Çocukluk, besbelli, elde kalem oldukça yazılacak. Bir maden ocağı işletircesine yazılacak hem de...
02 Mart 2017 14:03
Bir masaldır çocukluk. Dünyaya açılmış gözün masalı. Büsbütün bir hayretin nidası. İm ormanının hayvanı. Bir insan yavrusudur çocuk, araştırmacı mı araştırmacı. Dokunmadan bilmez, uzanıp yanar. Gördüğüne inanmaz, gidip düşer. Nitekim benim de bedenimde kırk yıllık izler durur: balta kesiği, çivi sıyrığı, bataklık sazı yarığı, köz yanığı izleri; çekilmiş tırnak, merdivenden yuvarlanma, ağaçtan düşme musibetleri. Çocuk aklıyla uğranılmış kazalar, basbayağı işkence görmüş bir beden bırakmıştır geride.
Çocukluktan çıktığım çağlarda elime geçen bir kitaptan bahsedeceğim. Şaşkınlığımı dün gibi anımsıyorum. İnsan Denen Meçhul, Alexis Carrel. Kitabın adı dokunmuştu. İnsanın bir “meçhul” olduğu, olabileceği fikri ağır gelmişti toy zihnime. Ruh buruntularıyla okumuş, anlayabildiğim kadarıyla ürkmüştüm. Bir parkta musalla taşına benzer bir mermer sıraya oturmuş yalnız bir yaşlı adam vardı kapak resminde. Mutantan bir kitabı okumaktan vazgeçmiş, yanına bırakıp ürkünç düşlere dalmış bir adam. Ellerini dizlerinin arasına kavuşturmuş, süklüm püklüm bir emekli.
Okudukça dünyayı öğrenebileceğine inanmış bana, sanki, “Yol yakınken vazgeç bu sevdadan, halim ortada bak. Ben denedim, hiçbir işe yaramıyor” diyordu. Kitapların pek de eğlenceli nesneler olmadığını kafama mıh gibi çakıyor, bana biteviye, “Geri bas, büyüme sakın!” diyordu.
Şimdi, internet haznesinde bulup yıllar sonra tekrar karşıma aldığım o adama, elime kalem alalı çocukluğumu yaşadığımı söylesem mi? Çocukluk bir ömür yaşanır desem mi?
Çocukluğun hiç tükenmeyen bir hazine olduğuna giderek daha fazla inanmak, yaşlandıkça çocukluğun da büyüdüğünü görmektir. Bir de çocuk sahibi olduktan sonrası var. Çocukla çocuk olmanın tadı, çocukluktan bambaşka bir şey mi?
Hayranlık duyduğum yazarların çocuk kitaplarına özendiydim vaktiyle. Hatta yazmaya da yeltendim. Kalem sürüyüp durdum bir sene boyunca ak sayfalarda. Üstesinden gelemeyeceğime kani olup bıraktıydım nihayetinde. Çocukla çocuk olmaya hiç benzemiyordu çocuk kitabı yazmak.
Meselem, bir “çocuk kitabı” yazmaktı? Kitabın yaşı olur muydu? Yaşın kitabı olur muydu? “Çocuk için yazmak” fikrini oldum olası benimseyememiştim, bunu yaşayıp gördüm.
Ama o sıralarda, akşamları loş odada oğlumun başında oturup, kendi kendime mırıldanırcasına, uydurup uydurup anlattığım masalların haddi hesabı yoktu. Yazmayı değil anlatmayı sevdiğimi fark etmiştim. Bu masallardaki çocuk da, öcü de, hayvan da, ağaç da bendim. Kendimi masallaştırıp oğluma dinletmişim günlerce. Uyku hapı üretmiş hayal gücüm.
Çocukluk, besbelli, elde kalem oldukça yazılacak. Bir maden ocağı işletircesine yazılacak hem de. Uçsuz tünellerinde yitilecek bazen. Çocukluk cennetinden kovulduğumuz yaşlardan beri o zümrüt bahçenin duvarları dibindeyiz. Fanilik hüznü bastı mı, sığındığımız kovuk çocukluk. Kaşlarını yıkıp geçen bir çocuk gezinip durur içimizde ömür boyu. Onu sevindirmek, ayaklarını yerden kesmek, avutmak için nelere katlandığımızı bir düşünsek şaşar kalırız.
Çocukluk hastalıkları şifadır, çocukluk hasatları nimettir yetişkinlikte.
Yazıya güvenmek, yazılanlara inanmak bir çocuksuluk ister. Kuşku da amansız bir yetişkin hastalığıdır. Bala karışan su damlası, kara düşen tuz tanesi gibi, berbat eder sözü. Büyüsünü kaçırır. Yazının büyüsü zanaatta olaydı, kolay edinilirdi.
90’ına merdiven dayamış İlhan Berk’in yazısındaki, çizisindeki “mütiş bişey” hayretine, Ece Ayhan’ın tıfıl coşkusuna tanık oldum. Değdiğini şiir eden Dağlarca’nın noksansız çocukluğunu okuyarak büyüdüm. Demek önce hayret gerek, gerisi gayrete kalmış.
“Kendimi sözcüklere –aslında bulutlardan başka bir şey değildir– saklamayı çok erken öğrendim” diyen “Tanrı bakışlı çocuk” Walter Benjamin’i unutur muyum ya… Nicesi var, saymakla bitmez, keseyim gayrı.
Çocukluk mütiş bişey!