Bardağın dolu ve boş tarafının kesiştiği sınırda umut

İyimser Olmayan Umut, okura umuda dair bir perspektif sunarken, çok katmanlı bir temaya yönelir ve felsefe, edebiyat, tarih ve popüler kültüre dokunan bir düzlemde umut kavramını üzerinden ele alır

02 Mart 2017 14:10

Hepimizin umuda ve umutsuzluğa düştüğü anlar vardır. Bunlar ister daha gündelik, ister daha uzun vadeli arzularımızın bir tezahürü olarak ortaya çıkan anlar olsa da umut, içimizde nedenini tam olarak bilemediğimiz ya da bildiğimizi bilmediğimiz ve dile getirmekte zorlandığımız bir “içeri”nin ürünü olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda umut bireysel bir şey olarak görülebilir ve herkesin “umut etme biçimleri” şaşırtıcı olmayan bir biçimde farklılık gösterir.

Peki, umut gerçekten de sadece bireyin içinden çıkan ve tamamen kişiye özgü bir durum mudur? Yoksa bazı şeyler bizi umut etmeye mi iter? Safça duyguların açığa vurulduğu değil de insicamlı bir sürecin ürünü olarak umuttan söz ediyorsak eğer, umudun bütünüyle bireysel bir duygulanım olmadığını söylemek mümkündür. Ama yine de umudun ne olduğunu, umuda dair süreç ve olguların anlamlarını basit birkaç çıkarımla idrak edebilmek çok mümkün gözükmez. Umudun oluşturduğu temel beklenti midir, arzu mudur, iyi dilekler midir? Umut daima iyiye yönelik bir vektör olarak mı hareket etmektedir? Ya da daha dinî bir perspektiften bakacak olursak, umut bize vaat edilen ve bizim de insanlık tarihi içerisinde içselleştirerek bir arzu hâline getirdiğimiz, kendi arzu düzlemimizde bir gösteren verdiğimiz ama her nasıl oluyorsa bir yandan da asla ulaşamayacağımızı bildiğimiz (ki o arzunun nesnesine ancak ölünce ulaşabiliriz) bir Şey’e doğru, biraz da zoraki bir biçimde, yönelmemize sebep olan umutsuzluk hâlinin adı mıdır?

Elbette, umudun neliği hakkında belki de milyonlarca farklı soru sormak mümkün ancak bunlara tek, kesin ve mutlak bir cevap vermek mümkün değil. Terry Eagleton da İyimser Olmayan Umut’ta umuda ilişkin çok sayıda soru soruyor ve kendi düşünce düzleminde bunlara cevap arıyor. Eagleton, umut probleminin peşine düşmesinin sebebini ise Raymond Williams’a atfen “geleceğin kaybının hissedildiği” bir çağda umut konusunun ihmal edilmesine bağlıyor. Ancak buradaki temel sorun, son derece gündelik, kullanışlı ve hayatın akışı içerisinde fark edilemeyecek derecede içselleştirilmiş olmasından mütevellit, umut nosyonu üzerine düşünmenin mümkün olmaması. Zira düşünülen şey asla umudun kendisi olmaz, umudun yöneldiği o arzu nesnesi olur.

İyimser Olmayan Umut, Terry Eagleton, Çeviri: Emine Ayhan, Ayrıntı Yayınlarıİyi de, umut ve onun hedeflediği şey sadece bireyin eşsiz arzu ve taleplerinin bir ürünü müdür sadece? Örneğin, sabah işe giderken boş metrobüsün denk gelmesi umuduyla yola çıkmak tek başına o umudun gerçekleşmesi için yeterli midir? Yoksa bunun için boş metrobüsün o durağa saat kaçta geldiği konusunda deneyime dayalı yeterli bilgiye sahip mi olmak gerekir? Ya da o saatlerde boş metrobüs zaten hiç gelmemektedir ve nesnesine ulaşamayacak bir umut hâli mi söz konusudur?

Benim hâlâ umudum var

Eagleton, İyimser Olmayan Umut’un neredeyse hiçbir yerinde açık biçimde dile getirmiyor olsa da umut denilen nosyonun bireye içkin bir süreç olmasının yanısıra bizatihi nesnel koşullara da bağlı olduğunu söyler. Çünkü birey durup dururken umuda kapılmaz, bunun için kendisinin dışındaki ama yine de bir birey olarak onu dışlamanın imkânsız olduğu dünyanın nesnelere, geçmişin birikimine, gelecek tahayyülüne ve bunları bir çerçeveye oturtabilecek fenomenlere ihtiyaç duyar. Bu noktada umudun elle tutulur bir biçim kazanmasının önkoşulu, bireysel şartlanmalar ve duygu dünyası olduğu kadar ve ondan daha da fazla olacak biçimde, oluşan, oluşmakta olan ve daimi bir değişime sahip olan nesnel koşullardır. Umudun çerçevesini bu şekilde, muğlak bir biçimde çizen Eagleton aslında umudun materyalist koşullarına dikkat çeker ve İyimser Olmayan Umut boyunca da bu hattan ayrılmamaya özen gösterir.

Eagleton’ın umudu iyimserlikle bir tezat hâlinde ela alması boşuna değildir. Kötümser bir düşünür olarak Eagleton’ın esas amacı da umut kavramını kötü şöhretinden arındırarak, ondaki “günah”ı doğrudan iyimserliğin üzerine atmak ve umudun diyalektik bir süreç olabileceğini ortaya koymaktır. İyimserin umut etmesini sağlayacak pek bir koşul yoktur çünkü iyimser için her şey yolundadır. İyimser tek bir koşulda umut sahibidir, o da her şeyin yolunda gittiği o koşulların herhangi bir dış etkenle bozulmamasına, mevcut istikrarın sürmesine yönelik bir umuttur ve bu umut iyimserin eyleme dökebileceği mutlak bir umutmuş gibi görünür. Bizim yeterince aşina olduğumuz bir durumdur bu. İş bir noktada dış mihraklara, üst akıllara, hainlere ve teröristlere dayanır ve iyimserliğe dair kurulduğuna inanılan mutlak iç bütünün dağıldığı inancı bir anda tehdide yönelik yersiz korkuya dönüşür. Ama öyle bir iç bütünlük zaten hiç kurulmamıştır ki! Zaten kurulması da imkânsızdır, kurulduğu o an, yapının kendi yıkım ânındaki eşsiz dönüşüm ânıdır. Devrim anlarında mesela, tam da o bir şeylerin yaşandığı ancak dile getirmekte zorlandığımız o eşsiz anlarda iç bütünlükten söz edilebilir ve orada iyimserliğe ya da umuda yer yoktur; mükemmelliğin ânıdır o ve göz açıp kapayıncaya kadar yok olur. Dolayısıyla burada inanca dayalı bir iyimserlikten söz edilebilir. Çünkü iyimser her şeyi çok iyi bilmektedir ve zaten ne olacağı bellidir. Eagleton şöyle der: “Müzmin iyimser, aynı katı şekilde programlanmış tarzda karşılık verir her şeye; bu bakımdan da rastlandı ve olumsallığı saf dışı bırakır. İyimserin belirlenimci dünyasında şeyler olağandışı bir kestirilebilirlik çerçevesinde, ortada herhangi bir geçerli neden olmaksızın iyi gitmektedir” (s.28).

Ancak burada umuda herhangi bir yer kalmaz. Süreçlerin sınırlarının çok net olduğu bir düzlemde, neler olacağından gayet emin olunan bir ortamda umut etmek imkânsızdır. Kaba bir örnek olarak, her şeye sahip olan insanın yaşadığı dehşet hâli verilebilir burada. O yüzden umut “wishful thinking” meselesi olmaktan çok, neşeli bir beklentiyle ilgili bir nosyondur. “Nereden bakılırsa bakılsın, umut kesinlikle bir iyimserlik meselesi değildir. Bununla beraber, umudun neyden müteşekkil olduğu konusunda felsefi düşünme çabasının yok denecek kadar az olması şaşırtıcıdır” (59) der Eagleton ve İyimser Olmayan Umut’un esas tartışması da buradadır.

Umut: Mutlak ve muğlak arasında

Kitap boyunca umuda ilişkin Eagleton’ın tefekkürleri hızlı çekimde ilerler ve konuyla ilgili literatürle kendince girmiş olduğu tartışma, umudun ve iyimserliğin ne anlama geldiğini idrak etme noktasında okuyucuya pek yardımcı olmaz. Bunun sebebi belki de umudu tanımlamanın imkânsıza yakın olması ve/ya sınırlarının zaten özü itibarıyla muğlak olmasıdır. Eagleton’ın bu sınırın içinde, çevresinde ve dışında dolanırken yapmış olduğu şey ise, epey yaratıcı bir biçimde, umudun bizatihi kendiyle değil, onunla çok yakın ilişkili olduğunu düşündüğü, umutla aynı klasmanda olduğu varsayılan ya da umut kategorisiyle eşanlamlı olarak kullanılan kavramlarla etkileşimli versiyonuyla ilgilenmektedir. Bu yüzdendir ki, İyimser Olmayan Umut’un en can alıcı ve en hararetli tartışmalarının yaşandığı “Umut Nedir?” başlıklı bölümde, Eagleton Fredric Jameson’dan Martin Luther’e, Karl Marx’tan Aquinas’a, Alain Badiou’dan Paul Riceour’a kadar çok sayıda isimle acele hesaplaşmalara girişir. Ancak kitap boyunca Eagleton’ın nereye varmak istediği açık değildir ve yer yer Eagleton’ın kendisiyle çeliştiği izlenimini veren bölümler de bulunur.

Eagleton’ın tartıştığı isimler üzerinden ilerleyecek olursak, yazarın üç farklı kategoriyi kullanarak düşünce egzersizi yaptığını söylemek mümkün. İlk kategoride metafizik ve muhafazakâr tipteki umut tartışması bulunur, ki bunlar ya iyimserin kendisi ya da onun çeşitlemeleri olarak karşımıza çıkar. Çünkü bütün banalliğiyle “İyimserlik, umutsuzluğu yeterince ciddiye almaz” (s. 27). Çünkü “İnsan özel bir şey hissetmeden de umut besleyebilir” (s. 81). Burada Eagleton’ın eleştirel bakışının ne kadar kuvvetli olduğunu görmek mümkündür. İkinci tipte ise liberal ve sol bakış vardır ve umut daima iyiye yönelik olduğu varsayılan, yeri geldiğinde neşeyle ilişkilendirilen, erdem ya da eğilim olarak kabul edilmekte beis görülmeyen bir olgu olarak ele alınır.

Üçüncü bakışı ise Eagleton ortaya koymaya çalışır, ki bu son derece materyalist bir bakış açısıdır ve Antonio Gramsci’nin meşhur “İradenin iyimserliği, aklın kötümserliği” ilkesini bile kendisine rehber edinmekten çekinecek bir noktada yer alır. Eagleton bunu “Ne var ki, Gramsci’nin sloganı, fazla ileri götürüldüğünde iradeciliğe, hatta maceraperestliğe düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ayrıca, sonu pekâlâ katı bir imkânsızlığa da çıkabilecek bir düsturdur bu. Bir durumu umutsuz olarak değerlendirdiğiniz hâlde olumlu yönde davranabilirsiniz ama umutsuz gözüyle baktığınız bir durum içinde umutlu davranamazsınız” (89).

Umudun olumsallığı, olumsallığın umudu

Bu noktada Eagleton’ın açık biçimde umut kavramını olumsallıkla değerlendirdiğini görmek mümkündür. Engels’in J. Bloch’a yazdığı mektupta ifade ettiği, tarihin ilerleyişindeki sonucun her zaman bireysel birçok istenç arasındaki çatışmadan doğduğu ve o istençlerin her birinin de çok sayıdaki özel yaşam koşulunun ürünü olduğuna yönelik yaklaşımı düpedüz umut için de geçerlidir. Umut edebilmenin koşulları da bu ölçüde materyalisttir.

Böylece bir bileşkeyi – tarihsel olayı – belirleyen, birbiriyle kesişen sayısız güçler, o güçlerin oluşturduğu sonsuz bir paralelkenarlar serisi vardır. Bu da tümüyle bilinçsizce ve istençsiz işleyen bir gücün ürünü sayılabilir. Çünkü her bireyin istediği şey başka herkesçe engellenir ve ortaya çıkan hiç kimsenin istemediği bir şeydir. [. . .] Bileşkeye her biri [birey] katkıda bulunur ve bileşkede o oranda içerilir.1

Yani umut etmemizi yaratan koşullar bizim de içerildiğimiz bazı koşullar tarafından oluşturulur, ancak bizim öznel niyetlerimizin gideceği yön, diğer bireylerin ve onların bizle ve kendi aralarında yaşanan çatışmalarından doğan bir bileşke tarafından ama yine de bizim arzularımızın da bulunduğu bir yapı tarafından belirlenir. Eagleton bunu bir cümlede şöyle özetler: “Tek başına altermatif bir gelecek hayal edebilme edimi bile şimdinin üzerimizdeki hükmünü böylesi bir geleceğin daha olanaklı görüneceği noktaya kadar zayıflatarak, şimdiyi göreceleştirir ve ona mesafe almamızı sağlar” (s. 118). İyimserlik ve umut arasındaki radikal farkın merkezi tam da burasıdır. Çünkü, “Müzmin iyimser, aynı katı şekilde programlanmış tarzda karşılık verir her şeye; bu bakımdan da rastlantı ve olumsallığı saf dışı bırakır. İyimserin belirlenimci dünyasında şeyler olağandışı bir kestirilebilirlik çerçevesinde, ortada herhangi bir geçerli neden olmaksızın iyi gitmektedir” (s. 28).

Bütün bunların ışığında düşünüldüğünde, İyimser Olmayan Umut, okura umuda dair bir perspektif sunarken, çok katmanlı bir temaya yönelir ve felsefe, edebiyat, tarih ve popüler kültüre dokunan bir düzlemde umut kavramını çatışmalar, benzerlikler, paralellikler ve yanlış anlaşılmalar üzerinden ele alır. Umuda dair bir hesaplaşma niteliğindeki bu kitapta Eagleton’ın muğlak tavrı, okura kesinlik kazandırma niyetinden çok onu tartışmanın içine çekmeye çalışır ve umut konusunda okuru kendisiyle arasına özdüşünümsel bir mesafe koymaya davet eder. Tam da bu yüzden İyimser Olmayan Umut, umudun tanımını yapmayı reddederek, onun gelmekte ve gitmekte olduğu yönü tarif etme çabasından başka bir şey değildir.

1 Engels, F. Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar 1890-94, (çev. Öner Ünalan) Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 17.