EKİN METİN SOZÜPEK
Sel Yayıncılık
Tamanlanamayan bütünlükten değil, parça ve arızadan yana bir edebiyatı savunuyor: “Kitap dâhilinde hata kılığındaki her hamle nefes taşır.”
Ekin Metin Sozüpek ‘PAP’ ve ‘poetik savuru’ gibi oluşumlarla bir süredir sahnede rap, deneysel rock ve şiirsel metinleri birleştiriyor. Acayip metinlerini, acayip bir müzikle yan yana getirerek, yeni poetik ve müzikal alanlar açıyor. Sozüpek’in sahnede yarattığı politik-poetik estetik ve içerik, bana biraz Ginsberg gibi ‘caz- şairleri’ni hatırlatıyordu. Deneysel-şiirsel metinlerinin bir araya geldiği ilk kitabı Tamanlanamayan da yine Ginsberg’ü çağrıştırıyor. Ginsberg’ün Uluma’da yaptığına benzer bir şey yapıyor bu kitap: hiç olmayacak kelimeleri yan yana getirip yeni bir dil alanı yaratıyor ve öfkeli, esrik bir müzikal ritim eşliğinde çağının ‘canavarlıklarına’ tanıklık ediyor. Yer yer mistik bir meczuba, yer yer filozof bir caz- şairine, yer yer demonik ve politik bir yeraltı figürüne dönüşerek bu vahşi çağı (ve bilhassa da Türkiye denilen bu karanlık ve absürd ülkeyi) anlatıyor. Aslında anlatmıyor; adeta sayıklıyor. Dili tuhaf noktalara sürükleyen (ama müzikal bir ritmi de kaybetmeyen) bir sayıklama hâline okuru ‘maruz’ bırakıyor ve bir afallama deneyimi yaşatıyor. Olağan okuma gözlüklerini sarsan bir deneyim.
Tamanlanamayan, daha ismiyle, daha ilk karşılaşma ânında okuma gözlüklerini sarsıyor aslında. Olağan alışkanlıkla gözüm bu ismi başta ‘tamamlanamayan’ olarak okumuştu. Sonra da ‘tam- anlayamayan’ olarak. Ancak bir süre sonra, yakından bakınca ‘tam- anlanamayan’ olduğunu fark ettim, ki kitap böylece adının söylediği şeyi ilk anda icra edip, tam-anlanamayan bir şey oldu. Aslında kitap bu üç ihtimali de bünyesinde barındırıyor: tam-anlayamayan bir ses, tamamlanamayan bir metin yazıyor ve tam- anlanamıyor, gibi. Ve bu ucu açık hâli aslında, edebiyatta ve hayatta bütünlüğün karşısına yerleştirerek, parçalı, arızalı bir estetiği ve düşünceyi savunuyor. Bir kurtuluş ve özgürleşme ihtimali olarak da okurları topyekûn bir şüphenin cazibesine davet ediyor. Kendi yazısını şöyle tanımlıyor bir yerde: “bu ontolojik vehim atlasımın üzerinde kenarı tırtıklı ve düzensiz fiiller.” İşte bu ‘tırtıklı ve düzensiz’ kelimelerden yeni bir dil oluşturuyor. Şüpheye gelince, yaşanan çağdan şüphe etmeye açıkça davet ediyor okurunu: “Çağının köpeği ol/ kuşkusuz çağının/ şüpheci köpeği ol.”
Kitaptaki dağınık, sayıklayan ve ‘göçebe’ öznenin yaşadığı çağa ‘bakışı’ (‘yeni bir bakış biçimi’) anti-militer, anti-otoriter, anti-kapitalist bir duruşa işaret ediyor. Mesela, Batmış bir Holding için Ağıt adlı metinde, “tarihin alnında yasa koyucular duruyor da yasak oyucular ne güne duruyor” diye sorarak, bir endüstriyel- askerî komplekse (bkz. Ginsberg) ve bu kompleksin ‘konformist’ sakinlerine karşı bir saldırıya girişiyor: “hayvanız ve güvenli sitelerden müteşekkil kalbinize saldıracağız.” Bazen de sanayileşmeden bu yana askerî yapılarla el ele yürüyen ve bir katılığa yaslanan ‘modernite’nin iç yüzünü üç kelimeyle ifşa ediyor: “modernitenin postal hantallığı.” Bu evrensel- ölçekli vahim tabloların yanı sıra kitapta ‘yerel’ felaketlerden de hesap soruluyor. Türkiye’deki militer- milliyetçi resmî ideolojiyi ve tarihi şöyle ifşa ediyor mesela: “yüzölçümünün öldürdüğünden güç uman türcü-öcçü ülke..” Sozüpek militarizmin ve milliyetçiliğin ‘bayrak’ fetişizmi ve yarattığı ‘canavarlar’ı da gösteriyor, alaycı bir ifadeyle, şöyle: “Yürek yakan, sakat bırakan o vatanda kredisini karaçalan anarşisti itipkakan bay rock! yaptığın canavara bak!” Bütün bu poetik öfke insanın aklına bambaşka bir damarda yazan Turgut Uyar’ı da getiriyor: “Benim dengemi bozmayınız” ve “siz ne derseniz deyiniz/ benim bir gizli bildiğim var” diyen Turgut Uyar’ı ve onun aksi, tehditkâr ve hafiften alaycı hâlini.
Bu ifşa eden, öfkeli ve alaycı ses, bazı metinlerde madunlar için, tarihin mağdurları için bir ‘kurtarıcı’ rolüne bürünüyor. Mesela Plastik Surat’ın Ah’ı adlı metinde, öfkesini geri isteyen bir ‘aziz’e dönüşüyor: “Lord, bana ver öfkeyi, geri. Ve kabul et azizinin, acizliğini.” Bu yalvacımsı ya da Mesih-vari (biraz da eski İsmet Özel’i hatırlatan) ses bir dinsel metin parodisi üreterek, mevzuyu reel politiğe getiriyor. Bu dünyada (ve bilhassa tektipleştirme üzerine kurulu ‘Türk’iye denilen ülkede) işlenen kolektif siyasî- kültürel suçların yarattığı ‘ah’ların hesabını sormak istiyor bu ses: “Kandırılmış ve kazığa çakılmış halkların. Deşik edilmiş delirtilmiş halkların. Özsüz bıraktığınız halkların, dilini kestiğiniz halkların” tanığı oluyor. Ve ekliyor: “İyi geçinmeyeceğim, geçip gitmeyeceğim.”
Ama kitaptaki her şey bu kadar reel politik düzeyde ilerlemiyor. Kitaba bir yandan da bu politik- kolektif hesaplaşma durumunun, aslında dünyanın ve mevcut gerçeklik düzeninin tamamen dışına çıkmak isteyen bir ses, parçalı bir ses hâkim. Bu sesin Deleuze’ün rizom yapısına ve ‘kaçış çizgileri’ne yakın durduğunu söylemek mümkün ki zaten Sozüpek bir yerde “gilleslerden deleuze ve günlerden mart” diyerek bu akrabalığa ironik bir selam gönderiyor. Dünyanın dışına çıkma ihtiyacı mesela Fraktal adlı metinde kendine bir özerklik alanı yaratmaya, odasında kendine bir çıkış, bir yükselme ya da vecd- yoğunlaşma ânı arayan bir ‘şarkı yazarı’ üzerinden anlatılıyor. Kasetin A ve B yüzü metaforları üzerinden yeni bir dile duyduğu ihtiyacı şöyle anlatıyor: “Laftan öte bir C yüzüne ihtiyaç vardı… alfabe de neticede bir yün değil bir gün sonu gelecek A yüzünün de B yüzünün (de) değil mi?”
İşte bu ‘C yüzü’nü, yazının C yüzünü yaratmak için, tümceleri ve hatta kelimeleri parçalamaya, ‘olmayacak kelimeleri’ yan yana getirip yeni anlam ihtimalleri yaratmaya girişiyor Sozüpek. Bu açıdan bir ‘dil varlığına’ dönüşüyor ve yer yer Dadaesk bir havaya da bürünüyor, Dada öncesi Rus avangardların verili dili yok etmeye yönelik ‘Zaum’ metinlerinin akıl- ötesi estetiğine de yaklaşıyor. Bazen de sentaksı bozup, imge- dizileri hâlinde yazan W. S. Burroughs’u ya da dili ‘göçebe’leştiren ve karartan Lautremont ya da Rimbaud gibi ‘lanetli şair’leri akla getiriyor. Türkçe’nin ilk ‘Dadacı’ şiir denemelerini yaptığı söylenen Mümtaz Zeki Taşkın’dan ve ‘sürrealist’ Ercüment Behzat Lav’dan alıntı yapması da manidar.
Yazıyı bitirmeden, bu metnin Isahag Uygar Eskiciyan’ın geçen yıl yayınlanan Zift’iyle olan akrabalığından da bahsetmek isterim. Zift’le ilgili yazdığım yazıda Eskiciyan’ın bir hâli anlatmakla yetinmediğini, kitabın eylemsel ve düşünsel çağrısının “dilsel eylemde karşılık bulduğunu” söylemiştim. Aynı şey Tamanlanamayan için de geçerli: Sozüpek de edebiyatı bir performansa çeviriyor ve kelimeleri birer performans silahı olarak kullanıyor. Zift’in yeraltına, geceye ve anlamın muğlaklaşmasına yaptığı çağrı Tamanlanamayan’da da var. Ayrıca Zift gibi edebiyatı görselleştirmeye de girişiyor: kitaba dâhil edilen çizim ve fotoğrafların yanı sıra kelimelerin de sayfa üzerinde bir görüntü oluşturacak şekilde yerleştirilmesi ‘görsel şiir’ denilen şeyi ortaya çıkarıyor. Ve yine Zift gibi bu kitap da bütünlükten değil, parça ve arızadan yana bir edebiyatı savunuyor: “Kitap dâhilinde hata kılığındaki her hamle nefes taşır.”
Zift ve Tamanlanamayan gibi yeni dil ihtimalleri yaratan, yazının C yüzünü araştıran ve muğlaklığa hakkını veren metinlerin çoğalması dileğiyle.