Edebiyat eleştirisinde yöntem sorunlarını tartışmaya pencere aralar umuduyla cephenin ortasından dahil oluyorum münazaraya...
17 Mayıs 2016 14:20
Şimdi Şule Gürbüz söz alıp, “Düşünce-edebiyatçısı da ne ola ki, meseleye mefhum-u muhalifinden bir eksen çizmeye kalkışırsak eğer, bir de düşüncesiz-edebiyatçı olmak gerekir ki, Ahmet Ergenç, bunu Türkiye’nin hallerine bakarak söylüyorsa amenna; lâkin, böyle bir durumda metne yönelik itirazlar katman katman kademe kaybetmiyor mu acep’ diye bir sual yöneltse, şenlikli bir münakaşa ortamında da mı buluruz kendimizi, yoksa ciddiyetini çoktan yitirmiş bir kara parçasında nadasa yatırılmış cinayetlere mi eşlik ederiz bilmek zor. Zira, bir vaaz kürsüsüne yerleştirildiğini iddia ettiği kitabı eleştirirken, bir başka vaaz kürsüsüne sürüklenen bir karşı metin var elimizde avucumuzda. Biri teorik, diğeri pratik iki vaiz arasında kalan süfela1, şehre varıp feryâd ü figân koparsa yeridir!2
Ahmet Ergenç’in, “Şule Gürbüz bizim neyimiz olur?” başlığıyla kaleme aldığı eleştiri metnindeki kavramsal sorun, “düşünce-edebiyatçısı” nitelemesiyle sınırlı kalsa, münakaşa çıkarmak yerine çilemizi doldurmaya devam edecektik büyük ihtimalle. Hâlbuki, yazının başlığında bile, edebiyat eleştirisi vadisini Semih Gümüşgiller tarzında çıkmaz sokaklara dönüştürme tehlikesi ihtiva eden handikaplar söz konusu.3 Böyle bir durumda, şuna benzer sorular masumiyetinden hiçbir şey kaybetmeden mütekabiliyet kazanıyor herhalde: Ergenç’in kastettiği “biz” kimse artık, herhangi bir yazarın o “biz”e dâhil olmak gibi bir yükümlülüğü var mı? Tam aksine, edebiyatı ciddiye alan bir edebiyatçı, o “biz”den koptuğu oranda, hadi Ergenç’in kelimeleriyle söyleyelim, “çete”lerden paçasını sıyırabildiği oranda yazının hakkını vermeye mütemayil değil midir?4
Mesele, soruyu yerli yerine yerleştirince nihayete ermiyor ne yazık ki. Çünkü, “filozof-edebiyatçı” gibi muğlaklığın ufuklarını hem ihmal, hem de ihlâl eden problemli bir kavram daha mevcut. Ahmet Ergenç, felsefe tahsilinden yola çıkarak Şule Gürbüz’ü “filozof” katına yükseltiyorsa eğer, hiç şüpheniz olmasın, buna ilk itiraz muharrirden gelecek ve “estağfurullah”ların gölgesine sığınarak hemen uzaklaşacaktır sahneden. Böyle bir durumda, “Cambridge’de felsefe tahsil etmiş birisine Foucault önermek nasıl mümkün olabiliyor” sualine cevap aramak da Ergenç’e düşecektir tabii ki! Yok eğer, “filozof-edebiyatçı” kavramsallaştırması, metinden hareketle varılan bir bariyerse, Oruç Aruoba’yı ya da Ingeborg Bachmann’ı nereye koyacağız mesela?5
Görünen o ki, Ahmet Ergenç’in eleştiri metnini kendine yabancılaştıran temel eksen kaymalarından biri, okuru fazla önemsemesiyle ete kemiğe bürünüyor. Bunu yaparken, yeryüzünün medeni bir yöresinde şekillenen herhangi bir edebiyat teorisinden yola çıksa yadırganmayacak pek fazla; fakat o bunun yerine, Şule Gürbüz’ün okurdan “sessizlik ve saygı hali” talep ettiğine dair bir algıyı, bir önkabulü tramplen niyetine kullanarak başlıyor işe. Hâlbuki, biraz daha derinden baksa, okur denilen nazenin yaratık karşısında, Şule Gürbüz’ün de en az kendisi kadar gereksiz bir hassasiyet sergilediğini görebilirdi. Yoksa ne diye Zamanın Farkında olan riyakâr hayranlarını, Öyle miymiş? diye kuşku sahillerine sürüklesindi ki?6
Ahmet Ergenç’in neden okur-odaklı bir edebiyat eleştirisi ekseninde ısrarlı davrandığını anlamak bir hayli güç. Okuru merkeze yerleştiren edebiyat anlayışının hem bu nazenin yaratığı, hem de her durumda o nazenin yaratığı hesaba katarak bilgisayar karşısına geçen yazarı nerelere sürüklediğini görmek bu kadar müşkül mü? İroni bir yana, bu lüzumsuz diyalojinin ne tür yaralara yol açtığını en iyi bilenlerden birisinin Ahmet Ergenç olduğundan hiçbir zaman şüphe duymadım ben. Kavramı biraz daha genişletip okur-odaklı edebiyatı, okura yönelik yatırım zeminine oturtursak şayet, hangi kınalara ağıt yaktığımız biraz daha netleşir belki. “Okur için anlatı kurma”ya hevesli yeterince isim mevcut zaten. Yenileri de yayınevi yönetmenlerini dosya ile boğmaya can atıyor. Bırakalım da, en azından edebiyat eleştirisi anlamında Şule Gürbüz o kervanın dışında kalsın. Bırakalım da, kimi yazarlar da “okurun yüzüne kapatsın kapıyı, okurun metne katılmasını bile isteye zorlaştırsın.” (Hayır, bir önceki paragrafın son cümlesinin buraya da eklemlenmek için fırsat kolladığını unutuyor değilim!)
“Böylece” diyor Ahmet Ergenç, Şule Gürbüz’ü eleştirirken, “sayfaları tek yönlü bir fikir aktarımı kaplıyor. Edebiyatın işi bu mudur, diye sormak lazım.” Soralım o zaman. Sorarken de, yine mefhumun muhalifinden yola çıkalım hazır fırsat bulmuşken: Edebiyat eseri üniversite kürsüsü yahut Ahmet Hakan’ın "Tarafsız Bölge"si midir ki, “çift yönlü” fikir akımı arayalım orada? Edebiyatın ve edebiyatçının fonksiyonu, kendi fikirlerini, elbette tek yanlı fikirlerini aktarmakla sınırlı değil midir zaten? Meseleye tek yönlülük açısından baktığımız takdirde, edebiyat tarihinin büyük eserlerini, söz gelişi, Donkişot’u, Suç ve Ceza’yı, Parma Manastırı’nı, Goriot Baba’yı, Germinal’i, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, Yaban’ı, Çalıkuşu’nu, Devlet Ana’yı, İnce Memed’i daha baştan mahkûm etmiş olmaz mıyız? (Durrell, Márquez, Nietzsche ve Borges’i işe karıştırmıyorum bile!)
Evet, edebiyatın ve edebiyatçının işi tam da budur. Bir derdi, bir yarası, üzerini kapatamadığı bir sancısı var ki alıyor kalemi eline; kimse kendisini zorlamadığı halde çabalayıp didiniyor, didişiyor, direniyor. Neye direniyor? Dinin, devletin ve ideolojinin yani yeryüzünü açıklama biçimlerinin tekdüzeliğine, kolaycılığına direniyor. Bunu yaparken de, elbette kendi yelkenine rüzgâr taşımaya gayret ediyor. Giderek yaygınlaşan ve hangi anlama geldiği yaygınlığı ölçüsünde muğlaklaşan kelimeyle söyleyecek olursak şayet, okuru "önceleyen" pazarcı yazar prototipi yeterince bezginlik vermedi mi acaba?7
Ahmet Ergenç, yazısının bir yerinde, şahsî bir dünya miti kurduğu için de itiraz ediyor Şule Gürbüz’e. Hâlbuki, söz konusu olan edebiyat eleştirisi ise hakikaten, şahsî bir dünya miti kurabilmek, yergi değil övgü sebebidir. Nice turfanda yazar, şahsî bir dünya miti kurmak uğruna intihalden intihara uzanan bir zeminde gezindiği halde anatomisinin imkânlarıyla sınırlı kalırken, bugün hâlâ eserlerini okuduğumuz diğerleri bunu başardıkları halde tereddütlerini gizlememişlerdir hiçbir zaman. Zira, dinin, devletin ve ideolojinin cenderesinden kurtulmak, sadece şahsî bir dünya miti kurmakla mümkün hale gelebilir. Her şahsî dünya miti, hem okunaklı bir imza, hem de bir başka cenderedir hiç kuşkusuz ama hiç değilse, sahici bir cenderedir ve göstermelik payandalardan uzaktır.
“Dünyanın bütün hallerini gördü mü bu anlatıcı da dünya adına söz alıyor?” Böyle diyor Ahmet Ergenç ve şaka yapmıyorsa eğer, son derece riskli bir alanda gezindiğini hiç mi hiç hesaplamıyor. Dünya hakkında söz almak için dünyanın bütün hallerini görmek gerektiğini va’z eden kim Tanrı aşkına? Şayet böyle bir beklenti, belirleme, tercih yahut mecburiyet söz konusu ise hiç kimse ama hiç kimse dünya hakkında söz alamaz ki. Hakikati bir yana, metaforik düzlemde olsun dünyanın bütün hallerini görebilen bir kişi çıkmış mıdır acaba binlerce yıllık tarihte? Bunun sadece fizik değil, metafizik anlamda da imkânsızlığını bilmiyor olabilir mi Ahmet Ergenç?
Soruyu ve tartışmayı farklı bir zemine taşımaya gayret edelim: Kim bilir, belki de Ahmet Ergenç, Şule Gürbüz’ün dünya hakkında “bu şekilde” söz almasına itiraz ediyordur. Etsin tabii, hiçbir sakıncası yok. Ancak, bir genellemeyi eleştirirken, daha tehlikeli bir genellemenin tuzağına düşme ihtimalini de gözden ırak tutmamak gerek. O tuzağın bir başka cephesinin ipuçları Ergenç’in yazısında boylu boyunca yatıyor zaten: “Eğer böyle bir tek yer varsa bile, ki vardır” diyor mesela Ergenç. Üstelik bunu, “betimleme” yapmak amacıyla deği, “argüman” olarak dile getiriyor. O zaman Şule Gürbüz’e yönelttiğine benzer bir soru bir kez daha meşruiyet kazanıyor ne yazık ki: Bir ihtimalden, bir temenniden mi söz ediyor eleştirmen, yoksa dünyanın bütün hallerini görmüş bir insan sıfatıyla mı konuşuyor? (Üstelik, öyle bir “yer” varsa, bunun bilgisini bizden neden gizliyor ki Ahmet Ergenç?) Aynaya düşen görüntüyle aynı hizaya gelindiğinde, iyi edebiyat, “aklından geçenleri dünya hali diye mutlaklaştırabilme” kabiliyetinden başka nedir ki?8
Edebiyat eleştirisinin yöntemi ve yönetimi açısından değerlendirdiğimizde, yazarın yanlış yerlere baktığını söylemek, doğru yer ve doğru bakış açısı hakkında fikir değil bilgi sahibi olduğumuz iddiasını da barındırır bünyesinde. Mümkündür elbette, metne dışarıdan yaklaşan birisi, yazarın bir türlü farkına varamadığı doğru bakış açısına, yanılmaz bir perspektife sahip olabilir. İyi ama, en azından görünüm itibariyle sovyetik veya nasyonal sovyetik bir cumhuriyette yaşamadığımıza göre, yazarın yanlış bakış açısını tercih etme özgürlüğünü eleştiri kütüphanesinin hangi rafına yerleştireceğiz? Mevcut “sosyopolitik şartlar, yakın tarih bilinci eksikliği ya da gündelik hayat okuması azlığı” yüzünden itibar etmediğimiz bakış açısının, önümüzdeki yüzyıllarda hakikat niteliği kazanmayacağından emin miyiz sahiden de?9
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, “Şule Gürbüz ise o büyük anlamın olmadığını daha baştan kabul etmesine rağmen, büyük sorular sormaya devam ediyor ve haliyle bu büyük müsabakadan eli boş, mahzun ayrılıyor” tespiti de Ahmet Ergenç’e ait. “Hayattan büyük cümleler” kategorisine rahatlıkla yerleştirilebilecek bu ifade, Şule Gürbüz’ün “büyük anlam” diye bir meseleyle hemhâl olduğu öngörüsünden çıkıyor yola. Yola çıkarken de, “Öyle miymiş?” türünden bir sorunun yanına yaklaşmaya gönül bile indirmiyor. Hâlbuki Şule Gürbüz’le -artık neyse o- “büyük anlam” arasında bağ kurmadan önce, mutasavvıfların kainatı kavrama biçimiyle ünsiyet pekiştirmek bir miktar faydalı olabilirdi. Zira, bilebildiğimiz kadarıyla, Budizmden Hıristiyanlığa, Yahudilikten Müslümanlığı, Maniheizmden Mecusiliğe bütün inançların tasavvuf sistemleri, “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen’ alçakgönüllüğünü kıble edinmişlerdir kendilerine.10 Ki orada, “büyük anlam” terkibindeki “büyük” kelimesi karşısında bile yerinden yekinmek temel hedeftir.
Münakaşaya veya münazaraya nihayet verirken, “Öyle miymiş?” isminde gizlenen naifliği, “peşinen hükmünü vermiş bir soru” olarak nitelemekteki yanılgıya işaret etmek isterim. “Soru” ile “peşin hüküm” arasında ışıldayıp duran temel çelişkiyi, Gözleri Görmeyen İki Adam: Cemil Meriç-Jorge Luis Borges kitabının editörüne hiç mi hiç yakıştıramadım doğrusu.11