hollingsworth’un yazdığı Hikâye Anlatma Sanatı adlı kitap, bu sorunun yanıtı vermekle kalmıyor, aynı zamanda daha iyi hikâye anlatmak isteyenler için de önemli bir kılavuz oluyor. Kitabın önsözünde David Campbell hikâye anlatıcılığının bu kadar hızlı gelişmesinin sebebini şöyle açıklıyor: “Günümüzde birbirine bağlı topluluklar tamamen kaybolmuşken, aileler birbirinden uzaktayken ve teknoloji her yerde biten ekranlarıyla, çoğu yerde insanlar arası ilişkilerin yerini almışken, hikâye anlatma, bize derinlerdeki bir ait olma duygusunu geri getirebilir ve topluluk olmanın canlandırıcı sıcaklığını yeniden yaratabilir.”
Hikâye Anlatma Sanatı, okurun derinlerdeki bu ait olma duygusunu keşfetmesini sağlıyor ve yazarlar, tıpkı Walter Benjamin gibi, insanın ortak anlatısının, yani hikâye anlatımının, içinde bulunulan krizden çıkmada önemli bir araç olduğunu düşünüyorlar. Yirmi yılı aşkın süredir İngiltere’de, East Sussex’deki Uluslararası Hikâye Anlatma Okulu’nda ders veren Ramsden ve Hollingsworth’un bu zanaatı öğreterek edindikleri hikâyeleri, alıştırmaları ve görüşlerini içeren kitap, hikâye anlatıcılığının ilk adımlarını, sözcüklerle duyuların nasıl harekete geçirileceğini, dil kapasitenizi ve dile olan duyarlılığınızı nasıl geliştirebileceğinizin yollarını akıcı ve samimi bir dille aktarıyor.
Kitap, ritim ve tekrar, kutupsallık, eşikler, bakışlar, dil seviyeleri ve basit ayrıntılar gibi on beş bölümden oluşuyor. Her bölümde kısa bir hikâye eşliğinde, hikâyenin nasıl daha iyi anlatılacağı alıştırmalar ve tartışmalarla veriliyor. Bu alıştırmalar ve grup çalışmaları, kitapta yer alan teorik bilginin hızlı bir şekilde deneyimlenmesini sağlıyor. Teorik ve pratik anlatımların yanı sıra, hikâye anlatıcılığının neden bir sanat olduğunu anlatan kısımlar kitabın en ilgi çekici bölümlerini oluşturuyor. Örneğin, hikâye anlatırken kullanılan ritimlerin ve tekrarların işimize nasıl katkı yapacağı paylaşılırken, Homeros’un destanlarında kullandığı heksametre (altı ayaklı vezin) denilen ritmin, insan bedeni ve ruhuyla uyumu üzerinde duruluyor. Heksametrenin kalp atışımızla nefes alışımız arasındaki 4:1 oranını temsil etmesi, geçmişte hikâye anlatıcılarının kâinatın ve dinleyicilerin doğal ritmiyle bağlantı kurması, aslında her şeyin tek bir ritim altında birleştiğini bize söylüyor.
Tabii iyi bir hikâye anlatmanın tekniklerinden ve yöntemlerinden de kitapta sıkça bahsediliyor. Retorik sanatında gördüğümüz üçleme tekniği, zıt kutupların yarattığı etki, mizacın anlatımdaki gücü, nefesin ve sesin nasıl kullanılacağı ve hikâye anlatırkenki jestlerin önemi, okurun yararlanacağı tekniklerden sadece bazıları. İlerleyen bölümlerde, okurun hikâye anlatımında kullanacağı en önemli noktalardan birisi karşımıza çıkıyor; sessizliğin gücü… Yazarlar, okuru yaratıcı bir sessizliğe davet ediyor. “Hikâye anlatmak becerisi yaptığınızla olduğu kadar söylemediklerinizle, anlattıklarınız kadar sessizliklerinizle ilgilidir. İyi bir hikâye anlatıcısı olmak için yaratıcı sessizliği en iyi şekilde kullanmalısınız.”
Hikâye Anlatma Sanatı’nı hem okurlar hem de hikâye anlatıcıları için kıymetli yapan şey ise yazarların kitabın sonunda kendilerini nasıl keşfettiklerini anlattıkları bölümde gizli. Yollardaki işaret levhalarına benzettikleri hikâyelerin onlar üzerinde yarattığı iyileştirici etkiyi, olaylara farklı açılardan bakmalarını sağlayarak önyargılardan uzaklaştırışını ve onlara tüm insanlığı kucaklayan bir nezaket kazandırışını anlatıyorlar.
Nihayetinde Hikâye Anlatma Sanatı, insanların anlattığı veya dinlediği hikâyelerin, iç gerçekliğin aynasına dönüşmesinin hikâyesi. Aynı bu hikâyede olduğu ve yazarların bize sorduğu gibi: “Bir grup antropolog, çölde yerliler eşliğinde seyahat ediyordu. Yerlilere ait kaya ve mağara resimlerini görmek istemişlerdi. Sonunda büyük bir kayanın yanına vardılar, fakat görülecek bir şey yoktu. Birden birisi, ‘Nerede? Burada hiçbir şey yok’ dedi. Yerlilerse güldüler ve beraberlerinde getirdikleri su dolu kovaları kayaların üzerine boşalttılar. Hemen resimler meydana çıktı… Şimdi not defterinizi çıkarın ve şu soruya cevabınızı yazın: Bu hikâyede sizin dikkatinizi çeken ne?”