Ece Temelkuran'ın son romanı Devir, 12 Eylül’e doğru akan ve bugüne “devredilen” zamanın, çocukça paylaşılan sırlarla anlatımı
10 Nisan 2015 03:00
Ece Temelkuran, sözcüklerin anlam zenginliğinin, gizil şiirinin sırrına sahip bir yazar. Son romanı Devir’in adı da en azından iki anlam taşıyor: Bir şeyi devretme anlamındaki devir ve dönem anlamındaki devir. Yani hem süreklilik hem de sınırlı bir zaman parçası… “Herkesin zamanı bir başkasına devrettiği hayat.”
Dönem; 12 Eylül darbesine doğru doludizgin gidildiği günler. Yer; Ankara. Devredilen; daha iyi bir dünya özlerken yaşanan acı tatlı deneyimler ama asıl öyle bir dünyanın mümkün olabileceği umudu, denenmeye değer olduğu inancı.
Romanda biri kız biri oğlan iki çocuk, Kuğulu Park’ın dilsiz kuğuları, ipekböceği kozalarını yırtıp Meclis arşivine dağılan kelebekler, 70’ler, 80’ler Ankarası’nın yoksul, mağdur ve isyankâr Alevî mahalleleri, devrimci abiler, ablalar, başkentin okur yazar orta sınıf semtlerinde gündelik yaşamlarını sürdüren insanlar ve yaklaşan karanlığın ayak sesleri var. 12 Eylül’e doğru akan ve bugüne “devredilen” zamanın, çocukça paylaşılan sırlarla anlatımı.
Ece Temelkuran Devir’de, edebiyatta iyi örneklerine seyrek rastlanan bir anlatımı başarıyor. Büyüklerin dünyasına çocuk aklıyla, çocuk gözüyle bakıyor ve çocuk diliyle anlatıyor. Tabii ki büyülü, irrasyonel ama bir o kadar da gerçekçi bir anlatım. Roman boyunca bu dilinin ne zaman fire vereceğini, ne zaman yapay bir taklide dönüşeceğini bekledim durdum. Ama nafile, roman boyunca o dünya iki çocuğun gözünden ve dilinden akıp durdu, araya büyükler acımasızca girdiği zaman bile.
Yazar bunu hesaplayarak mı yaptı, yoksa kendiliğinden mi geldi, bilmiyorum; ama siyasal vurguları güçlü bir dönem romanının, örneklerine sıkça rastladığımız yarı belgesel katır kutur bir metne dönüşmesini engelleyen tam da bu çocuk gözü, çocuk algılaması ve çocuk dili.
Bu göz ve algı, Kuğulu Park’ın kuğularını kurtarmayı askerî darbenin zulmüne karşı direnişin sembolü haline getiriyor; ipekböceği tohumlarını Meclis arşivine sokmayı umudu yeşertecek devrimci bir eylem kılıyor. Yine aynı çocuk gözü ve algısı, inanılmaz bir ayrıntılar dünyasına sokuyor okuru. Bir saç tokası, bir kibrit çöpü, annenin ürkek kaçamağının simgesi yüksek topuklu ayakkabılardaki çamur, büyüklerin birbirlerine kaçamak bakışı, yarım kalmış bir cümle, bir dokunuş, bir gülümseme, camlarda belli belirsiz gölgeler, oyuna dönüşen dehşet anları… Yazar, göz ve yürek duyarlılığıyla yakaladığı ince ayrıntılarla, kısa dokunuşlarla anlatıyor bir sürü girift insan ilişkisini ve olayı.
Hikâye Ankara’dan anlatılıyor. Romanda başkent sadece mekân olarak değil, aynı zamanda cumhuriyet ideolojisinin sembolü olarak seçilmiş; en azından ben böyle algıladım. Romanın bölüm ve alt bölüm başlıkları, ilkokul ünitelerinin ve Yurttaşlık Dersi kitaplarının konu başlıklarından alınmış: “Ailemizi tanıyalım”, “Mahallemizi tanıyalım”, “Şehrimizdeki müzeler ve doğal güzellikler”, Ahlâk bilgisi”, “Türkiye Cumhuriyeti demokrasiyle yönetilir”, “Yurdumuz düşmanlardan nasıl kurtuldu?”, “Büyük Türk milleti”, “On yılda on beş milyon genç”, “Çağdaş Batı müziği”, vb… Romanın iki çocuk kahramanı, onlarca benzer başlık arasında, her birini kendilerince yorumlayarak ve şaşarak dolanıyorlar.
Ama onlar farklı sınıflardan, farklı mahallelerden iki çocuk. Ne kadar yakınlaşsalar, sırlara vakıf olup kuğuları kurtarmaya, Meclis’te kelebekler uçurmaya ne kadar birlikte çabalasalar, aralarında sessiz küskünlükler, incecik görünmez engeller var. Seyranbağları ile Kurtuluş mahallesini, “temizlikçi kadın”ın oğluyla hali vakti yerinde aydın Bakar ailesinin küçük kızını birleştiren ne olabilir? “Ayşe’nin babası, ‘Darbe mi?’ deyince, o abi de ‘Darbe’ deyince tanıdılar onlar birbirlerini. ‘Çorum olayları’ diyenlerle ‘Çorum katliamı’ diyenler arkadaş olmaz mesela, öyle yani.” Neyse ki Ayşe’nin babası da Çorum katliamı diyor.
Roman zor iştir, hem yazar hem de okur için. Romanı değerlendirmek de zordur; iyi edebiyat okurunun bile, öznellikleri edebî değerlendirmenin önüne geçer kimi zaman. Okumakta zorlandıklarını, hikâyenin içine giremediklerini söyleyenler oldu. Ben tam tersini düşünüyorum; kendimi zaten Devir’in devrinin içinde, Ayşe ile Ali’nin, dilsiz kuğuların, kuğular gibi uçup giden devrimci abilerin, ablaların yanında hissediyorum.
Devir, unutkanlıkla malûl hafızalarımızdan silinmeye yüz tutan, gençlerin ise hiç yaşamadıkları bir dönemi; şarkılarından dedikodu konularına, sıradan insanların gündelik yaşamlarından devletin vahşi cinayetlerinin kurbanı gencecik insanların aşklarına, hayallerine, sokaklardaki korkuya, küçük çocukların da devrimci abileri, ablaları gibi masum bir oyun içinde tükenen çocukluklarına, her şeye rağmen süren ve acısıyla sevinciyle devredilen hayata götürüyor.
Ece Temelkuran’ın son romanı, sahiciliği, içtenliği ve kurgu sağlamlığıyla okur olarak, kendime yakın bulamadığım önceki iki romanından ayrılıyor, benim iyi roman ölçülerimi karşılıyor. Üstünde düşünülmüş, çalışılmış, anlatmak istediğine uygun dili ve biçimi bulmuş bir metin bana göre.
“…O kuğuların bu ülkenin tam kalbinde durup susarak sakladıkları bir sır vardır. Bu çılgın ve hüzünlü ülkede her şeyin neden ve nasıl olup da hâlâ devam edebildiğini sadece o dilsiz kuğular bilir” diyor Ece romanının başında. Çılgınlığın ve hüznün tavan yaptığı şu günlerde o sırra ermeye ihtiyacımız var. Devir bizi oraya yaklaştırıyor.