Girilemeyen Labirent

Burhan Sönmez'in kurduğu labirentin girişini bulamadığım için çıkışı hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğim. Bazı güzel detaylar var, bağlantıların mantıklı olanları da var. Fakat ortada bir kabahat varsa tümünü de yazara yüklemek haksızlık elbette...

25 Ekim 2018 13:58

Burhan Sönmez’in yeni romanı Labirent’ten söz etmek niyetindeyim. Malum, labirent, içinden çıkılması kolay olmayan karmaşık bir yapı, bir tür zekâ oyunu. Bir yapı nihayetinde, metaforik anlamları sonra geliyor. Bu, bir romanın adı olunca biçim-içerik uyumu geliyor aklıma ilkin. Romanın kurgusunun labirentsi bir yapıda biçimlendirildiğini zannediyorum bu yüzden. Hatta keşke diyorum, zihnimi ele geçirmiş kalıpların hepsini yıkacak taptaze bir roman kurgusuyla tanışsam. Ama meselesinin de kurgusuyla koşut biçimde ilerlediği, zekâmı yoran, hatta çok aşan, hiçbir şey anlamayarak fakat müthiş bir hazla koridorlarında dolaştığım bir roman okuyacağım en azından ki bu da az şey değildir günümüz yazınının çoraklığını göz önünde tutunca. Bu vehmi bende yalnız romanın adı yaratmadı elbette. “Labirent” denince akla ilk gelen isim Borges’in “İki aynayı birbirine tutun, olur size labirent” sözü ile Borges’in cenazesinde konuşan Papaz Montmolli’nin “İnsan sözü keşfetmez, söz gelip onu bulur” sözlerini epigraf alan yazar yarattı. İlk epigraf kurguyu, ikincisi içeriği imliyor zannettim hemen. “Ayna” ve “söz” gibi büyülü kelimeler de zekâmı aşacak bir metinle karşı karşıya olduğum hissini verdi. Bilmem, epigraf bir vaat de içermez mi? Velhasıl labirenti çözmeye değil, labirentte kaybolmaya heves etmiştim. Kayboldum kaybolmasına da…

Labirent, Burhan Sönmez, İletişim YayınlarıLabirent, Boratin adında yirmi sekiz yaşındaki bir genç adamın, intihar teşebbüsü sonucu belleğini kaybetmesiyle başlayan bir roman. Zaman algısı bozulmuş, aynadaki yansımasına dahi yabancı Boratin. Boğaz Köprüsü’nden kendini aşağıya bırakıvermesinden sonra “denizden doğmuş” biri. Hafızasında birtakım bilgiler var fakat kendine dair her şey silinmiş, her şey. Adını bilmiyor; ablasını, arkadaşlarını, evini, bedenini dahi tanımıyor. Adının Boratin olduğunu söylüyorlar, inanıyor. “O adı siz söylediniz, ben de kabullendim” (s.11) diyor. “Rüyada olduğumu söyleseler ona da inanırım” diyor (s. 17). “Beni başka bir eve götürüp, balıkçı veya oduncu olduğumu söyleseler yine kabullenirdim” diyor (s. 20). Boratin-hafızasını-kaybetti. Boratin’e-“sen şusun”-dediler- o da inandı. Tamam.

Boratin evinde uyandığı ilk sabah, hastanedeki psikiyatrla konuşmalarını hatırlıyor. Doktor, şimdilik anlam veremeyeceği fakat zamanla çözülecek sorulara örnek olarak Boratin’in sırtındaki dövmeyi gösteriyor: “Nerede ve neden yaptırdığınızı bilmediğiniz dövme gibi” diyor. Romanın adı “labirent” olunca bu dövmeyi aklımın bir köşesine yazıyorum; demek ki diyorum, buradan bir şey çıkacak. Fakat acelem yok, labirentin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Boratin diyor ki: “Kendimle ilgili tek kelime barındırmayan aklım bunun dışındaki bilgilerle dolu. Antik Çağ filozoflarının adlarını, futbol takımlarının renklerini, Ay’a ilk çıkan astronotun sözlerini biliyorum. Dağarcığımda kendime dair bir iz göremiyor, adımı bile bilmiyorum” (s. 11). Fakat yine de, “Sokaktaki seslerin bile kendince bir anlamı varken, bu evin bana neden bir anlam sunmadığını soruyorum kendime” diyor (s. 14). Yardımcı olmaya çalışıyorum: Hafızanı kaybettin, diye fısıldıyorum sufle verir gibi. Fakat başarılı değilim. Az evvel, “Duvarların fildişi rengi sade, ama karşıdaki elbise dolabının akçaağaç kaplaması fazla açık. Koyu bir ton daha iyi olurdu. Bu dolabı kim seçti, ben mi? Boratin kendi zevkinden şüphe ediyor” diyen Boratin, “Biblodaki Meryem güzel. Güzelin anlamı ne peki? Belleğimi yitirmeseydim bunu bilir miydim?” diye soruyor. Cevap veriyorum: Bilirdin Boratin. Az önce akçaağaç dolabı beğenmedin, zevkinden şüphe ettin ya, demek ki bir “güzel” algın var ki o dolabı oraya yakıştıramadın ve Meryem biblosunu “güzel” buldun. Şimdi bu Meryem biblosuna dair sorulan soruyu nasıl almalıyım? Totoloji gibi mi düşünmeliyim? Tamam, her labirent biraz sinir bozucudur.

Fakat kendi adını bile hatırlamayan, neye “güzel” dendiği üzerine düşünen birinin kendi zevkinden şüphe etmesi romanda hasbelkader unutulmuş iğne gibi batıyor bana. 

Mutfağa giden Boratin orada bir bardağı kırıyor ve anlıyoruz ki Boratin’in zaman algısı bozulmuş. “Dün gece” geldiğini söylediği evine birkaç gün önce gelmiş olabilir de olmayabilir de. Derken arkadaşı Bek geliyor. Hastanedeyken de yakından ilgilenmiş Boratin’le. Arkadaşı için kaygılanan, iyi biri olduğunu anlıyoruz Bek’in. Ve Bek’ten Boratin’in o çok merak ettiği sorunun cevabını öğreniyoruz: Eşyalarının bazıları ev sahibinden kalmış. Yani o çirkin dolap? Ev sahibinin de geçmişini geride bırakan biri olduğunu, insanların geçmişinden kurtulmak isteyebileceklerini, artık bir geçmişi olmayan Boratin’i bu açıdan şanslı mı şanssız mı bulmamız gerektiğini düşünmemizden daha önemli hâle getirilmiş bir dolap meselemiz var. Aslına bakarsanız “Boratin kendi zevkinden şüphe ediyor” cümlesi çıkarılsa metin kendi bütünlüğü içinde akacak. Fakat kendi adını bile hatırlamayan, neye “güzel” dendiği üzerine düşünen birinin kendi zevkinden şüphe etmesi romanda hasbelkader unutulmuş iğne gibi batıyor bana. “Labirentin girişi burası değil” diye düşünüyorum.

Boratin’e dair bilgiyi Boratin’le beraber Bek’ten alıyoruz: “İstanbul’un blues barlarında herkesi kendine hayran edersin. Grubumuzun en iyisisin sen. Biz senin şarkılarını tamamlamak, senin parçan olmak için çalarız yanında” (s. 20). Burada düşünmemiz beklenen çok açık: Herkesin hayran olduğu biri neden intihar etmek ister? Burada, insanın maddesel varoluşunun mümkün kıldıklarının da yetersiz kalabileceğini aklımdan hızlıca geçiriyorum fakat “labirent” fikrini aklımda tuttuğum için bu tür aldatmacalara düşmemem gerektiğini bilerek okumaya devam ediyorum.

Bek, arkadaşını hayatın olağan akışına döndürmeye çalışıyor. Ertesi gün birtakım ıvır zıvır işler için plan yaparken Boratin, “Sabahtan beri, bir gitar ile bir şişe şarabın, bir de ilaçların, benim gibi birinin (nasıl birinin?) yaşamasına yeteceğini düşünüyordum. Fazlası gerekmez. Ne kimseden bir şey isteyeyim ne de kimse benden bir şey istesin. Evimi bilenler diledikleri zaman kapımı çalabilir, dileyen beni telefonla arayabilir.” (s. 21). Şimdi şunu fena hâlde merak ediyorum: O araya girip parantez içindeki soruyu soran kim? Amacı ne? Dokuzuncu sayfada başlayan, hepsi hepsi 124 sayfa olan romanın 20. sayfasında bu kaçıncı “tekrar”a ne gerek var? Kaldı ki buradaki alenen hatalı bir hatırlatma. Burada “benim gibi biri” ifadesi, ölmek isterken hafızasını kaybetmiş hâldeki Boratin’i işaret ediyor. Bunu nereden anlıyorum? Bek, Boratin’e gereken kartlardan, numaralardan, kurumlardan söz ederken Boratin, kimseyle bir ilişkisi olmadan “ilaçlarla” yaşayabileceğini geçiriyor aklından. Demek ki, bu yeni Boratin’le ilgili bir tasavvur geliştirmiş zihninde. Bu da demek oluyor ki parantez içindeki “nasıl biri” diye merak edilen, öleyim derken hafızasını kaybeden Boratin’miş. Eski Boratin’le ilgisi yokmuş. O hâlde nasıl biri olduğunu anlatan kişiye “nasıl biri” diye sorulamazmış. Labirentin bu girişi de kapalı.

Boratin varlığıyla yalnız bedeni üzerinden bir ilişki kuruyor. (Burada “beden” yerine, “varlık” anlamı da olan “vücut” sözcüğünü kullansaydı keşke, dedim ama içimden; çünkü belli ki yazar Türkçe sözcükleri kullanmaktan yana.) “Bedenim yalnız şimdi değil eskiden de benimdi, bundan şüphe etmiyorum” diyor (s. 26). İntihar teşebbüsünün üstünden iki hafta bile geçmemişken Boratin, Bek’e “Ben eskiden nasıldım, tipim, görünüşüm?” diye soruyor (s. 27). Bek -hâliyle- önceden de böyle olduğunu söylüyor. Hafızasını yitirdikten sonra aynada kendini incelediğini daha evvelden öğrendiğimiz Boratin vazgeçmiyor: “Peki, belirgin bir yaram yok muydu?” diye ısrar ediyor. Bek’in cevabı: “Nereden çıkarıyorsun Boratin, sen herkesin gıpta ettiği kişisin.” Boratin’in o soruyu neden sorduğunu anlamadığım gibi, Bek’in cevabıyla soru arasında da bir ilgi kuramadığım gibi, Bek’in “nereden çıkarıyorsun” sözüne “hafızasını kaybettiğinden” diye cevap vermeden de duramıyorum. “Her kafadan bir ses çıkıyor” hiç bu kadar gerçek anlamıyla kullanılmamıştır herhalde ama romanda Boratin’in hafızasını kaybettiğini kabul eden tek kişiyim. Ve yemin ederim çok yalnızım.

Çünkü. Boratin’e gıptayla bakan, onun için endişelenen, yardım etmek için çırpınan Bek, o gün hallettikleri işleri sıralarken “suda ıslanan nüfus cüzdanının yenisini çıkarttık” deyiveriyor. Boğaz Köprüsü’nden atlayan Boratin belki bunu hatırlamak istemez, demiyor. Yetmiyor, “ehliyetin de kullanılmaz hâlde” diye ekliyor. Hadi diyelim ki Bek düşüncesizlik etti. Doktor da pek işinin ehli birine benzemiyor açıkçası. Neden ölmek istediğini düşünen Boratin’e aynada ne gördüğünü sorduktan sonra “Bu kentin yarısı sizinki gibi kusursuz bir yüze sahip olabilmek için varını yoğunu feda ederdi” diyor (s. 42). Boratin en mantıklı soruyu bulup soruyor: “Siz doktor musunuz?” Doktor Hanım gülüyor ve devam ediyor: “Sizi öven gazetecilerin müziğinizi yüzünüze benzetmesi haksız değil. İnsan sırf bu güzellik için yaşar” (s. 42). Az önce labirentin tuzaklarından biri sanıp geçiştirdiğim koridor tuzak değilmiş de o yolun sonu nereye çıkar ki? “Güzel insanlar intihar etmemelidir” mi? Boratin’i aynaya bakarken hayal ediyorum: “Sorsalardı doğmazdın bu dünyaya” ama işte o kadar harika bir yüzüm var ki intihar da edemem, bu güzelliğe yazık, diyor ve intihardan vazgeçiyor.

Sırf fiziksel güzellik için yaşanması gerektiğini düşünen psikiyatrdan daha çok şaşıracağınız bir şey söyleyeceğim sıkı durun. Boratin’in neden intihar etmek istediğini düşünürken sorduğu soru şu: “Uğruna ölünecek ne var? Öyle bir değer var mıydı benim hayatımda?” (s. 41). Aynı soruyu tekrar soracak sonra: “Bir tek şunu öğrenmek isterdim: Uğruna ölünecek ne vardı hayatta?” (s. 100). İntihar eden Kurt Cobain’i ve Yavuz Çetin’i seven Boratin, insanın ancak ve ancak bir şey uğruna kendini öldürebileceğini düşünüyor. İntihar, bir şey uğruna canından vazgeçmek mi? İdeolojik bir olgu mu intihar? Yoksa tam da tersi mi? Ya da aşırı yorumun sınırlarını fersah fersah aşalım da şunu soralım, yoksa Boratin ideolojik bir sebep uğruna mı bir gece uyukladığı taksiden inip kendini Boğaz’ın sularına bırakıverdi? Daha yazarken ne denli garip bir şey söylediğimi fark ettim. Geçelim.

Burhan Sönmez’in aklındaki de bu muydu, diye soruyorum ve “labirent” sözcüğü neon ışıklarla parlıyor zihnimde yine. Fakat bu girişi de zorlasam bile açamıyorum, elimdeki veriler yetmiyor.

Romanda zorlama bulsam da kabul edilebilir durumda bulduğum için, saatçiyle sohbetine değinmeyeceğim. Boratin’in evde vakit geçirirken kitap okuduğu bölümlere getireceğim sözü. Burada Boratin’in harflerle kurduğu ilişki romanın bütününe yayılabilseydi nefis bir romandan söz ediyor olurduk. “Ölmek isterken hafızasını kaybeden adam dünyayı yeniden keşfediyor, zihninde hiçbir bilgi olmamalıydı tabii bunun için (Antik Çağ filozoflarının isimleri, futbol takımlarının renkleri vs dahil) ve içten içe, intihar sebebini bulmaktan ve tekrar aynı duyguyu yaşamaktan korkuyor.” Ne muhteşem bir roman olurdu. Acaba Burhan Sönmez’in aklındaki de bu muydu, diye soruyorum ve “labirent” sözcüğü neon ışıklarla parlıyor zihnimde yine. Fakat bu girişi de zorlasam bile açamıyorum, elimdeki veriler yetmiyor.

Boratin arkadaşlarıyla dışarı çıkıyor, orada yine Boratin’in güzelliğine düzülen methiyelere maruz kalıyoruz. Boratin’e hayran olma açısından herkesten bir farkı olmayan Hayala adındaki genç kadın, meyhane çıkışında Boratin’i eve bıraktığında Boratin genç kadına “benim sana bir kötülüğüm dokundu mu” diye soruyor (s. 70). Hayala’nın hayret dolu cevabı: “Boratin aklında neler dönüyor, neden böyle bir soru sordun?” Ben, bu romanın yapayalnız okuru, Boratin’in neden böyle bir soru sorduğunu çok iyi biliyorum. Romanı okumadıysanız ama bu yazıyı buraya kadar okuma sabrını gösterdiyseniz siz de biliyorsunuz fakat roman kişileri bilmiyor. Bilmeyecekler. Hayala sonrasında uzun uzun anlatıyor. Boratin de anlatıyor. Sırf güzelliği için yaşaması beklenen Boratin “Ne zaman sokağa çıksam, yardıma muhtaç insanlara iyilik yapma isteği duyuyorum” diyor (s. 71). Romandan Boratin’in karşı koyamadığı iyilik güdüsüne dair gördüğümüz iki durum şu: Bir çocuğa para verip sandviç ısmarlama, bir de evsiz bir adama yarım paket sigara ile bir miktar para verme. Yere göğe sığdırılamayan Boratin, arkadaşının intiharına engel olmak için adamın evinde yatıp kalkan Boratin, sokakta yardıma muhtaç insanlarla karşılaşınca artık duyarsız kalamıyor ve buna şaşırıyor.

 2010’daki Haydarpaşa yangınından birkaç yıl sonrasında geçen bu romanın başkişisi, meşhur blues sanatçısı Boratin’in neden hiç videosu yok?

Hayala da biraz mantıklı bir kadın. Ama çok değil. Boratin’e neden hiç fotoğrafı olmadığını soruyor. O da merak ediyor, evde biraz arıyor, sonra belli ki görmek istememişim diye düşünüyor ve albümleri kaldırıyor. Fakat ben duramıyorum. 2010’daki Haydarpaşa yangınından birkaç yıl sonrasında geçen bu romanın başkişisi, meşhur blues sanatçısı Boratin’in neden hiç videosu yok? Neden arkadaşları hiç fotoğraf bile göstermiyor da, Boratin’e soruyor senin hiç fotoğrafın yok mu, diye. Bu kadar hayran olunan, sokakta tanınan birinin geçmişine dair bir görüntünün olmaması ancak gerçek zamanlı olmayan bir durumda makul olurdu. Haydarpaşa yangınının birkaç yıl önce yaşandığından söz ediliyorsa bu soruları sorma hakkım var. Kaldı ki bu soruların aklıma bile gelmemesi gerekiyorduysa onu yazar sağlayacaktı. Çok basit bir şekilde bertaraf edilebilirdi bu durum. Edilmemiş. Bu durumda da eksik kalmış. Yine labirente giremedim.

Romanın ilk bölümünde aklımda tuttuğum dövme meselesi de beni hayal kırıklığına uğratıyor. Günümüzde dövmesiz genç insan sayısı çok azdır sanıyorum. Blues sanatçısı bir bestecinin dövmesi olması da olağan ama doktor bu dövmeyi nerede ve ne zaman yaptırdınız deyince, altından bir şey çıkacak sandım, kuş çıktı. Kuş şeklinde bir dövmeymiş fakat bunu gören doktorun şaşıracağı bir kuşsa da bize aktarılmadığı için bilemiyorum. Boratin’in çocukluğuyla, kendini yeniden keşfetme süreciyle ilgisi var bu kuşun; üstelik çok da güzel bir ilgisi varken o kadar klişelerle anlatılmış ki yaratacağı kuvveti kuşa çevirmiş.

Buna benzer bir başka “dalgınlık” da isim mevzusunda var. Burhan Sönmez’in tercihi -muhtemelen- gerçek olmayan isimler kullanmak. Bu romanda Boratin, Bek, Serka, Zafir, Hayala gibi isimler var. Romanın gerçekliğinde bu isimleri kabul etmiştim ki Boratin, “Bek diye tuhaf adlı biriyle arkadaşlık ettiğim” deyiveriyor (s. 31). Adı “Boratin” olan biri diyor bunu diye düşünüp romanın gerçekliğinden şüpheye düşüyorum böylece. Alışmıştım çünkü, Bek adını ilk anda yadırgamış sonra kabullenmiştim ama romanın başkişisi o ismi “tuhaf” bulduğunu söyleyince hepsi tuhaflaşıverdi yeniden. Bunun da labirentle ilgisi olup olmayacağını sordum ama bir cevap vermedi roman.

Soru yönünün yanlışlığı çok açık değil mi? Ben kendimle ilgili anlatılan her şeye inanıyorum, Rum kadının varlığına neden inanmayayım, demesi gerekmez mi?

Mantığımı zorlayan bir başka şey: “Bu evde eskiden bir Rum kadının yaşaması, eşyalar biriktirmesi ve sonra onları bırakarak gitmesi kadar gerçek. Ben bunu da başkasından duydum, inandım. Kendi hayatımı duyunca neden inanmayayım?” (s. 103-104). Ben Boratin’e cevap vermekten biraz yoruldum. Soru yönünün yanlışlığı çok açık değil mi? Ben kendimle ilgili anlatılan her şeye inanıyorum, Rum kadının varlığına neden inanmayayım, demesi gerekmez mi?

Romanda herkes, şarkı sözü yazarı Boratin’in intiharının nedenini merak ediyor fakat Boratin’in yazdığı şarkı sözlerine bakmak akıllarına gelmiyor. Boratin arkadaşlarını dinlemeye gittiğinde onun bir şarkısını çalıyorlar. “Sorsalardı doğmazdın bu dünyaya” diyor şarkıda. Ve Boratin neden böyle bir söz yazmışım acaba diye hiç sormuyor. Başka bir şarkıda da “Alışmak bir başka adıysa ölümün” diyor. Yine kimse Boratin’in intiharı ile şarkı sözleri arasında bir ilişki kurmuyor. Söylesek “ne alakası var” diyecekmiş gibi ilgisizler. Tamam, okur olarak sorumluluklarımın bilincindeyim, ben araştırayım diye niyetleniyorum, elimdeki verilerin yetersizliğinden çaresiz kalıyorum.

Psikanalitik okumaya meydan versin diye serpiştirilmiş imgelerden biri de yağmur. Fakat yine bir mantık hatası var. Boratin yağmuru bir türlü hatırlayamıyor. “Yağmuru kitaplardan ve filmlerden anımsıyorum ama neye benzediğini bilmiyorum” diyor (35). Filmlerden anımsanan yağmurun neye benzediğini bilmemek nasıl bir durum acaba? Film görüntüdür. Bir filmde yağmur varsa, bu, görüntüyle verilmiştir muhtemelen. Dolayısıyla aklımızda yağmurun görüntüsü kalır. Ve neye benzediğini biliriz. Bilmez miyiz?

Eğer bir metni yayımlatmak üzere e-postanıza yükleyip gönder butonuna bastıysanız artık ekip işi bir endüstriye dahil olmuşsunuz demektir. Bu açıdan, romandaki mantık hatalarından, yazarın yarısı kadar editör de sorumludur bana kalırsa.

Sözü çok uzattım. Burhan Sönmez’in kurduğu labirentin girişini bulamadığım için çıkışı hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğim. Bazı güzel detaylar var, bağlantıların mantıklı olanları da var tabii. Fakat ortada bir kabahat varsa tümünü de yazara yüklemek haksızlık elbette. Yazmadan duramayabilirsiniz ama yayımlatmadan durabilirsiniz. Eğer bir metni yayımlatmak üzere e-postanıza yükleyip gönder butonuna bastıysanız artık ekip işi bir endüstriye dahil olmuşsunuz demektir. Bu açıdan, romandaki mantık hatalarından, yazarın yarısı kadar editör de sorumludur bana kalırsa. Roman yayımlanana kadar pek çok kez okunduğu için belki yazar müdahale ettirmemiştir de diyorum. Bu düşünce de romandaki “hata” diye tespit ettiklerimin her birinin “aslında” bir mantığı olduğu fakat belki de benim anlamadığım ve çözemediğim zannına yönlendiriyor beni. Ve inanın bu söylediğimin gerçek olmasını, Burhan Sönmez’in hatalı bir roman yazmasına tercih ederim.

Gökçe Gündüç'ün K24 için yaptığı Burhan Sönmez söyleşisi için tıklayın