Tarihsel anlatıda büyük ölçüde dilsiz ve görünmez olan çocukları duyabilmek ve görebilmek kolay değildir. Geride kendilerine dair birincil kaynak bırakamayan ya da çok az bırakanların tarihini yazmanın zorlukları yadsınamaz...
02 Mart 2017 14:06
Sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılan bir aile tarihine göre, Haşim, Rumeli'nin bir yerinde 1890'ların başında dünyaya gelir.1 Yetim ya da yoksul değildir. Ailesi hâlâ hayattadır ve temel ihtiyaçları karşılanıyordur. Yine de, altı ya da yedi yaşındayken evden kaçar, çünkü ailesi onu okula göndermek konusunda isteksizdir. Haşim, kendi başına, gizlice limana gider, İstanbul'a giden bir gemi bulur, güverteye atlar ve kömür depolarından birine saklanarak yolculuk eder. Hikâyeye göre, gemi İstanbul'a vardığında derhal saraya gider ve kapıda bulunan askere sultanı görmek istediğini söyler. “Ben okumak istiyorum, beni okula yerleştirin.” Bu mütevazı tirat karşısında her nasılsa ikna olan asker, çocuğu Sultan II. Abdülhamid'in huzuruna götürür. Çocuğa samimi bir ilgi gösteren Sultan, yaşamı ve ailesi hakkında sorular sorar. Haşim, büyük büyük büyük dedesi Bayraktar Deli Hüseyin’in 1538 Preveze Deniz Muharebesi’nde savaştığını anlatır. Sonra savaş hakkında bildiklerini anlatmaya devam eder: Barbaros Hayreddin, Andrea Doria ve bunun gibi başka ne biliyorsa sayar döker. Haşim’in anlı şanlı Osmanlı tarihini bu kadar güzel anlatmasından büyülenen Osmanlı sultanı, çocuğa yetim ve kimsesiz çocuklara karşı ne kadar hayırsever olduğundan bahseder ve eğitim alacağına dair güvence verir. Sonuç olarak Sultan, kimsesiz çocuklar için bir meslek okulu açar ve Haşim dökümcülük sanatını öğrenmek üzere bu okula kaydedilir.
Tuhaf biçimde benzer bir hikâye, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde birçok resmi belgede sıklıkla tekrarlanmaktadır.2 Rivayete göre, Sultan bir gün Hırka-i Şerif Camii'nden (Fatih) saraya geri dönmektedir. Yol üzerinde (bazı belgelere göre Galata Köprüsü’nün üstünde), sokaklarda avare dolaşan, başıboş, hırpani erkek çocuklarına rastlar. Durumdan derin rahatsızlık duyan Sultan, çocuklara neden serseri gibi başıboş dolaştıklarını sorar. Bir çocuk, fakir ve kimsesiz olduğunu, kendisini üretken bir geçim kaynağına sevk edecek gerekli eğitim ve beceriden yoksun olduğunu söyler. Daha sonra odasına çekilip düşüncelere dalan Sultan, muhtaç çocuklar için bir eğitim kurumu açmaya karar verir. II. Abdülhamid tarafından 1903 yılında açılan ve mesleki eğitim veren bir yetimhane olan Darülhayr-ı Âli'nin kuruluş miti resmi belgelerde bu şekilde kurgulanır.
Eğitim politikasının belirlenmesinin ve yepyeni bir kurumun açılmasının hem sözlü bir anlatıda hem de çok sayıda arşiv belgesinde sıradan çocukların eylemliliğine (agency) atfedilmesi ilginçtir. Öte yandan tarihçiler, II. Abdülhamid'in çocuklara yönelik hayırseverlik ve refah politikalarını “aşağıdan yukarıya” bir gelişme olarak ya da “aşağıdan tarih” perspektifiyle yorumlamazlar. Sultanı, yetimlerin eğitimine daha fazla yatırım yapmaya ikna eden fakir bir çocuğun öyküsü, sadece çocukların tarihin yapımında (ve yazımında) ihmal edilen rolüne değil, aynı zamanda da çocukların görmezden gelinen siyasî önemine de işaret eder. Bu yazının ilk bölümünde çocukluk araştırmalarının gelişimine, ikinci bölümde ise çocukları merkeze koyan, çocukları tarihin bir parçası olarak ele alan farklı bir tarih kurgusunun önemine dikkat çekeceğim.
Fransız sosyal tarihçisi Philippe Ariès'in çocukluk üzerine 1960’da yazdığı, çok ses getiren eseri L'enfant et la vie familiale sous l'ancien Régime (İngilizceye Centuries of Childhood diye çevrilmiştir) on yıllar boyunca çocukluk tarihçiliğinin ana hatlarını belirlemiştir.3 Ariès'e göre, çocukluk kavramı 17’nci yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Öncesinde çocuklar, toplumsal dizilimin en altında görülüyor ve dolayısıyla dikkate alınmaya değmedikleri düşünülüyordu. Ebeveyn-çocuk ilişkileri samimiyetten uzak, resmiydi. Ebeveynler uzak ve erişilmezdi; çocuklar, talepleri ve ihtiyaçları karşılanacak kadar değerli görülmüyordu. Fakat 1660 – 1800 yılları arasında çocuklara yönelik tutumlarda çok ciddi bir değişim gerçekleşti. Bu dönemde aileler çocuk-merkezli oldu. Ebeveynler daha sevecen, çocuk bakımı üzerine söylemler daha serbest hale geldi. Her bir çocuğun benzersizliği fikri kabul gördü. Lawrence Stone, İngiltere'de aile, cinsellik ve evlilik üzerine eserinde (Family, Sex, and Marriage in England, 1977) çocuklara yönelik tutumun değişiminde “duygusal bireyciliğin” (affective individualism) etkisini vurgular. Stone’a göre bu dönüşümün sebebi ticarî kapitalizmin büyümesi ve yaygınlaşması ve aynı zamanda büyük ve kendine güvenen bir orta sınıfın ortaya çıkmasıdır.
1990’lardan itibaren güçlenen yeni çocukluk araştırmaları Ariès'in iddialarını destekleyecek maddî kanıt ortaya koyamadığı gibi, iddiaların her birini teker teker çürüttü. Yeni araştırmalar, yetişkinlerin on yedinci yüzyıldan önce de çocukluğu yaşamın ayrı bir evresi olarak gördüklerini gösteren bol miktarda kanıt sundu. Anne ve babaların çocuklara eski dönemlerde de özen ve sevgi ile yaklaştığının; çocukların o zaman da kendilerine özgü kültürel faaliyetleri ve ayrı bir dünyaları olduğunun altını çizdiler.4 Bu tarihçiler çocukluk kavramının modern bir “keşif” olmadığını, çocukların toplumda oldukça sabit ve belirli bir statüsü olduğunu ortaya koydu.
Ariès'e ters açıdan karşı çıkan diğer bir ekol, çocukların toplumsal rolleri ve yaşam koşullarının modern çağlarda kötüleşmesine odaklandı. Büyük ölçüde Michel Foucault'nun teorik mirasına dayanan çalışmalarda, Robert Jütte, Erving Goffman, David J. Rothman ve Jacques Donzelot gibi isimler, çocukların modern dönemde “kapatıldığı” yatılı okul, ıslahevi, yetimhane gibi kurumlardaki insanlık dışı disiplin koşullarına dikkat çektiler.5 Modern devlet ve toplumlarda çocukların, Ariès'in daha önce savunduğu gibi, saf ilgi ve sevgi nesneleri olmadığı, aksine gözetim altında tutulacak, disipline edilecek ve beyinleri yıkanacak şüpheliler arasında oldukları tezi güçlendi.
Belki şöyle özetlemek uygun olacaktır. Modernleşme teorisinin erken temsilcileri, çocukluğun tarihini “eski kötü günlerden, modern çocuk sevgisine” giden doğrusal bir ilerleme olarak kurgular. Modernite paradigmasının eleştirel cenahı ise “ah o eski güzel günlerden, çocukların gözetimi ve hapsedilmesi"ne” gerileyen karanlık bir çocukluk tarihi resmeder. Her iki uçta da bir miktar abartı ve önyargı olduğunu vurgulayan Hugh Cunningham, bu keskin iddiaları dengeli bir hale getirir. 1500’den bugüne ebeveyn / çocuk ilişkileri üzerine yaptığı araştırmada, ebeveynlerin tüm bu dönem boyunca çocuklarına sevgi ve ilgi gösterdiğinin ve sıklıkla görülen çocuk ölümleri karşısında keder duyduklarının altını çizer.6 Beş yüzyıl boyunca çocuklar ve yetişkinler arasındaki ilişki değişim kadar süreklilik de gösterir (plus ça change, plus c'est la même chose).
Çocukluk çalışmaları, 1990'lı yıllarda bağımsız bir çalışma alanı olarak Osmanlı ve Cumhuriyet tarihine girmeye başlamıştır. Tarih, sosyoloji, eğitim ve sosyal antropolojiyi birleştiren yaklaşımlar, çocukluk tarihinin Türkiye'de bir araştırma alanı olarak gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bu çalışmaların başlıca özelliği, ağırlıklı olarak Ariès’in iddiasına dayanarak, çocukluk kavramının dönüşümünü vurgulamalarıdır. “Çocukluğun keşfi” teorisi esas kabul edilerek, Tanzimat, 1908 Devrimi, ya da Cumhuriyet kırılma noktası olarak değerlendirilmiştir. Bu çalışmaların temel eksikliği, bir kavram olarak çocukluk üzerine yoğunlaşırken, çocukların çeşitli sosyal, ekonomik ve politik süreçlerle olan ilişkilerini yeterince incelememeleridir. Oysa çocukların deneyimlerine ve bakış açılarına odaklanmak, tarihyazımında yeni ufuklar açma potansiyeline sahiptir.
Tarihyazımı neyin önemli olup neyin önemli olmadığı hakkında katı bir anlayışın tutsağıdır. Çoğu tarihçi ve tarihe meraklı okur için savaşlar, devlet adamları, değişen sınırlar, hanedanlar önemlidir. Ancak önemli olana odaklandıklarını zannederken, önemsiz sandıkları kişiler, hareketler, oluşumlar arkalarına saklanmış, dünyayı gizlice değiştirmektedir. Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda şöyle yazar Kundera:
“Son iki yüz yıl içinde, karatavuk, ormanları bırakıp bir kent kuşu oldu. 18'inci yüzyıl sonlarından başlayarak önce Büyük Britanya'da, on onbeş yıl sonra Paris'te ve Ruhr bölgesinde. 19'uncu yüzyıl boyunca birbiri ardına Avrupa kentlerini ele geçirdiler. Viyana ve Prag'a 1900 yılı dolayında yerleştiler, sonra doğuya doğru ilerlediler, Budapeşte, Belgrad ve İstanbul'u kazandılar.
Gezegen açısından, karatavuğun insanların dünyasını işgal etmesi Güney Amerika'nın İspanyollar tarafından istilâsından ya da Yahudilerin Filistin'e geri dönmelerinden tartışmasız çok daha fazla önem taşımaktadır. Yaratılışın değişik türleri arasındaki ilişkideki değişiklik (balık, kuş, insan, bitki), aynı türden çeşitli guruplar arasındaki ilişkilerdeki değişiklikten çok daha yüksek düzeyde bir değişikliktir. Bohemya ister Keltler, ister Slavlar, Besarabya ister Rumenler, ister Ruslar tarafından işgal edilmiş olsun, dünyanın umurunda bile değildir. Ama karatavuk, başlangıçtaki doğa yapısına ihanet eder, insanı yapay dünyasında ve doğaya karşıt olarak izlemeye kalkarsa, o zaman gezegenin örgütlenişinde bir şeyler değişiyor demektir.
Bununla birlikte hiç kimse, son iki yüz yılı, insanların kentlerinin karatavuk tarafından istilâsının tarihi diye nitelendirmeye cesaret edemedi.”
Kapsamı genişlemiş olmasına rağmen, tarihyazımının hâlihazırda görmezden geldiği ve önemsemediği toplumsal gruplar hatırı sayılır büyüklüktedir. Bugün bile çocuklar ve gençler tarih yazımında neredeyse görünmez vaziyettedir – daha önceki dönemlerde kadınların, emekçi sınıfların, veya etnik azınlıkların görmezden gelindiği gibi. Çocukların tarihi (varlıkları, deneyimleri, tanıklıkları) tarihsel öneme sahip kabul edilmez, bu yüzden çocuklar anlatı dışında bırakılır. Çocukların önemli süreçleri şekillendiren aktörler, kayda değer olayların katılımcıları, tarihî anların tanığı olabileceğine ihtimal verilmez. Zira çocuklar esas olarak 'pasif alıcılar' olarak görülmekte ve kültürel mevcudiyetleri nadiren teslim edilmektedir. Çocukluk hem yasal hem de biyolojik olarak bir bağımlılık dönemi addedildiğinden, çocuk aktörleri göz ardı etmek genellikle kolaydır. On sekizinci yüzyılda romantizm akımıyla güçlenen ve hâlihazırda da geçerliliğini koruyan, çocukların kırılganlık, masumiyet ve cehaletlerine atıfla idealize edilmiş anlamda özel oldukları iddiası, neticede çocukları toplumsal ve tarihsel olarak önemsiz kılar.7 Çekirdek aile yapısı ideali içinde çocuk bir yandan göz bebeği, baş tacı edilmiş, öte yandan çocuklar irade ve eylemlilik sahibi ol(a)mayan biblolara dönüşmüştür. Çocuk, masum, cahil ve savunmasızdır. Bu romantik bakış açısına göre çocuklar bir olayın öznesi değil, ancak kurbanı olabilirler.
Yetişkincilik (adultism) tarafından belirlenen yaş siyaseti, çocukların 'doğal olarak' yetişkinlerden daha az olduğunu iddia eder. Yetişkin sayılmayan insanların (çocuk ve gençler) toplumsal rolleri, derin bir iktidar ilişkisi içinde belirlenmektedir. Çocuklar 'olma halindedir', yetişkin olana dek tam ve tanımlanabilir kişiler olarak görülmezler.8 Çocuklar bir nevi eksik insandır. Sonuç olarak, hem akademik çalışmalarda hem de kamuya mal olmuş genel geçer anlayış çerçevesinde, çocukların rasyonel bir bakış açısı sahibi olduğu – ki insan kimliğinin en önemli özelliğidir – kolaylıkla reddedilir.9
Kültürel ve tarihsel kökleriyle bir toplumda var olan çocuk algısı çocuğa karşı ayrımcılığın en önemli kaynaklarından birisidir. Latince bir atasözü, “çocuklar çocuktur ve çocukluk yapacaktır,” der (Sunt pueri pueri, pueri puerilia tractant). Romalılar bu atasözünü çocuklar “aptal” da olsalar büyüyecekler ve akıllanacaklar anlamında kullanırmış. Dilimizdeki çocukluğa dair deyimler de hep bu azımsamayı içerir. TDK'nın tanımına göre 'gereği gibi düşünmeden' davrananlara çocukluk etme; 'yetenekleri gelişmemiş, kolay kanan, kolay inananlara' çocuk gibi ya da çocuk kalmış deriz. Çocuklar sır tutamaz (çocuktan al haberi), onlara verilen görevleri yerine getiremez (çocuğu işe sal, ardınca sen var), sahip oldukları şeylere iyi bakmazlar (çoluk çocuk elinde kalmak). Bu çerçeveden bakınca çocukluktan çıkmak bir nevi sınıf atlamaya dönüşmüştür. Çocuk figürü hem kişi olmanın sınırlarını, hem de eylemlilik, söz sahibi ve hak sahibi olmanın önündeki engellerin ana hatlarını belirlemektedir. Oysa, büyük romancı Yaşar Kemal bu konuda hem istisnai hem de son derece öncü bir bakış açısını ta 1975'te ortaya koyar. Çocukların yeterince gelişmemiş oldukları ve bu yüzden de henüz tam anlamıyla insan sayılamayacakları gibi bir yaklaşıma cepheden karşı çıkar Kemal.
“Ben çocuklara çocuk gibi davranmam. Bir çocukla ilişkim, dostluğum, arkadaşlığım varsa, o benim arkadaşımdır, çocuk değildir. Çocuk gibi bakmam. Ayrı bir insan türü gibi bakmam. Niye bu böyle? İnanmadım hiçbir zaman çocukların, insanların çocuklara davrandığı gibi çocuk olduklarına. Basbayağı insandır onlar.”10
Son dönemde yapılan çocukluk ve gençlik çalışmaları, antropoloji, eğitim, tarih, edebiyat, felsefe, popüler kültür, psikoloji ve sosyoloji alanlarıyla temas eden ayrı bir araştırma alanı haline geldi. Çocukların da tarihsel bir kimlik ve aynı zamanda eylemlilik sahibi olduğu noktasından ilerleyen bu çalışmalar feminist tarihyazımına çok şey borçludur. Çocukluk tarihçileri “kadınları konunun odağı, hikâyenin öznesi, anlatının etkili kişisi yapmak” ve onları “tarihsel özneler olarak” inşa etme çabalarından çok şey öğrenmiştir.11 Bu çerçevede çocuk ve gençlerin de toplumsal eylem kapasitesine sahip oldukları artık teslim ediliyor ve tarihsel özne olarak edimleri araştırılıyor. Son yıllarda yapılan çalışmalar çocukların ve gençlerin tarihsel eylemliliğine odaklanıyor. Bu perspektiften bakıldığında çocuklar yetişkin deneyimlerinin uzantısı değil, yaşadıkları zamanının tarihini belirlemeye katkıda bulunan bireyler olarak görülüyor. Çocukların, kendi öznel bakış açılarına sahip, toplumsal varlıklar olduğu varsayımı giderek daha fazla kabul görüyor.
Tarihsel anlatıda büyük ölçüde dilsiz ve görünmez olan çocukları duyabilmek ve görebilmek kolay değildir. Geride kendilerine dair birincil kaynak bırakamayan ya da çok az bırakanların tarihini yazmanın zorlukları yadsınamaz. “Aşağıdan tarih” yapmaya çalışan, farklı madun gruplara ve kimliklere odaklanan tüm araştırmacılar benzer sıkıntılarla yüz yüzedir. Çocuklar söz konusu olduğunda, sınıf, toplumsal cinsiyet, statü, etnisite gibi etkenlerin yarattığı ast olma durumuna bir de yaştan (rüştten) kaynaklanan bir bağımlılık durumu eklenir. Örneğin çocukların deneyimlerine dair, çocukken yazdıkları/ söyledikleri birincil ifadeler bulmak neredeyse imkânsızdır. Öte yandan, çocukların anlatının merkezinde kalmalarına, görünür olmalarına imkân vermek, hayatlarını gün yüzüne çıkarmak, 'görünmezi görmek' anlamında çocukluk tarihçiliği açısından değerlidir. Çocuk aktörleri merkeze alan, çocukların deneyimlerini tarihsel kaynaklar olarak değerlendiren bir tarihyazımı anlayışıyla, genel anlamda toplum ve siyasete dair yeni çıkarımlar yapmak mümkündür.