Roman çizgiye dönüşünce

Puslu Kıtalar Atlası

Puslu Kıtalar Atlası

İLBAN ERTEM

İletişim Yayınları

"İlban Ertem, “okyanus büyüklüğünde bir roman” dediği İhsan Oktay Anar’ın ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası’nı çizgiyle buluşturdu. Kitaba sadık kalan Ertem’in çizgileri, romanın gizemlerini açık etmekten özellikle kaçınıyor"

BURCU ARMAN

Çok sevdiği bir kitabı ikinci okuyuşunda bambaşka şeyler bulur ya insan. Kaçırdığı bir cümleyi, üzerinde durmadığı bir tasviri, uzun cümlelerin arasında kaybettiği bir ânı. Belki tam o sırada bahçede kedi atlamıştır da kaymıştır gözü ya da satırların arasında zihnine girenler başka bir düş yaratmıştır ona dalıp sayfalarca yalnızca gözüyle okuduğunu fark etmiştir. O kitabı ikinci kez okumanın güzelliği de buradadır ya zaten... Artık hem seni ulaştırdığı düşler vardır elinde hem de ilk seferinde atladığın güzellikler...

Puslu Kıtalar Atlası’nı ilk okumamın üzerinden tahmini sekiz yıl geçmiş. Bu sekiz yıl boyunca durup durup yeniden okunmalılar rafına tayin etse de yeni çıkanların rafı daha hızlı dolduğu için sıra bir türlü ona gelmemiş. İlban Ertem’in kitabı resimlendirdiğini duyduğumda attığım çığlığın ilk sebebi buydu. İkincisiyse ilk okuduğumdan beri aklımda kalan imgelerin “gerçek” olup olmadığı... İhsan Oktay Anar acaba bize aynı düşü mü göstermişti?

“Okuyasın diye değil yaşayasın diye”

Fi tarihinde yaşamış bir tüccarın düşlerini yazar Anar. Uzun İhsan Efendi de kendi düşlerinde gördüklerini yazar kendi atlasına. Ve tüm bunları okuyan İlban Ertem belki de bir kitap için yapılabilecek en güzel tanımlamayı yapar Radikal Kitap’ta Emre Bayın’a verdiği  röportajda, “Roman okurken duyduğum fısıltıları çizdim”. Uzun İhsan Efendi’nin Bünyamin’e “okuyasın diye değil yaşayasın diye” anlattığı atlası bizzat Ertem yaşatıyor. Bir adamın düşü olduğunu düşünen adamı düşlerimizden gerçeğe getiren adam olarak...

“Ne yapmağa kalkıştığımın farkına varsam yapar mıydım bilmiyorum” diye anlatıyor İlban Ertem kendi macerasını. Kafasına kitaptan kokular, sahneler, fısıltılar doluşunca dayanamayıp birkaç eskiz çizerek başlamış Puslu Kıtalar’ın düşlerine bulanmaya. Sonra kitap kımıldanmaya başlamış, öyle anlatıyor kitabın “Mutfak” kısmında. Sanırım işin erbabı olmanın farkı işte burada çıkıyor ortaya. Çizerinden daha iyi bir tanımla anlatmaksa gerçekten zor çünkü cidden “kımıldıyor” kahramanlar bir bir...

Öykünün gizemi sabittir

İhsan Oktay Anar sevenleri bilir, onu okurken önce yabancı bir dilin içinde kelimelere tutunmaya çalışırsınız. Anlamını bilmediğiniz kelimeler yavaşça benliğinizi sarar ve neden sonra farkına bile varmadan onun zihnine girmiş hissedersiniz. Kelimenin anlamını hâlâ bilmiyorsunuzdur belki ama onu kesinlikle anlamaya başlamışsınızdır. İşte bu resimli roman belki de o ilk debelenmeyi kaldırmış ortadan. Ama bu, öykünün gizemini de yok ettiği anlamına gelmesin. Zira kitabın orijinaline son derece sadık kalan Ertem hem kurgu hem de diyaloglarda aynı gizemi doyasıya koklatıyor okuyucuya. Daha önce anladığınız ama niye anladığınızı anlamadığınız sayfaları, aynı hissi yaşatarak anlatıyor. Ve de göze sokmadan o bir parça “çözdüm ben” mutluluğunu elinizden almadan. Ama belki satır aralarını biraz daha aralayarak... Hem bu sefer başka bir düşün içine girersiniz ustanın mükemmel çizgileri arasında ve bir de bakmışsınız sayfalara dalıp gitmişsiniz.

Öykünün genelini anlatması zor belki o yüzden kahramanlara yaklaşmakta fayda var: Arap İhsan’la başlar öykü. O gözü pek, amansız adının geçtiği yerdeki insanların tüylerini korkuyla ürperten korsanla. Bir de çocuktan esir olmaz deyince yanına kalan, o korku salan külhanbeyi Arap İhsan’ın bile başa çıkmakta zorlandığı haylaz velet Alibaz. Yerinde durmak bilmediğinden kurtulmak için afyonla uyutulmuş ve bu yüzden artık uyuyamayan lakin geceleri kendi rüyalarında dolaşan hınzır çocuk. Arap İhsan çocuğu yeğeni Uzun İhsan Efendi ve oğlu Bünyamin’e bırakır. Ve hikâyenin devamında artık Alibaz onların özellikle de Uzun İhsan’ın belası olacaktır. Taş Mektep’te Efrasiyab’ı okuyarak ondan etkilenip mahalleye korku salacak bıçkın bir delikanlı olması için neredeyse tüm etkenleri kuşanmış çocuk Alibaz. Ve diğer yandan sürekli uyuyan, uyandığı zamansa düşlerini önündeki kitaba yazan Uzun İhsan Efendi. Arap İhsan’ın anlayamadığı bir şekilde, dünyayı görmeden yazan ağabeyi. Sahi, onun gibi yedi cihanı gezmeden nasıl yazılır ki bir atlas! Elbette silik yitik bir karakterden lağımcılığa ve orada yaşadıklarından dilenciliğe kadar gidecek bir yol haritası olan Bünyamin ve ayrıca taşıması gereken bir emanet, yanında da elbette babasının onun için yazdığı Puslu Kıtalar Atlası... Bir de Kubelik var ki Arap İhsan’ın göğsüne gelen kurşunla ölmesini engelleyen kitabın çevirmeni. Aslen kâtip çoğu zaman alkolik, sonradan dişçi ve epey cerrah... Hemen hemen tüm diğer kahramanlar gibi o da insanın başına gelen ufak olayların hayatını tümden nasıl değiştirebildiğinin bir örneği...

“Macera ibadettir”

“Okyanus büyüklüğünde bir roman” diye tanımlamış İlban Ertem Puslu Kıtalar Atlası’nı. Tam yüzünüzde kocaman bir gülümsemeyle öykünün sonuna gelmişken, sizi Ertem’in kaleminden çıkma kitabın hikâyesi karşılıyor. Bahsettiğim “Mutfak” diye adlandırılan bölüm. Ve sanırım mükemmel son vuruş da burada... Gırgır kuşağının usta çizerlerinden Ertem’in kitaba yaklaşımı, beş yıllık yolculuğunu öylesine egosuz anlatımı, yaşadığı heyecanı aynı şekilde paylaşması nasıl araştırma yaptığını, renklere nasıl bulandığını bir çırpıda samimi bir şekilde anlatması kitabın değerini bir kat daha arttırıyor.

Düşlerimde; Uzun İhsan’la düşlerinde mi buluşacağım, Anar’ı yazarken mi Ertem’i çizerken mi göreceğim kendimi yoksa Puslu Kıtalar Atlası’nın renkleri arasında yüzerken mi bilmiyorum. Kim bilir belki ben de tekdüzeliğin içinde yeni dünyalar keşfederim, hem ne de olsa “macera ibadettir.”